Büyük İskender’in İskenderiye (Alexandria) şehrini nasıl kurduğunu, ”İskenderiye fatihi Amr bin Âs (I)” (9 Ağustos 2019) adlı makalemde yazmıştım. Bir hususu tekrar belirtmekte fayda var. Bizler çoğunlukla İskender’i büyük bir komutan olarak tanırız. Ancak İskender çok iyi bir komutan olmanın yanı sıra, bir de şehir (şehirler) kurucusudur. Dünya tarihinde onun kadar şehir kurmuş kimse yoktur. İskender’in kurduğu şehirlerin başında hiç kuşkusuz Mısır’daki İskenderiye gelir. Plutarkhos’un anlatımına göre, İskender’in rüyasına giren ak saçlı bir bilge, Homeros’un Odysseia destanından şu iki dizeyi okur: Çok dalgalı denizin içinde bir ada vardır, / Mısır’a yakın, Pharos derler adına.
İskenderiye’yi ziyaret
İşte İskender de şehrinin temellerini Pharos adasında atar ve şehir burada kurulur. İskenderiye limanındaki azgın dalgalara kendi gözlerimle şahit olunca Homeros’a hak verdim. Zaten şehre vardığımız gün hava yağışlıydı ve rüzgâr çok sertti. Liman, dalgakıran koca bir setle çevrilmiş olmasına rağmen, yükselen dalgalar kaldırımları aşarak anayolu ıslatıyordu. Kaldırımdan limana doğru yürürken, kabaran dalgalar iki kez bizi de ıslattı. Bazı gençlerin bu dalgalarla eğlenmesi, aniden yükselen dalgalardan kaçarken kiminin su kütlesine maruz kalması, onlar açısından neşeli bir oyun gibiydi.
Amr bin Âs 642 yılında İskenderiye’yi ele geçirdiğinde, kadın ve çocuklar hariç şehirde 600,000 kişi (yetişkin ve yaşlı erkek) oturmaktaydı. O dönemde İskenderiye, Doğu Roma İmparatorluğu’nun, Konstantinopolis’ten sonra ikinci büyük şehridir. İskender, İskenderiye’yi bir Yunan şehri olarak kurmuştu. Fakat zaman içinde şehirdeki Yahudi nüfus Yunan nüfusu aşar. Öyle ki Amr bin Âs, o dönemde Mekke’de oturan Hz. Ömer’e şehrin ele geçirilmesiyle ilgili şu müjdeli haberi gönderir: “Öyle bir şehir ele geçirdim ki tarif edilemez. Şunu söylemek yeterli olacaktır: Ele geçirdiğim şehirde 4000 saray, 4000 hamam, 400 tiyatro ve vergi ödeyen 40,000 zengin Yahudi var.”
İskenderiye’nin kozmopolit yapısı, Yahudi ve Rum nüfusu, tarihsel süreç içinde yerini Müslüman Araplara bırakacaktır. Günümüzde İskenderiye, Kahire ve Giza’dan sonra Mısır’ın üçüncü büyük şehridir. Bugün şehirde Müslüman Arap çoğunluğun, daha doğrusu zamanla “Araplaşmış” nüfusun yanı sıra, bir miktar Kıpti Hıristiyan da yaşamaktadır.
İskenderiye’de görülmesi gereken yerlerin başında İskenderiye Kütüphanesi gelir. Bir zamanlar İskenderiye kütüphanesinde, eski Yunan şair, yazar ve filozoflarına ait, parşömen tomarları şeklinde binlerce kitap bulunurmuş. Kimse gerçek sayısını bilmediği gibi, tahminler de 40,000 ile 400,000 arasında çok geniş bir ıskalaya yayılıyor. Eski kütüphanenin kaderiyle ilgili çok çeşitli rivayetler anlatılmaktadır. Sağlıklı, gerçekten bilimsel araştırmalar, tek bir seferde yakılıp yok edilmesine değil, birkaç yüzyıl boyu adım adım inişe geçmesine işaret ediyor. Daha İÖ 2. yüzyılın ortalarında, VIII. Ptolemaios’un saltanatında, âlimler kentten kaçmaya başlıyor. Jül Sezar’ın iç savaşları sırasında, İÖ 48’de bir bölümü kazara yanıyor. Roma döneminde, ihmalden ve parasızlıktan giderek küçülüyor. En son İS 270-275 arasındaki Palmira istilâsı ve püskürtülmesi sırasında, herhalde ne kaldıysa yok olup gidiyor.
