Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKüçük şeylerin kudreti, yaraların estetiği

Küçük şeylerin kudreti, yaraların estetiği

A. Hares Yalçi’nin Babil Değirmenleri ve Öteki Rüyalar adlı kitabı, yalnızca bir ilk öykü kitabı olmanın çok ötesinde, çağdaş edebiyatımızda nadiren rastlanan ölçüde metafizik ve etik bir poetika önerisi sunuyor. Yalçi, görünürde küçük olanın içindeki büyük yankıyı keşfederken, sessizliğin gürültüye karşı bir direniş biçimi olabileceğini de hatırlatıyor.

“Tanrı sustuğunda, insanlar konuşmaya başladı;

Ama hiçbir söz O’nun sessizliğinden daha derin olmadı.”

Giovanni Papini

Giriş

Çağdaş edebiyatta dikkat çekici bir ilk kitapla karşılaştığımızda, yalnızca metnin biçimsel başarısıyla değil, aynı zamanda yazarın sessizce sorduğu büyük sorularla yüzleşiriz. A. Hares Yalçi’nin Babil Değirmenleri ve Öteki Rüyalar (İletişim Yayınları, 2025) adlı öykü kitabı, işte tam da bu soruları sakince, ama derinden sorma cesaretiyle öne çıkıyor. Gündelik olanın içinde fark edilmeyi bekleyen metafizik çatlaklara, susturulmuş hafızalara, görünmeyen ama hissedilen acılara eğiliyor. Her öykü, sıradan bir nesne ya da sahne üzerinden, neredeyse fark edilmeden okuru bir bilinç aralığına çekiyor. Bu metinlerde yalnızca karakterler değil, anlatı da susuyor; sessizlik, anlamın asli koşulu olarak öykülerin merkezine yerleşiyor. Bu bağlamda Babil Değirmenleri, yalnızca bir öykü kitabı değil, aynı zamanda çağın gürültüsüne karşı yöneltilmiş bir poetik direniş olarak okunmayı hak ediyor.

A. Hares Yalçi’nin Babil Değirmenleri ve Öteki Rüyalar adlı ilk öykü kitabı, çağdaş Türk öykücülüğünün gürültülü ve hızlı anlatı ortamında, sessizliğin merkezine yerleşen bir dil arayışıyla dikkat çekiyor. Bu kitap, yüzeyde sıradan görünen insan ve mekân parçalarından, derin bir varoluş ve bellek sorgusunun sesini üretiyor bir anlamda. Yalçi’nin öyküleri ne bütünüyle gerçekçidir ne de bütünüyle düşsel; tam da bu iki sınırın arasında, “rüya ile bilinç arasında salınan bir anlatı formu” olarak belirir.

Bu yönüyle Babil Değirmenleri ve Öteki Rüyalar, Türk öyküsünde son yıllarda artan içe dönük, soyut ve metafizik eğilimin özgün bir örneği sayılabilir. Ancak Yalçi’nin öykü dünyasını yalnızca bireysel bir içe dönüş değildir, aynı zamanda kolektif bir hafızanın, sessizliğe gömülmüş bir tarihin yankısı olarak da okumak gerekiyor. Onun karakterleri konuşmaz, çünkü konuşmak, çoğu kez unutuşun bir biçimi olarak sahne alırlar. Bu nedenle karakterler genellikle susarlar, fakat bu suskunluk edilgin değildir. Tam tersine, varoluşun temel direniş biçimine dönüşen bir dinamiğin parçası olurlar. 

Yalçi’nin anlatılarında zaman doğrusal bir çizgide ilerlemezken mekân ise belirgin sınırlarını kaybeder. Değirmen, rüzgâr, su, sis, taş gibi tekrar eden imgeler, öykülerin gerçek mekânlarını değil, insanın iç coğrafyasını kurar. Bu imgesel yapıda “rüya” yalnızca anlatı düzleminin değil, aynı zamanda varlığın bilgi biçiminin bir parçası olarak bize sunulur. Her öykü, bir düşten uyanır gibi başlayan, fakat hiçbir zaman tam olarak uyanamayan bir bilinç hâlini sürdürür çünkü. 

