Zıt duyguların şekillendirdiği psikolojik süreçlerde denge hali istisnadır; duygulardan biri zaman içinde başat hale gelir ve rakip etkiyi marjinalleştirir. Bazen de zuhur eden bir ‘son damla’ zaten marjinalleşmiş duyguyu iyice dibe iter, görünmez hale getirir.
İnsan olarak hepimiz böyle psikolojik süreçleri tecrübe etmişizdir, fakat toplumlar da az çok böyledir. Mesela yıllar içinde umutla umutsuzluk arasında gidip gelen bir toplumsal kesim, üst üste binen umutsuzluk dalgaları karşısında depresif bir ruh haline girebilir. Ve birikimli umutsuzluğun bir aşamasında zuhur eden bir ‘son damla’yla da ne kadar süreceği bilinemeyecek bir dönem için oyundan çekilebilir.
Başta CHP tabanı olmak üzere Türkiye’de siyasi muhalefet, AK Parti’nin uzun iktidar dönemini -arada umutlandığı anlar olsa da- giderek koyulaşan, zaman zaman nihilizm boyutlarına varan bir umutsuzluk duygusunun eşliğinde yaşadı. Sürecin en umutlu ânı olan 14-28 Mayıs seçimlerindeki ağır travmayı da hesaba katarsak, geldiğimiz noktada bu nihilizmin belirsiz bir süre boyunca kalıcı hale gelmesini önleyecek tek bir imkân kalmış görünüyor: İstanbul’un kazanılması… Hal böyleyken, Kılıçdaroğlu ve etrafının muhtemel bir 31 Mart yenilgisi üzerine hesap yapmaları akıl almaz görünüyor. Peki ‘hal’ gerçekten böyle mi? Başta CHP tabanı olmak üzere muhalefetin gel-gitli 20 yıllık depresyon tarihi bu sorunun cevabının ‘evet’ olduğunu söylüyor.
Ben şahsen 20 yıldır laik-seküler muhalefetin tarihini bu yanıyla özel olarak izliyor, her yeni gelişme karşısında bu iz sürmeyi güncelliyorum. Bu çerçevede çok yazı yazdım.
Şimdi, ‘son damla’nın kapıyı çaldığını ve bunun da İstanbul seçiminin kaybedilmesi olduğuna inanan biri olarak bu tarihi bir daha hatırlamak, hatırlatmak istiyorum.
İki bölümlü bu yazının okumakta olduğunuz ilkinde eski yazılarıma müracaatla laik-seküler muhalefetin umutla (tâli) umutsuzluk (esas) arasında gidip gelen duygusal tarihini özetleyeceğim. İkinci bölümde ise, hal böyleyken, CHP içindeki ‘muhalefet’in İstanbul’un kaybını umursamamasını, “Erdoğan’a çalışan bir odağın” buyruğundan çıkamamasına, o odağın dayattığı bir mecburiyete bağlayan görüşleri ele alacağım. İkinci bölümün ana fikrini şimdiden söyleyebilirim: “Gizli odak”lara falan hiç gerek yok, olan biteni açıklayabilmek için siyasetçilerin zaaflara ve hırslara sahip insanlar olduğunu bilmek yeter.
İlk yıllar: Karamsar ama umutsuz değil
AK Parti 2002’de yüzde 34 oy alarak iktidara geldiğinde, sağ’dan, sol’dan, orta’dan, her kesimden siyasi pozisyon sahipleri kendi özgün siyasi hedeflerini unuttu ve “laiklik sen bizim her şeyimizsin” sloganı etrafında kenetlendi… “Gayrı meşru” AK Parti iktidarını her ne pahasına olursa olsun sona erdirmek, neredeyse bu kesimlerin yegâne siyasi amacı haline geldi. Türkiye’yi yönetme hakkının ve ehliyetinin sadece kendilerinde olduğuna inanan bu kesimler beklenmedik iktidar değişikliğiyle derin bir karamsarlığa gark oldu. Fakat buradan, laik kesimin 2002’den hemen sonra ‘umutsuz’ bir ruh hali içine girdiği sonucu çıkarılmamalı. Öyle değildi ve bunun iki ana nedeni vardı:
Birincisi: “Gaflete düşmüş millet”e ve “meşru olmayan iktidar”a haddini bildirecek sağlam bir ordu vardı. Daha önce bu türden iktidarları alaşağı eden zinde güçler elbet bir gün bu iktidara da “buraya kadar” diyecekti.
