Bir kadın, yerde coplanıyor… Bir kadın değil o copun verdiği acıyı hisseden, binlerle kadın, ve insan olmanın onurunu büyük harfle Devlet, iktidar ya da erk sahibi olmaklık karşısında kaybetmemiş her insan.
Bir kadın çırılçıplak, yerde sürükleniyor… Hayatta maruz kaldığı, şahit olduğu zulme karşı kendince bir yol tutturmak istemiş… Cansız bedeni, tıpkı hayatta iken veya ondan daha da beter bir saldırıyla karşı karşıya.
Bir kadın… İtirazında dahi merhameti… Çocuklar ölmesin, yuvasız kalmasınlar için çok uzaklardan gelmiş; siper etmiş göğsünü pervasız bir tanka. Zılgıtlar onun için yükseliyor.
Bir kadın hicapsızlıkla suçlanıp saldırıya uğruyor; dehşet içinde kendini korumak istiyor, yerde yaka paça, belki hiç de göstermek istemediği bedeni, sırtı açılmış halde polis otosuna derdest ediliyor.
Çocuklar, kız çocukları… Devletin anlam veremedikleri kurallarına uymadıkları, giyimleri çağdaş normlara aykırı bulunduğu için suçlanan. Kendilerine yöneltilmiş kalaşnikoflardan nasıl sakınacaklarını bilmiyorlar; birbirlerine daha bir yaklaşıp, bir anne kucağı olmak istiyorlar yanı başlarındaki arkadaşlarına. İtilip kakılıyor ve zorla bindiriliyorlar polis otobüslerine. Issız ve ormanlık bir alana terk ediliyorlar; belki terbiye olur, Devlet’in gücünü ciddiye almayı öğrenirler diye.
Bir kadın çığlık çığlığa: “Bırakın kardeşimi, o çok hasta!..” Çığlığın yankısı bir ölüm feryadı gibi geliyor kulaklara… Mahsa… Ay yüzlü… Ne de merak ve coşkuyla gelmişti başşehre oysa. Gezip eğlenecek, ve belki dönerken sevdiklerine küçük küçük hediyeler götürecekti, hatıra olarak. Öyle bir hatıra bıraktı ki ardında, kitleler ayakta, yer gök: Yaşam, özgürlük; jîyan, azadî…
Meydan, kalabalıklar… Erk sahibi olmanın sarhoş edici rahatlığında biri. Yuhala/tılı/nıyor anne… Oysa ekmek alsın için göndermişti ciğer paresini. Kim ne isterdi, Elvan’ından. Kan akıyor gözlerinden; kulakları yuhalamalarla tıkanıyor; meram nasıl anlatılır, hayattan koparılan yavrusunun hakkı nasıl savunulur, zulüm karşısında? Şimdi yüreği elvan elvan…
Bir Ceylan vardı… Dağlarda narin bacaklarıyla seken sürmeli gözlü “can”lardan almıştı ismini. Öylesine narin ve sevilen olsun istemişlerdi, yavrularına o ismi seçerken. Faili “bilinmez” bir “vuruldu”ya gitti Ceylan; âhı dağlar inleten.
“İkna odası” yazılıydı kapıda. Ne demekti ikna; neye ikna edilecekti? O da ne! Kamera kaydı da mı vardı? Nasıl çıkardı odadan; nasıl bakardı aynada yüzüne? Hem sonra o, buraya, bu fakülteye ne hayallerle gelmişti. Şu koca kapı nasıl da hayallerini süslemişti. Oysa şimdi kendi olmamaktı istenen. Kendi olamayınca insan nasıl yaşardı; özgürlük neydi o zaman? Omuzları çökmüş, dizlerinin bağı çözülmüş, umutlarını yarınlara havale ederek çıktı odadan.
Öyle biri de vardı ki çıkamadı o “eğitim ve uyum” odasından… “Bırakın, kardeşim çok hasta!” diyerek bağıranların sesleri kısılmış, canhıraş; içine boğulmak derler ya! Dayanamamış hasta yüreği, aşağılanmalara, coplara, sürüklenmelere ve…
Bu kez ahlâk polisi kisvesinde zulüm; zalim Devlet olmuş, iktidar olmuş, erk olmuş… Rahmet rahmet yayılmış sokaklara çığlıklar; âhu zârlar perdesiz yükselmiş gökyüzüne; yeryüzü sağanakta: Mahsa… Rachel… Elvan… Ceylan ve nice isimsizlerle.
Lâ diyebilmenin aşkıyla!..