Mekan kaygısı

Ben okur yazar insanların bir araya geldiği mekânların tükenişinde biraz farklı bir boyutun, boyutların olduğunu sanıyorum. Birincisi politik pratiğin giderek virtüel bir edim hâline gelmesiyle alâkalı. İkincisi giderek mikro ganglere dönüşen bir birliktelik pratiğinin (sen, ben, bizim oğlan) gelişmesi. Bir araya gelmek için nedenimiz kalmadı. Dolayısıyla bir araya gelebileceğimiz mekânlara da eskisi gibi ihtiyaç yok. Bir araya geldiğimizde ise , “yabancının” olmaması gerekiyor. Mekânın yaratacağı sosyalliğin minimalize edilmesi, dolayısıyla, mecburi. O vakit, mekân kimliksizleştikçe itibar kazanıyor. Bu itibar da parayla satın alınabiliyor. Gelgelelim, “anonim” kalarak gidebileceğimiz yerler de kalmadı artık.

60 yaşını geçtim; bu yaşta insanların önemli problemleri olmalı-sağlıktan başka. Bu tarafa değil de öbür tarafa doğru ister istemez mesafe alınmış, zaman daralıyor, meseleler can yakıcı. Üstelik 40 yıldır aynı çukurda debelenip durmaktan üşenmekle vazgeçmek, küfredip sabretmek yahut dağa çıkmak gibi alternatifleri akşamları hane-i uzlette bir başına düşünmekten kurdeşen çıkarır durumuna gelmişiz. Her gün siyasal bir gündem maddesinin peşini kovalamaktan Wallace Stevens okumaya vakit kalmıyor mudur? Bu ve benzeri şeyler midir, bilmiyorum.

Mekân kaygısı deyince böyle ontolojik veya metafizik bir büyük teşebbüsün içerisine kavramsal bir yolculuğa çıkmayı kastedmiyorum. Zaten gücüm de yetmez. Kasteddiğim bayağı düz bir şey. Oturulacak, konuşulacak, yiyip içilebilecek bir mekândan söz ediyorum. Bir mekân kaygısı var, tam bu döneme yakışan deyişle, “sıkıntısı.” Öyle grand bir nostaljik salınımla, bir takım mekân adları verip şunlar şunlar kalmadı artık demiyeceğim. Yazın sıcaktan, kışın soğuktan hasır iskemlelerde muhtemel basur felâketlerine rağmen ömrümüzü tükettiğimiz Sakarya Çay Ocağı’nın köhne saadetine bile muhtaç haldeyiz.

Sanırım bundan beş ya da altı yıl önce Ankara’da yeni bir kitabevi açıldı. Sanmıştık ki (sanmadık aslında bize öyle vaadedildi) biz orta ve geçkin yaşlılar rahatlıkla kahvelerimizi yudumlayabileceğimiz, tavşan kanı çaylarımızı içebileceğimiz, geleneksel mutfak ürünlerini tadabileceğimiz (meraklı bir arkadaş heyecana kapılıp, menüler oluşturmuş, ekşi mayalı ekmekler derdine düşmüştü) ve yeni çıkan kitapları bir şey kaçırıyor olmanın endişesine kapılmadan takip edebileceğimiz bir mekâna kavuşacağız. Tabiatıyla öyle olmadı; kitabevi açılışından altı ay sonra gençlerin (ağırlıkla lise) hâkimiyetine geçti. Neyin yenilip içileceğine onların beğenisi karar verdi. Giderek bir kitabevinden çok cafeye benzedi. Kendi kitaplarımızı bulabilmek bile neredeyse imkânsızdı; kitap seçiminde de genç bönlüğüne ve çok satan ilkelliğine prim veren bir yetersizlikle açıklanamıyacak bir sıradanlık hakim oldu. Çaresiz tekrar, bir çoğumuz için neredeyse mezar bile olabilecek, Kent Kıraathanesi’ne döndük.

Türkiye nüfusu giderek gençleşiyor ve bu, gündelik hayatı belirleyen bir olgu. Giyimden kuşama, yeme içmeye, müziğe, kitaba yayılan bir gençlik dalgası nüfusun geri kalanını eve çekilmeye zorluyor. İstanbul’u pek bilmiyorum ama benim yaşadığım Ankara için yanılıyor olamam. Zorlamak derken, bayağı bir fiziksel zorlamadan söz ediyorum. Genç irisi kızların ve şamatacı oğlanların gürültüsünden kurtulmanın neredeyse imkânı kalmadı. Pandemi bu süreci daha da pekiştirdi ve sonuçta benim gibi orta yaş ve üstü insanlar bir mekân kaygısına kapıldılar.