İkincisi: AK Parti’nin girdiği ilk seçimdeki spektaküler başarısı “hortumcuların iktidarını cezalandırma arzusu”ndan kaynaklanmıştı… Bu anlamda AK Parti “konjonktürel” bir partiydi, gelip geçiciydi ve büyük bir ihtimalle ilk seçimde silinip gidecekti.
Fakat gelişmeler, her iki umudun da zaman içinde “pörsümesi” sonucunu doğuracak biçimde tecelli etti.
İktidarı asker marifetiyle devirme umudu, askerlerin zaman içinde darbe yapabilme “yeteneklerini” yitirmesiyle birlikte çöktü.
Keza 2007’deki, 2002’den de büyük AK Parti galibiyetiyle, seçimlere bağlanan umutlar da zayıfladı. Laik kesimlerde “AK Parti’yi seçimlerle göndermek mümkün değil mi acaba” sorusu yavaş yavaş zihinlerde yer etmeye başladı.
Seçime inancı tazeleyen iki gelişme
2007’deki Cumhuriyet mitingleri ve 2009 yerel seçimleri AK Parti’nin seçimle işbaşından uzaklaştırılabileceği umudunun yeşermesine vesile oldu…
Bu gelişmelerden biri 2007’deki Cumhuriyet mitingleriydi… Mitinglerin büyük kalabalıklara sahne olması, izleyen ilk seçimin AK Parti’nin yenilgisiyle sona ereceğine dair bir umut yarattı ve belki de muhtemel bazı darbe girişimlerini erteledi. Cumhuriyet mitinglerinin paradoksal olarak böyle bir yön taşıdığı kanaatindeyim.
Öteki gelişme, 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde AK Parti’nin oylarındaki ciddi düşüştü… Bu sonucun yarattığı ruh hâli, seçimlerden hemen sonra Ertuğrul Özkök’ün köşesinde yer verdiği bir kadın arkadaşının sözlerinde şöyle ifadesini bulmuştu (ki Özkök de paylaşıyordu arkadaşının ruh halini):
“Pazartesi sabahı çok rahatlamış biçimde uyandım. Bu ülkede kendimi azınlık gibi hissediyordum. Azınlık olmadığımı, bu ülkenin asli unsurlarından, parçalarından biri olduğumu hissettim. Ülkemin halkına itimadım kalmamıştı. Tekrar güvenmeye başladım.”
Fakat sonrası iyi gelmedi… 2009 yerel seçimlerinden sonra yüzde 58’lik bir referandum (2010) ve yüzde 50’lik bir genel seçim (2011) yaşadık. Bunlar muhakkak ki Ertuğrul Özkök’ün, onun kadın arkadaşının ve bütün laik-seküler muhalefetin “2009 ümidi”ni önemli ölçüde törpülemişti.
Yeni umut vesileleri: Gezi (2013), yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimi (2014), genel seçimler (2015)
Muhalefet 2010 ve 2011 hüsranına rağmen seçimlerden umudunu tam olarak kesmemişti. 2014’te yapılacak yerel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri ile 2015’te yapılacak genel seçimlerden birinde AK Parti tökezleyebilirdi. Umutlar, böylece bu üçlü seçim maratonuna çevrildi.
Fakat 2014 beklenirken hiç beklenmedik bir şey oldu; 2013 yazının başında Türkiye çapında iktidara karşı kitlesel bir kalkışma ortaya çıktı. Gezi, iktidarın uzun bir süre boyunca seçimle değişmesinin mümkün olmayabileceğini düşünenler için yeni bir umut dalgası yarattı. Gezi’deki olağanüstü enerji, kahreden bir umutsuzluktan kurtulma ihtimalinin yarattığı umuttan kaynaklanıyordu.
Fakat beklenen gerçekleşmez, AK Parti iktidardan uzaklaştırılamazsa, bu isyan, beklenenin tersine umutsuzluğu daha da artırabilir, “laik nihilizmi” daha da koyulaştırabilirdi. Gezi isyanı sırasında, 24 Haziran 2013’te T24’te kaleme aldığım “Selden geriye kalacak kum: Yoğunlaşmış laik nihilizm!” başlıklı yazıda bu ihtimalden söz etmiştim:
“Bu kadar büyük bir kalkışmanın (dahi) hükümeti devirmeye yetmediğinin görülmesinin, oradaki nihilizme varan koyu umutsuzluğu daha da artıracağı kanaatindeyim. Buna, sekiz ay sonraki seçimlerde muhtemel bir AK Parti zaferinin eklenmesi durumunda, umutsuzluk dayanılmaz boyutlara varabilecektir.”