Bu inceleme, Yalçi’nin öykü evrenini iki düşünsel dayanak üzerinden okumayı öneriyor: Ernst Jünger’in Kehre kavramında ifadesini bulan “küçük şeylerin kudreti” ve Joë Bousquet’nin stoacı formülüyle dile gelen “yaraların ontolojisi.” Bu iki kavramsal eksen, Yalçi’nin poetikasında birbirini tamamlar: küçük şeyler insanın kaderini taşır, yaralar ise o kaderin sessiz kaydını tutar.

Yalçi’nin öyküleri, böylelikle “büyük harflerle yazılmış” Dünya, Tarih ve Hayat kavramlarını, küçük ve kırılgan olana iade eder. Her bir öykü, insanın kendi yarasına bakarak dünyayı yeniden kurma çabasıdır: Sessizlikle başlayan, rüyayla tamamlanan onulmaz bir çabadır bu.. 

Kehre ve Küçük Şeylerin Kudreti: Mikrokozmosun etiği

Ernst Jünger, Kehre’de modern dünyanın büyük ideallerden, merkezi otoritelerden ve gürültülü ilerleme mitlerinden uzaklaşarak, yeniden küçük olana, sessizliğe, bireysel varoluşun etiğine yöneldiğini ifade eder. Jünger’e göre bu dönüş —die Kehre— bir yenilgi değil, insanın kendi varlığını yeniden kurduğu ontolojik bir yön değişimidir. Artık tarih “büyük harflerle” yazılmaz; anlam, küçük ayrıntıların içine siner.

A. Hares Yalçi’nin Babil Değirmenleri ve Öteki Rüyalar kitabı tam da bu düşünsel dönümün edebiyattaki karşılığı gibidir. Onun öyküleri “büyük olayların” değil, küçük titreşimlerin anlatılarıdır. Örneğin *“Sessizlerin Ali’si”nde, bütün bir köyün toplumsal ve ahlaki çöküşü, yalnızca bir çocuğun suskunluğu üzerinden görünür olur:

“Avuçlarında peş peşe yuvarlanan tespih taneleriyle önce köyün imamı Ali dedi diye bütün köy de öyle demiş.”(Sessizlerin Ali’si )

“Ali büyüdükçe köylüler daha bir tedirgin olmuş. Ürkütücü sessizliğiyle karşılaşmamak için onunla rastlaşmamaya daha bir dikkat etmişler.” (Sessizlerin Ali’si)

Bu sessizlik, bir “olay” değildir ama köyün tarihini belirleyen en derin harekettir. Tam da Jünger’in sözünü ettiği gibi, dünyayı ayakta tutan güç artık küçük olanın içindedir. Benzer biçimde “Babil Değirmenleri” öyküsünde değirmen yalnızca bir mekân değil, ikrokozmosun alegorisidir.

“Ardından her şey kırmızıya dönüşecek… Kırmızı bir rüzgâr uğultusunun kuruttuğu kırmızı bir cesede dönecek ve bir yel değirmeninde öğütülüp ayakkabı bahçesine gömülecekti.” (Babil Değirmenleri) 

Bu cümle, Yalçi’nin poetikasını neredeyse bütünüyle özetler. Değirmen, görünüşte sıradan bir nesnedir; ama onun döngüsü, hem zamanı hem kaderi taşır. Değirmenin dönüşü, tarihsel olanla varoluşsal olanın kesiştiği noktadır. Burada Yalçi, Jünger’in doğayı “tarih-dışı bir direnç alanı” olarak kavrayışını çağrıştırır: büyük tarih yıkılırken, küçük bir taşın dönüşü bile evrenin sürekliliğini temsil eder. 

Yalçi’nin öykülerinde insan, büyük tarih sahnesinden çekilmiş, kendi sessiz mikrokozmosuna dönmüştür. Bu dönüş, bir tür etik tavırdır. “Bellek” öyküsündeki yaşlı anlatıcının zihninde, unutulan isimler ve yüzler arasında yankılanan şu satırlar bu etik tavrı kristalleştirir:

“Ne iyi ettin gelmekle… Herkes evde ama hepsinin sürekli bir işi var sanki… Her seslendiğimde farklı biri geliyor ama hepsinin ismi Ayşe.” (Bellek)

Burada hatırlama bile bir şiddet biçimidir. Unutmak ise bir tür kehre, yani yön değişimidir; insan, hatırlamanın tahakkümünden sıyrılarak kendi iç sessizliğine çekilir. Yalçi’nin dili de bu mikro etikle uyumludur. Öyküler, büyük sözlerden kaçınan, küçük imlerin sessiz müziğiyle örülmüş anlatılardır. Cümleler uzun ve kıvrımlıdır; ama bu kıvrım, anlamı genişletmekten çok, derinleştirir. Her şey, küçük bir hareketin, kısa bir bakışın, neredeyse görünmez bir jestin etrafında kurulur.