Bütün bunlar İslâmiyetin ortaya çıkışından en az 350 yıl önce olup bitiyor. Dolayısıyla, Amr bin Âs’ın, şehirdeki hamam ve fırınları altı ay süreyle İskenderiye kütüphanesinden çıkarılan elyazmalarını yaktırarak çalıştırdığı rivayetlerini artık bir tarafa bırakıp, gezimize devam edelim. Eski kütüphanenin kaderi meçhul; lâkin bugün, eski kütüphanenin olduğu yerde muazzam yeni bir kütüphane kurulmuş bulunuyor. Oldukça etkileyici bir mimariye sahip olan İskenderiye Kütüphanesi ve gene bu kütüphane içinde yer alan müze, İskenderiye’de görülmesi gereken yerlerin başında gelmektedir. Limanın hemen yanı başında ve oldukça geniş bir alanda kurulmuş olan İskenderiye Kütüphanesinin, bugüne kadar görmüş olduğum en muazzam ve en etkileyici kütüphane olduğunu söyleyebilirim.
İskenderiye şehrinde, kütüphaneden sonra görülmesi gereken bir yer de İskenderiye Ulusal Müzesidir. Ancak İskenderiye Müzesi öyle büyük bir müze değil; Kütüphane ile karşılaştırılamaz. Burada Firavunlar Dönemi, Büyük İskender, Helenistik Çağ, Bizans ve İslâm dönemlerine ait eserler sergileniyor. Müzeden sonra ziyaret ettiğimiz tarihi bir mekân da Kom el-Shokafa diye bilinen yeraltı mezarlarıydı. Kom el-Shokafa’dan ayrılıp birkaç dakika yürüdükten sonra Pompey Sütunu’na varılır. İS 3. yüzyılda (298-302 arasında) İmparator Diokletianus adına yaptırılan bu sütun, tek parçadır. Yani Eski Yunan ve Roma mimarisinde genellikle olduğu gibi, üstüste konan tanburlardan oluşmamıştır. Asvan granitidir. Neredeyse 27 metrelik uzunluğuyla, dünyanın en uzun tek parçalı sütunlarından kabul edilmektedir.
İskenderiye Limanında, Corniche (Korniş; Kordon) yolu üzerinde yer alan Kayıtbay Kalesi, eski İskenderiye Feneri’nin yerine, ondan kalan parçalar kullanılarak inşa edilmiştir. Görülmeye değer bir mekândır. Eski İskenderiye Feneri, Antik Dünyanın Yedi Harikası’ndan biri kabul edilir. Yapımına İÖ 285 yılında başlanan fener, İÖ 246 yılında tamamlanmıştır. 135 metrelik yüksekliğiyle, dünyanın en yüksek deniz feneri olarak kayıtlara geçen İskenderiye Feneri, limanın karşısında, Pharos Adası üzerinde kurulmuştur. Fenerin bir kısmı İS 955’te bir deprem ve fırtınadan koparken, gövde kısmı 1302’de meydana gelen başka bir depremde yıkılmıştır. 1500 yılında tamamen yok olacaktır. Fener, inşa edildiği yerin adından dolayı Pharos olarak anılmıştır. Dolayısıyla pharos; İspanyolca, Fransızca ve İtalyancada deniz feneri anlamına gelir. Pharos kelimesi Kürtçeye fanos, Türkçeye de fanus (uzun ayaklı fener) şeklinde geçmiştir.