Sekiz ay sonrası: Yine hüsran
Gezi’nin herhangi bir iktidar değişikliğine yol açmadan durulmasından sonra gözler tekrar 2014 ve 2015’teki üçlü seçim maratonuna çevrildi.
30 Mart 2014 yerel seçimlerine aylar kala patlayan 17-25 Aralık (2013) sürecinin etkisiyle, muhalif kesimlerde AK Parti’nin ağır bir yenilgiye uğrayacağına dair yaygın bir kanaat gelişti. Fakat seçmenler, 17-25 Aralık’ın Gülencilerin devleti ele geçirme operasyonu boyutunu yolsuzluk boyutundan daha önemli sayınca, bu seçimin sonucuna bağlanan büyük umutlar da yerini bulamadı: AK Parti böyle bir seçimde dahi yüzde 43’lük bir seçim başarısına ulaştı.
Aynı yılın yaz aylarında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri, CHP ve MHP’nin aynı aday üzerinde anlaşmalarıyla cılız bir iyimserliğe yol açtıysa da netice değişmedi: Recep Tayyip Erdoğan, yüzde 52’lik bir oy oranıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin seçimle işbaşına gelmiş ilk cumhurbaşkanı oldu.
7 Haziran 2015 seçimleri ise, geçen yazıda değindiğim gibi, Mart 2009’daki yerel seçimlerden sonra (AK Parti: yüzde 38) “laik sosyoloji”nin gerçekten umutlandığı ikinci seçim oldu: Seçimlerin sonucunda AK Parti ilk kez tek başına hükümet kurabilecek milletvekili sayısına ulaşamadı, bir koalisyon hükümeti ihtimali belirdi.
Ne var ki muhalefet partileri aralarında anlaşıp bir koalisyon kuramayınca… İlaveten Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın inisiyatifiyle AK Parti, koalisyon hesaplarına itibar etmeyince erken seçim kararı alındı. 1 Kasım 2015’teki erken seçimlerde AK Parti bir kez daha yüzde 50’yi buldu ve yüzde 50’lik muhalif blok, o tarihe kadar görülmemiş ölçüde büyük bir karamsarlığa kapıldı.
Koyunun da koyusu: 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin kaybedilmesi
2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Erdoğan’ın yeniden kazanması bir kez daha “o tarihe kadar görülmemiş” kitlesel bir depresyona yol açtı. Çünkü artık depresyon kendisini birikimli (ya da bileşik faizli) olarak gerçekleştiriyordu; her yeni yenilginin umutsuzluk birikimine marjinal katkısı bir öncekinden daha fazla oluyordu.
Üstelik bu defaki yenilginin öncekilerden farklı bir anlamı vardı: Bu defaki, beraberinde bir de rejim değişikliği getirmişti (parlamenter sistemden cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine, yani tek adam modeline).
Umut: 2019 seçimleri, hüsran: 2023 seçimleri
2019’dan sonrasını ayrıntılı olarak hatırlatma gereğini duymuyorum, son yıllarda başka bir şey konuşmadık.
Şunu söylemekle yetineceğim: 31 Mart 2019 seçimleriyle gelen başarı, yıllardır nihilizme varan derin bir umutsuzluk içindeki muhalif-laik sosyolojide ilk kez iktidarın kesin olarak yenilebileceğine dair bir umut yarattı. Ne var ki dört yıl sonra hem de olağanüstü elverişli koşullarda yapılan genel seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimini muhalefet kaybetti.
14-28 Mayıs seçimlerinin ardından muhalif kesimin içine girdiği ruh halini hepimizin malûmu, o nedenle onu da geçiyorum.
Geldiğimiz noktada İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin genel seçim izlenimi yaratmasına şaşırmamak lazım, çünkü İstanbul seçiminin kaybedilmesi durumunda laik-seküler muhalefet bir kez daha “o âna kadar görülmemiş” büyük bir depresyona girecek.
Bu koşullarda, yukarıda da dediğim gibi Kılıçdaroğlu ve etrafının muhtemel bir 31 Mart yenilgisi üzerine hesap yapmaları akıl almaz görünüyor.
Bu da bir sonraki yazının konusu.