Jünger’in “küçük şeylerin kudreti” anlayışıyla Yalçi’nin anlatısal tavrı arasında doğrudan bir akrabalık vardır: İkisinde de büyüklük artık sessizliğe sığınmıştır. Bu sessizlik, ne boşluk ne teslimiyettir; aksine, varoluşun yeniden kurulduğu bir eşiktir.

Yalçi’nin kahramanları, rüzgârın yönünü değil, rüzgârın sesini dinler; taşın ağırlığını değil, tozunu fark eder. Bu küçük fark, tam da öykülerin etik merkezidir. Bu nedenle Babil Değirmenleri ve Öteki Rüyalar, yalnızca tematik olarak değil, biçimsel olarak da bir Kehre edebiyatıdır. Sessiz, yavaş, dikkatli, ama derin bir biçimde yön değiştirmiş bir dünya görüşünün metinsel karşılığı olarak bizlere seslenirler. 

Bousquet ve yaranın ontolojisi: Acının sessiz biçimleri

Fransız şair Joë Bousquet, savaşta aldığı ağır yaradan sonra yazdığı mektuplarda sık sık şu cümleyi tekrarlar: “Yaralarım benden önce vardı; ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum.” Bu ifade, yalnızca bir acının itirafı değil, bir ontoloji önerisidir. Bousquet için yara, varoluşun kazası değil, yapısal koşuludur. İnsan, yarasını taşımakla yükümlüdür; onunla yaşar, onunla düşünür, hatta onunla güzelleşir.

A. Hares Yalçi’nin öykü evreninde de insan, kendi yarasının izinde yürüyen bir varlıktır. Yalçi’nin karakterleri bir şeyin “kurbanı” değildir; aksine, yaranın kendisini anlamın kaynağına dönüştüren figürlerdir. “Sessizlerin Ali’si” öyküsündeki çocuk, köyün ortak suçunun sessiz tanığıdır. Konuşmaması, bir eksiklik değil, bir etik bilinç biçimidir:

“Ali büyüdükçe köylüler daha bir tedirgin olmuş. Ürkütücü sessizliğiyle karşılaşmamak için onunla rastlaşmamaya daha bir dikkat etmişler.” (Sessizlerin Ali’si)

Bu sahne, Yalçi’nin tüm öykü evrenini özetleyen bir poetik aksiyom gibidir: konuşamayan değil, konuşmamayı seçen insanın dramı, yazarın bütün bir derdini açığa çıkarır. Buradaki sessizlik hem acının kendisini hem de yazarın etik tavrını dile getirmenin biçimidir.

Yalçi’nin öykülerinde yara çoğu zaman kolektif bir miras olarak belirir. “Babil Değirmenleri” öyküsünde değirmenin çevresinde yaşayan insanlar, rüzgârla öğütülen unun içinde “atalarının tozuna” karıştıklarını sezerler:

“Ardından her şey kırmızıya dönüşecek… Kırmızı bir rüzgâr uğultusunun kuruttuğu kırmızı bir cesede dönecek ve bir yel değirmeninde öğütülüp ayakkabı bahçesine gömülecekti.” (Babil Değirmenleri)

Bu sahne, ölümün ve dönüşün iç içe geçtiği bir yarayı temsil eder. Yalçi’nin değirmeni, zamanı öğüten bir beden gibidir; bireysel değil, tarihsel bir acının taşıyıcısıdır. Bu nedenle acı kişisel değil, bir toplumsal belleğin sessiz yankısı olarak belirir. “Bellek” öyküsü bu ontolojik yarayı en açık biçimde görünür kılar. Anlatıcı, belleğini kaybederken aynı zamanda dünyanın sürekliliğini de kaybeder:

“Ne iyi ettin gelmekle… Herkes evde ama hepsinin sürekli bir işi var sanki… Her seslendiğimde farklı biri geliyor ama hepsinin ismi Ayşe.” (Bellek )

Burada unutma, bir yara kapatma biçimi değil, yarayı taşımaya devam etmenin sessiz stratejisidir. Anlatıcının belleği silinirken acı varlığını sürdürür — tıpkı Bousquet’nin “bedensiz acı”sı gibi.