Mısır’a kadar gidince insan Kleopatra’yla ilgili bir şeyler de görmek ister. İskenderiye Limanı’na bakan otelimizin müdürü Ahmet’e Kleopatra’yı sorunca, parmaklarıyla denizi göstererek, “işte Kleopatra sarayı tam önümüzde, denizin altında olduğu söyleniyor. Onun için buralara bir çivi bile çakılmasına izin verilmiyor” dedi. Mısır Kraliçesi Kleopatra ile Romalı general Marcus Antonius arasında yaşanan aşkı, Shakespeare 17. yüzyıl başlarında muhteşem Antony and Cleopatra trajedisi şeklinde kaleme almıştı.
Kahire’yi ziyaret
Nil nehri Mısır’ın başkenti Kahire’nin ortasından geçer. Yani Kahire, Nil’ın her iki kıyısında kurulmuş bir şehirdir. İskenderiye’den kalkan otobüsün son durağı Tahrir Meydanı’ndaki istasyon olunca, tam meydanda rezerve ettiğimiz otelin de yanına gelmiş olduk. Şehirlerarası otobüs terminalinin, tam da Tahrir Meydanı’nda, Hilton otelinin dibinde ve adeta Nil kenarında olduğunu görünce, kendi kendime “bu otobüs garajı bizde olsaydı, şimdi çoktan satılmış ve terminal başka yere taşınmıştı” dedim.
Otele yerleştikten hemen sonra şehri keşfetmeye çıktık. Önce Tahrir Meydanı’nın tam ortasına geldik. Dikkatimi çeken, Meydan’ın dört bir yandan polisler tarafından koruma altına alınmış olmasıydı. Bu Meydan, 2011-2013 yılları arasında Mısırlı muhaliflerin gösteri alanı olmuştu. Ancak şu anda sıkı bir koruma altındaydı. Meydan’dan geçiş serbest, ancak Dikili Taş’ın yanına gitmek yasaktı. Birkaç resim çektikten sonra, ben meydanı koruyan genç bir polis memuru ile biraz sohbet ettim. Gayet nazik ve saygılıydı.
Doğrusu Meydan’ın koruma altına alınması ve güvenlik tedbirlerine önem verilmesi hoşuma da gitti. Zira Mısır’ın en büyük ulusal müzesi olan Kahire Müzesi de meydanda yer almaktadır. Kahire Müzesi’ndeki tarihi ve paha biçilmez eserler, olası bir arbedede kötü niyetli insanların hedefi olabilir. Düşünün; IŞİD zihniyetli fanatikler bir fırsat yakaladıklarında bu müzeyi ve içindeki tarihi eserleri derhâl ateşe verip, müze içindeki altından yapılma eserleri de talan edebilir.
Ben Mısır’da şunu bir kez daha gördüm: Ortadoğu’da laiklik ve sekülarizm ancak tepeden inmeci, Jakoben bir anlayışla güvence altına alınabilir. Aksi durumda, bu coğrafyada kimse kimseye tahammül göstermek istemiyor. Gücü ele geçiren, kendi hayat tarzı, inancı ve ideolojisini toplumun tamamına dayatıyor. Açıkçası Ortadoğu’da empatiye ehemmiyet verilmiyor; herkes kendisine göre haklıdır. Demokrasi bu iklimde yaşam bulamıyor.
