Kabaca 10 yıl süren ve büyük kısmı ‘eski Türkiye’de geçen haber eleştirisi mesaimin en zevkli bölümlerinden biri, okurlarına gûya haber verirken aslında onlara geri zekâlı muamelesi yapan gazeteler ve -bundan daha çarpıcı olmak üzere- gazetelerinin kendilerine layık gördüğü bu muameleden hiçbir rahatsızlık duymayan okurlara dairdi.
Kaba bir propaganda diliyle yazılan, kabartılmış duygulara hitap eden, okurları manipüle etmekten başka hiçbir amacının olmadığı apaçık bu ‘haber’ler karşısında normal olarak okurların sinirlenmesi beklenirdi. Çünkü, “ben yalanım”, “ben sadece senin duygularını sömürmek üzere imal edildim” diye bağıran metinlerdi bunlar.
Fakat hayır, okurlar sinirlenmiyordu; gazetelerini “Siz benim zekâmla alay etmeye utanmıyor musunuz” diye topa tutmuyordu. Tam tersine, doğru ve gerçek olmadığını bildiği bir ‘haberi’ doğruymuş gibi kabul etmekten, ona itiraz etmemekten herhangi bir rahatsızlık duymuyor, kendini kötü hissetmiyordu. Hatta böyle ‘haber’lerle karşılaştığında gevrek gevrek gülüyor, yalan da olsa, nefret ettiği birilerinin bu sayede zor durumda kalacak olmasının hazzını yaşıyordu.
Bu gözlemler, kutuplaşmanın ilk anda görülenlerin dışındaki etkileri üzerinde düşünmeye sevk etmişti beni.
Kutuplaşmanın ilk bakışta görülmeyen etkileri
Yol açtığı tahammülsüzlük, öfke, saldırganlık, şiddet, siyasi düşmanlık gibi belirtiler satıhta görülebilir olduğu ve öne çıktığı için, kutuplaşmanın kötülükleri bahsi açıldığında hep oralara odaklanıyoruz. Oysa kutuplaşma derinde, çok derinde, çok daha kalıcı problemler üretiyor. Kutuplaşma ahlâk ve özsaygı erozyonuna, hatta zekâ durgunluğuna yol açıyor.
En aşırı görüneninden; ilk bakışta “alâkaya çay demleme sayın yazar” dedirteninden, sonuncudan başlayalım…
Hayır, kutuplaşmanın üç yan etkisinden biri olarak zikrettiğim zekâ durgunluğu, kutuplaşmanın ahlak ve özsaygı erozyonuna yol açtığı önermesinden daha az inandırıcı görünüyor diye onu temellendirmeye öbür ikisinden daha fazla mesai harcamayacağım. Çünkü tam tersini, kutuplaşma ile zekâ durgunluğu arasındaki ilişkinin yoğun bir temellendirme çabasına ihtiyaç göstermeyecek kadar açık olduğunu düşünüyorum. O nedenle bu fasılda sadece birkaç cümlem olacak…
Kutuplaşmış bir toplumda taraflar taraftarlarından düşünmelerini değil inanmalarını bekler. Soru sormanın, kuşku duymanın bedeli kınanma ve -ısrar durumunda- dışlanmadır. Ya içinde bulunduğun cemaatin sağladığı huzur, ya dışlanmanın getireceği huzursuzluk ve yalnızlık… Tartışma yok, fikirlerin çatışması yok; böyle bir vasat, düşünme tembelliğine ve zamanla da zekâ durgunluğuna yol açmaz mı?
Kutuplaşma neden ahlâk ve özsaygı erozyonuna yol açar?
Kutuplaşmanın ahlak ve özsaygı erozyonuna yol açması bahsine, bu yazıya ilham veren örneği; Yeni Akit gazetesiyle Kemal Kılıçdaroğlu arasındaki meseleyi hatırlatarak başlayalım…
Malum, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ‘CHP’nin İkinci Yüzyıl Vizyonu’ çerçevesinde Ekim ayında ABD’yi ziyaret etmiş, sadece bilim çevreleriyle görüşüp dönmüş, bu da, muhalif kesim de dahil olmak üzere eleştiriyle karşılanmıştı. Kılıçdaroğlu eleştiriler üzerine, aynı kapsamda İngiltere ve Almanya’ya da gideceğini söylemiş, Kasım ayı sonunda da Türkiye için bir ‘yapısal reçete’ açıklayacağını duyurup eleştiri sahiplerinden sabır istemişti.
Yeni Akit, 13 Kasım’da İstiklal Caddesi’ndeki patlamanın ardından Kılıçdaroğlu’nun bu açıklamasını hatırlatıp “Kılıçdaroğlu Ekim ayında ‘Kasım’ı bekleyin’ demişti! ‘Patlamayı mı kastetti?’ sorusu gündemde” başlığını attı.