Yalçi’de yara yalnızca tematik bir izlek değil, biçimsel bir ilkedir. Cümlelerin kesikliği, anlatıların fragmanlara bölünmesi, zamanın dairesel akışı hep bu “yaralı dil”in dışavurumlarıdır. Yazarın dili tamamlanmış değil, eksik bırakılmıştır; çünkü yara ancak eksiklikte görünür olabilir. “Sis Aydınlığı” öyküsündeki şu satır, bu estetik ilkenin en çarpıcı örneğidir:

“Sanki şehrin aklımda kalan pürüzsüz bir gökyüzünü yaşayan hali tarihe gömülmüş de sis bu kalıntılar üzerine yeni bir şehir inşa etmişti.” (Sis Aydınlığı, s. 33)

Bu paradoksal ifade, Yalçi’nin poetikasının merkezinde yer alır. Görme eylemi bile bir yara biçimidir; insan acıyla değil, acının verdiği ikinci bakışla görür.  Dolayısıyla Yalçi’nin dünyasında yara, hem bedenin hem dilin hafızasıdır. İnsan, sessizliğiyle o yarayı taşır; konuştuğunda değil, sustuğunda anlam kazanır. Bousquet’nin stoacı formülüyle birleşen bu sessizlik, Yalçi’de bir tür “mistik stoacılık” hâline gelir. Acı, kaçınılması gereken bir şey değil, insanı insan kılan en asli deneyimdir onun için.

Yalçi’nin öykülerinde ne kurtuluş ne de tam bir çöküş vardır; yalnızca “yarayı onurlandırma” diyebileceğimiz bir varoluş hâli mevcuttur. Bu yönüyle Babil Değirmenleri ve Öteki Rüyalar, çağdaş Türk öykücülüğünde acıya estetik bir biçim kazandıran ender eserlerden biri olarak karşımıza çıkar.

Sessizlik ile yara arasında: Varoluşun sessiz biçimi

A. Hares Yalçi’nin öykü evreni, Babil Değirmenleri ve Öteki Rüyalar’da giderek belirginleşen bir ikili eksen üzerinde kurulur: sessizlik ve yara. Bu iki kavram yalnızca tematik bir ortaklıkla değil, birbirini tamamlayan ontolojik formlar olarak var olur. Sessizlik, yarayı saklayan değil, onu duyulur kılan bir alandır; yara ise sessizliğin vücut bulmuş hâlidir.

Bu ilişkiyi Jünger ve Bousquet eksenlerinde düşündüğümüzde, Yalçi’nin poetikasının iki yönü belirginleşir. Jünger’in Kehre’sinde küçük olanın kudreti nasıl dünyayı yeniden kuruyorsa, Yalçi’nin sessizliği de öykü evrenini yeniden kurar. Gürültü, tarih, anlatı… Hepsi geri çekilir; yerini “kırılgan bir varlık bilinci” alır.

Bousquet’nin “yaralarım benden önce vardı” cümlesi ise bu bilinci tamamlar: Yalçi’de sessizlik, acının konuşma biçimidir. Her yara bir dil açar, ama o dil sözsüzdür. Yalçi’nin öyküleri bu sözsüz dilin izinde ilerler. “Sessizlerin Ali’si”nin çocuğu, “Bellek”in yaşlı anlatıcısı, “Babil Değirmenleri”nin taş tozuna karışan insanları… Hepsi aynı varlık hâlinin farklı tezahürleridir. Bu karakterler konuşmaz; çünkü anlamın konuşmayla değil, susmayla taşındığı bir evrende yaşarlar.