Piramitleri ziyaret
Kahire’ye vardığımız günün ertesi sabahı, önce Piramitleri ziyaretle güne başladık. Gene Antik Dünyanın Yedi Harikası arasında sayılan, hattâ başta gelen Mısır Piramitleri, Kahire merkezinden yaklaşık 20 km uzaklıkta yer almaktadır. Bu devâsâ yapıları görüp de heyecanlanmamak mümkün değil. Kahire şehri, Piramitlerin tam dibine kadar gitmiş. Aslında şehirden ziyade gecekondular demek daha doğru olacaktır. Kuralsız, şekilsiz ve biçimsiz yapıların tâ Piramitlerin dibine kadar uzaması, ister istemez insanı rahatsız ediyor. Şayet Piramitlerin olduğu alan koruma altına alınmamış olsaydı, muhtemelen şu anda Piramitler de şehrin içinde kalmıştı.
Piramitlere muazzam bir ilgi var. Dünyanın her tarafından insanlar bu devâsâ yapıları görmek için Mısır’a akın ediyor. Piramitlerin bulunduğu alanı ve Piramitlerin içini ziyaret etmek için ayrı ayrı bilet satılıyor. Müze ve tarihi yerlerin ziyaret ücretleri, yerli ve yabancı turistler için farklı oluyor. Giriş kapısına vardığımızda, oldukça uzun bir kuyrukla karşılaştık. Neyse ki oradaki görevli polislerle diyalog kurunca, kuyruğa girmeden bilet alabildik. Sağ olsun görevliler, bahşiş koparabilecekleri yabancıları gözlerinden tanıyor. Yılların vermiş olduğu deneyimle işlerinde uzmanlaşmışlar. Bize eşlik eden görevli, ya deveye binerek, ya da fayton kiralayarak alanı gezebileceğimizi söyledi. Aslında biz geze geze, sindire sindire en az bir 20 bin adım atacak şekilde piramitlerin olduğu alanda yürümeye karar vermiştik. Görevlilerden bir türlü yakamızı kurtaramayınca, Arapça pazarlık yaparak, Avrupalılardan en az beş kat daha ucuz bir fayton tuttuk. Bu arada, benim Arapça çok iyi değil, ancak kendimi Mağripli bir Arap olarak tanıtmak için kâfi geliyor.
“Yavaş yavaş, Hasan Şaş!”
İster taksici, ister faytoncu, her kime Türkiye’den geldiğimizi söyledikse, ilk sözleri şöyleydi: “yavaş yavaş, Hasan Şaş!” Nereye gidersek, “yavaş yavaş, Hasan Şaş!” tezahüratıyla karşılaştık. Tabii benim futbol kültürüm bayağı zayıf. Arkadaşlara “Hasan Şaş kim?” diye sorunca, “abi meşhur futbolcu” dediler. Mısır’da, “Kürdüm” dediğinizde “Selahaddin Eyyubi,” Türkiye’den geldik dediğinizde “yavaş yavaş, Hasan Şaş!” sloganlarıyla karşılanıyorsunuz.
“Yavaş yavaş, Hasan Şaş!” nidalarıyla fayton üzerinde piramitlere doğru çıkarken, bizim faytoncunun yokuşta atı insafsızca kamçılaması canımı bayağı sıktı. Ancak yapacak bir şey yoktu. Piramitlere yukarıdan bakan tepeye varınca, “biz artık yürüyeceğiz” diyerek faytoncuyu serbest bıraktık. İşte tam burada deveciler belâsına yakalandık. Her gelen deveci, “yavaş yavaş, Hasan Şaş!” diyerek bizi deveye bindirmeye çalışıyor. Israrla binmeyiz deyince, birisi illâ deve ile resim çektirmemizi istedi. “Para istemez, deve ile bir resminizi çekelim” ısrarına dayanamadık. Ben devenin yanında dururken, “ayağını üstüne at, daha iyi çıkar” dedi ve bir baktım ki, ben devenin üzerindeyim. Böylece hayatımda ilk defa deveye binmiş oldum. Ödüm kopuyor, lâkin yapacak bir şey yok. Çocukluğumda at ve eşeğe çok bindim, ama deveye binmek bambaşka bir marifet gerektiriyor. Üstelik bindiğim deve, oradakilerin en iri yarısı. Deve üstünde küçük bir tur ve birkaç resimden sonra, gene sıkı bir pazarlıkla “ücreti” ödedik. Zor belâ devecilerden kurtulduk.