CHP lideri de partisinin grup toplantısında Yeni Akit için “Bu bir aparat. Toplumun kucaklaşmasını istemeyen, kin ve öfke kusan, her şeyden bir şeyler yapmaya çalışan, sarayın beslemelerinin oluşturduğu bir aparattır bu” dedi.
Çıplak hakikati ‘ispat’a davet edilmenin yarattığı çaresizlik
Ortada apaçık, olgusal bir hakikat varken buna inanmadığını söyleyen ve ispat talep eden birinin yarattığı çaresizlik kadar derin bir çaresizlik az bulunur. İspat çabası saçmalık haline döner böyle durumlarda. Yeni Akit-Kılıçdaroğlu örneğinde tam da bu oluyor işte. Yaptığı manipülasyon bu kadar açıkken, “Ortada bir yanlış yok, istersen buyur gel tartışalım” diyen bir gazete karşısında çaresiz kalmaz mısınız? Bu gazetenin yaptığının neden yanlış olduğunu ispat etmek için çaba sarf etmek saçma olmaz mı? (Yeni Akit Kılıçdaroğlu’nu televizyonlarında konuyu tartışmaya davet etti.)
Bakın, bir yazarı üzerinden (Ali Karahasanoğlu) nasıl seslenmiş Yeni Akit gazetesi Kılıçdaroğlu’na:
“Bir soru sorulmuş: ‘Kılıçdaroğlu Ekim ayında Kasım’ı bekleyin demişti! Patlamayı mı kastetti? sorusu gündemde..’
“Soru bile sorulmamış.. Sorunun gündemde olduğu belirtilmiş.. Habercilik mi? Habercilik. Fikri takip mi? Fikri takip.. Bir suçlama yok.. Bir hakaret yok.. Bir isnat yok.. Hatırlatma babında, bir paylaşım gündeme getiriliyor.. Aktüel bir gelişme sonrasında, üç hafta önceki paylaşımı, Kemal beye hatırlatılıyor..”
Habercilikse habercilikmiş, fikri takipse fikri takipmiş… Söyleyin, kim çaresiz kalmaz böyle bir savunma karşısında?
Yeni Akit okurlarının ve böyle ‘haber’lere maruz kalan bütün okurların tepkisi ve ahlaki pozisyonu
Ali Karahasanoğlu tabii ki söylediklerine inanmıyor. Tabii ki yapılan şeyin habercilikle, fikri takiple bir ilgisinin bulunmadığını biliyor. Fakat bir ‘savaş’ içinde olduğunu düşünüyor ve savaşta her şeyin mubah olduğu düsturundan hareket ediyor. Ne var ki, o ne derse desin pozisyonunun ahlâken sorunlu olduğu gerçeği değişmez.
Yine, davranışını kendi vicdanına karşı istediği kadar “savaştayız, her şey mubah” argümanıyla meşrulaştırmaya çalışırsa çalışsın, özsaygısından mutlaka bir şeyler gidecektir.
Böyle insanların önünde sadece iki yol vardır: Yüzleşip buradan çıkmak ya da gitgide çok daha kötü örneklerle sınanacağı ve her defasında özsaygısını biraz daha yitireceği bir yolda yürümeye devam etmek.
Okurlara gelince…
Onlar da aynı süreçten geçerek aynı ahlak ve özsaygı erozyonuna tâbi olurlar. Çünkü onlar da ‘savaş’tadır ve savaşta ‘düşman’ lehine sonuç doğuracak hiçbir şey ‘gerçek’ ve ‘doğru’ olamaz. Kutuplaşmış toplumların okurları böyle şeyler görmek istemez okuduğu gazetede, izlediği televizyonda.
Böyle dönemlerde, başkaları yaptığında ayıplanan şeyler, bu defa bizimkilerin iktidarı, bizimkilerin medyası söz konusu olduğu için görmezlikten gelinir ve hatta yapanların sırtı sıvazlanır. Bu yazıda ele aldığımız somut örnekteki Yeni Akit yazarı da işte böyle okurlara güvenerek öyle şeyler yazabilmektedir zaten.
Gazetecilik adına akla gelmeyecek şeylerin göze alındığı dönemlerin ortak bir özelliği de okurların işte bu ruh haliyle gazetelerini, kanaat önderlerini cezalandırmayı düşünmemeleri… Oysa yapılan şeyin gazetecilik olmadığını, fikir olmadığını gazeteciler de, iktidar da, okurlar da bilir ve hep birlikte yalanda yaşanır.
Bunun içten içe bir çürümeye yol açmasından daha tabii bir şey olabilir mi?
Türkiye, iktidar zorbalığı gibi yalanda yaşamanın da nöbetleşe tecrübe edildiği bir yer. Dün, “yeter ki bu dincilerin aleyhine kamuoyu oluştursun, varsın yalan olsun” diyen okurlar vardı, bugün de “Yeter ki iktidar muhalifleri aleyhine kamuoyu oluştursun, varsın yalan olsun” diyen okurlar var.
Bu arada zekâlar durgunlaşıyormuş, ahlâk, özsaygı erozyona uğruyormuş, ne gam…