“Sessizlerin Ali’si, anne babasından farklı olarak köye yakın yerlerde hiç kıpırdamadan bazen saatlerce duruyormuş.” (Sessizlerin Ali’si)

Bu suskunluk, Heideggerci anlamda bir Schweigen’dir: yalnızca sözün yokluğu değil, varlığın kendi içine çekilmesi. Yalçi’nin öykü dili, bu ontolojik sessizliğin edebi formuna dönüşür.

Sessizlikle yara arasındaki bağ, aynı zamanda etik bir alan da yaratır. Yalçi’nin karakterleri, acının içinde edilgenleşmez; acıyı taşımayı bir sorumluluk biçimine dönüştürürler.

“Taşımak” burada hem Bousquet’nin bedensel yarasını hem Jünger’in küçük şeylere sığınan varlık bilincini çağrıştırır. İnsanın görevi, yarasından kurtulmak değil, onu onurlu bir sessizlik içinde taşımaktır.

Bu etik, aynı zamanda Yalçi’nin biçimsel tercihlerini de belirler. Öykülerin parçalı yapısı, tamamlanmamış cümleleri, belirsiz zamansallığı —hepsi bu “yaralı sessizlik” poetikasının sonucudur. Yalçi, öyküyü bir anlatı formu olarak değil, bir varlık biçimi olarak kurar.

Her öykü, anlamın tam kurulamadığı o kırılgan eşiğe doğru yürürken, o eşikte dil bir an için susar. Ama tam o susma anında, edebiyat doğar.

Bu nedenle Yalçi’nin öyküleri, yalnızca bireysel acıların değil, çağın sessizliğinin de tanıklığını yapar. Modern insanın kalabalıklar içindeki yalnızlığı, burada metafizik bir sessizliğe dönüşür. Babil Değirmenleri ve Öteki Rüyalar, bu açıdan, Türk öyküsünde “sessizlik estetiği”nin en özgün örneklerinden biridir.

Yalçi’nin dünyasında sessizlik bir boşluk değil, bir varoluş biçimidir; yara ise bir eksiklik değil, bilginin kaynağıdır. İnsanın anlamla kurduğu bu ilişki artık dış dünyadan değil, kendi iç yankısından beslenir. Bu iç yankı, bir rüzgâr gibi Yalçi’nin öykülerinin arasından geçer Rüzgâr, hikayedeki köyün ardındaki boşlukta bir süre döner ve sonra hiçbir şey olmamış gibi dağılır. Sessizlik artık kayıp değil, bulunuştur; yara artık acı değil, anlamdır.

Sonuç yerine: Sessizliğin kudreti

A. Hares Yalçi’nin Babil Değirmenleri ve Öteki Rüyalar adlı kitabı, yalnızca bir ilk öykü kitabı olmanın çok ötesinde, çağdaş edebiyatımızda nadiren rastlanan ölçüde metafizik ve etik bir poetika önerisi sunar. Yalçi, görünürde küçük olanın içindeki büyük yankıyı keşfederken, sessizliğin gürültüye karşı bir direniş biçimi olabileceğini de hatırlatır.

Bu öykülerde Ernst Jünger’in Kehre kavramıyla açılan mikrokozmosların kudreti, Joë Bousquet’nin varoluşun merkezine yerleştirdiği yara estetiğiyle birleşir. Yalçi, acıyı sözle değil sessizlikle kurar; anlatıyı büyük anlatıların dışına taşıyarak, yaraya eğilen bir sezgi dili inşa eder. Duyulmamış seslerin, görülmemiş mekânların, unutulmuş kelimelerin alanına çağırır bizleri.

Tam da bu yüzden Babil Değirmenleri, sadece bir edebi öneri değil, aynı zamanda yaşadığımız çağın aşırı gürültüsü, hız saplantısı ve tüketici dikkatsizliğine karşı yazılmış bir edebi “karşı duruş”tur. Büyük temaların, didaktik tezlerin değil; küçük çatlakların, iç çekişlerin ve isimsiz yalnızlıkların kitabıdır bu.

Ve belki de en çok bu yüzden, Yalçi’nin metni şu cümleyi sessizce fısıldar bizlere:

“İnsan, yarasını susturduğu yerde değil; sessizliğini onurlandırdığı yerde insandır.”

Çünkü bazen en derin anlam, en derin sükûtta yankılanır.

- Advertisment -