Yürüyüş alanını çok geniş tutarak, Piramitlere bakan tepelere çıktık ve uzaklardan resimler çektik. Derken üç muhteşem piramide yaklaştık. Mısır’da farklı yerlerde 100 civarında piramit bulunmaktadır. Ancak bunların en ünlüleri, Kahire’deki Giza Piramitleri olarak bilinenler. Piramitler, Firavunların mezarları olarak inşa edilmiştir. Bilinen en eski piramit, mimar Imhotep tarafından Üçüncü Hanedan (İÖ 2686-2613) döneminde inşa ettirilen Zoser Basamaklı Piramidi’dir. Giza’da yan yana duran üç büyük piramit ise, Büyük Piramit olarak da bilinen Khufu (Keops) Piramidi (yüksekliği 145,75 metre), Menkaure (Mikerinos) Piramidi (66,5 metre) ve Khafre (Kefren) Piramidi (143,56 metre) olarak adlandırılır. Piramitlerde kullanılan taşlardan her biri 20 ton ağırlığındadır.
Piramitlerin çevresini iyice dolaştıktan sonra bu kez tam diplerine kadar geldik. Hakikatten kullanılan taşların büyüklüğü insanı hayrete düşürüyor. Tabii ziyarete gelen bir kısım meraklılar, piramit duvarlarına tırmanmağa kalkışınca, görevliler tarafından hemen uyarılıyor. Görevlinin müsaade ettiği en son noktaya kadar biz de ilerledik ve birkaç resim çektik. Taşlar, yekpare mermer şeklinde ve kocaman. Yan yana duran üç büyük piramitten ortadakine giriş bileti almıştık. Giriş kısmındaki merdivenler, bir kişinin gidebileceği, diğer bir kişinin karşıdan geleceği şekilde dizayn edilmiştir. Ancak ayakta hareket edilemez, zira tavan ancak eğilerek geçilebilecek şekildedir. Kafanıza dikkat etmediğiniz an başınızı üstteki mermer taşlara çarparsınız. Nitekim bir iki kişinin kafalarını çarpmalarına ben bizzat şahit oldum. Son bir yılda, galiba bende bir panik atak oluştu. Kapalı yerlerde veya acele bir şeye yetişmek istediğimde, birden nefesim kesiliyor. Henüz 40-50 merdiven inmiştim ki, tekrar rahatsızlık belirtileri oluştu. Kendi kendime, “bu psikolojik” dedim ve “ölsem bile geri dönmem” diyerek yola devam ettim. Tabii kimseye de çaktırmamaya çalıştım. Önce derin bir metroya inecek şekilde merdivenlerden aşağı indik, sonra insanın dik yürüyebileceği bir koridora vardık. Ardından yokuş yukarı tırmandık. Tekrar aşağı indiğimizde, Firavun mezarının olduğu odaya varmış olduk. Etkilenmemek, şaşırmamak mümkün değil. Düşündüm de, şu firavunların, ölümden sonra tekrar hayata dönme hesapları olmasaydı, acaba Mısır medeniyeti ne halde olurdu? Bu devâsâ yapılar, muhteşem mezarlar ve mumya sanatı. Tamamı, ölümden dirilip yeni bir hayata başlamak için tasarlanmış eserlerdir. Belli ki firavunlarve eski Mısırlılar, cennetlerini tekrar döneceklerine inandıkları bu dünyada kurmuşlar.
Piramit içinde, mezarın başında bir görevli duruyordu. Sevimli ve sempatik bir polis memuruydu. Birkaç resmimizi çektikten sonra, her zaman olduğu gibi biraz bahşiş pazarlığı yaptık ve sonra aynı yoldan geri geldik.