Zamanına göre oldukça başarılı Cheers dizisi (ki sanırım TRT’de yayınlanabilmişti) eski bir Amerikan futbol oyuncusu, bir felsefe doktora adayı, bir maliyeci ve postacı Boston’da bir barda bir araya gelmekte ve bildik bir tarzda, dertlerini paylaşmaktaydılar. Başka her şey bir yana, dizi bir “mekân hissi”ne sahip olmanın gündelik hayatı sürdürebilmek için ne kadar işlevsel olabileceğini göstermekteydi. Bilebildiğim ve görebildiğim kadarıyla, sonradan muvaffak olan bir çok sitcom, bir mekânın merkeze alındığı bir temaya yaslanmaktaydı. Bir Japon dizisi “Gece Lokantası” (Shinya shokudō) ve Louis C. K’in yazıp yönettiği Horace and Pete ki beyefendinin itibar kaybı sebebiyle pek hakettiği ilgiyi görmedi, daha trajik diyebileceğimiz bir anlatıya sahiptiler. Ancak hepsinde ortak olan, gönüllü ya da gönülsüz bir biçimde bir tür müşterek yaşamanın azıcık mecburi fakat genellikle istendik akışının sıradan güzelliği. Bir ayrıntı ama önemli, bu mekânlar müskirata dayalı mekânlar. Yemeğin ve müskiratın olduğu yerlerin geleneği tabiatıyla biraz daha farklı gelişiyor.

Türkiye’de mekânların değişmesi, sıradanlaşması ve genellikle anonim bir müşteriye hizmet eder hâle gelmesinin bir yığın sebebi var. Ben okur yazar insanların bir araya geldiği mekânların tükenişinde biraz farklı bir boyutun, boyutların olduğunu sanıyorum. Birincisi politik pratiğin giderek virtüel bir edim hâline gelmesiyle alâkalı. İkincisi, kitlesellikten cemaatleşmeye, oradan daha alt cemaat gruplarına ve giderek mikro ganglere dönüşen bir birliktelik pratiğinin (sen, ben, bizim oğlan) gelişmesiyle. Bir araya gelmek için nedenimiz kalmadı. Dolayısıyla bir araya gelebileceğimiz mekânlara da eskisi gibi ihtiyaç yok. Bir araya geldiğimizde ise , “yabancının” olmaması gerekiyor. Kişisel gelişim klübleri, “düşünce ve strateji kuruluşları”, umumiyetle beyinsiz insanların beyinlerin değerli kılmak üzere geliştirdikleri “beyin fırtınası” örgütlenmeleri, akçalı işler toplantıları, elhak biraz “kapalı” olmak durumunda. Mekânın yaratacağı sosyalliğin minimalize edilmesi, dolayısıyla, mecburi. O vakit, mekân kimliksizleştikçe itibar kazanıyor. Bu itibar da parayla satın alınabiliyor. Gelgelelim, “anonim” kalarak gidebileceğimiz yerler de kalmadı artık. Burada artık kelimeyi kullanmak zorundayım, eskiden bu anonimlik iktisaden zorlayıcı değildi. Şimdi bir de adeta törensel diyebileceğimiz zaman aralıklarıyla bu anonimliği tecrübe etme derdine düştük. Yazıyı bir vurguyla bitiriyorum; aslına bakılırsa, mekânlar değil değişen, insanlar çok değişti, “biz” değiştik. Ve kötü değiştik. Neden ve niçin diye sormıyacağım, zor bir soru çünkü. Dolayısıyla, mekân kaygısı yerine, insan kaygısı da diyebiliriz. O da zaten çok çıkmıyordu buradan, Bodrum’dan, Gümüşlükten de çıkmıyor. Çukurambar’dan hiç çıkmaz. Bence Çankırı, Çorum ve Yozgat’ın hakkı yeniyor. Hiç olmazsa oralardan çıkmadığı çok önceden belli olmuştu ve insanlar sahte ümidlere kapılmıyordu.

- Advertisment -