Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIMuhafazakâr muhalefetin geleceği: İttihat mı Terakki mi?

Muhafazakâr muhalefetin geleceği: İttihat mı Terakki mi?

Gelecek Partisi’ni büyük muhafazakâr aile içinde kabaca konumlandıracak olsak, gelenekçilik ile modernlik arasına sıkışmış ‘müslüman idealistlerin’ ne İsa’ya (modernistler) ne de Musa’ya (gelenekçiler) yaranamayan zümresi olarak tanımlamak mümkün. Namık Kemal bugün yaşıyor olsaydı muhtemelen Gelecek Partisi’nde siyaset yapmayı tercih ederdi. Muhtemelen bugünkü açmazda da ‘sultanın, hilafetin ve dolayısıyla devleti âli’nin bekâsı’ için muhafazakâr ittihadı önemserdi.

Gelecek Partisi’nde yaşanan tartışmalardan yola çıkarak, genel olarak Türkiye muhafazakâr siyasetinin muhalefet geleneğinin demokrasi çıtasına ya da bugüne dek aşamayıp ne kadar yükseğe çıkarmış olursa olsun, mutlaka çarpıp geri döndüğü cam tavana, muhafazakâr siyasetin demokrasi ve cumhuriyet eşiğine bakmanın elzem olduğu zamanlardan geçiyoruz.

Malûm padişahın saray müşaviri Damat Mahmut Paşa, kanuni esasi yani anayasa metnine 113. Maddeyi kalıcı ve değiştirilemez bir madde olarak ilâve etmenin yanı sıra “kuvvetler tevhidinin” kalıcılaşması ve ebedi bir varlıkta/Şi Çinping gibi ölene dek başkanda tecessüm etmesi için sosyal medyada var gücü ile kamuoyu oluşturmanın çabasını veriyorken, “muhafazakâr muhalefet ne ile dertleniyor?” sorusu daha da büyük bir anlam kazanıyor…

“Ahmet Davutoğlu’nun partide yapılan tüm görüşmelerden haberi var. AK Parti’ye geçeceksek genel başkanımız Ahmet Davutoğlu ile hep birlikte geçeriz”

“Biz, kendi çalışmalarımızı sürdürüyoruz. 6’lı masaya katılmadan önce biz çok büyük bir parti değildik ama yine de yüzde 2.5-3 civarına gelmiştik. 6’lı masa sonrasında ise neredeyse silindik. Buradan çıkış için iki türlü düşüncemiz var. Birincisi partiyi toparlamak. Partimizi toparlamaya çalışıyoruz. Özellikle ‘muhafazakâr camiadaki bölünmeyi nasıl toplarız, bu dağınıklığın nasıl üstesinden geliriz’ diye herkesle konuşuyoruz.”

Gelecek Partisi Yönetim Kurulu Üyesi ve Ankara Milletvekili Mustafa Nedim Yamalı’nın, yukarıda özeti sunulan “Gelecek Partisinin yakın geleceği” üzerine verdiği beyanatlar, siyasi çevrelerde ve güncel siyasetle ilgilenen aydınlar arasında sosyal mecralarda tartışılıyor. Bu tartışmaların kamuoyunu meşgul edip etmeyeceği ya da ne kadar meşgul edeceği, “Ak Parti ile birleşme ya da kısmi geçişler” yaşandıktan sonra ortaya çıkacaktır veyahut da sadece çok dar bir kesim içinde olumlu ya da olumsuz yanlarıyla tartışılıp toplumsal değişim ve dönüşümlere hiçbir kayda değer katkısı olmaksızın, ‘siyasal magazin’ olarak tarihin tozlu raflarındaki yerini alacaktır…

Siyasi güç parametreleri bakımından ölçek (küçük parti-büyük parti) sorunu ile karşı karşıya kalan bir siyasal hareketin, varoluşunu nasıl sürdüreceğine ya da sonlandıracağına ilişkin önemli bir deneyim örneği sunacağından şüphe duymadığımız bu sürecin, Türkiye muhafazakârlığının siyaset tarzını anlamak bakımından da katkıları olacaktır.

Tümden tükenmek yerine konjonktürün sunduğu fırsatlar çerçevesinde başarılı bir siyasi pazarlıkla oyunda kalmak ve olabildiğince etkili olmakla, ‘ilkesel’ bir tutum alıp ‘başaramadık ve güncel siyasi mecranın dışına çıkıp yeniden düşünmeyi denemek’ açmazında ulaşılacak nihai karar ne olursa olsun muhafazakâr siyasetin tarihsel yolculuğuna, zihniyetine ve toplumsal dinamiklerine dair çok şey söyleyecektir. Çünkü sorun bir ölçek sorunu olarak ele alınınca siyasi hareketin bizzat kendisi tarafından, mefkûre sorununu incelemek de münevverlerin sorunu olacaktır…

Gelecek Partisi’ni büyük muhafazakâr aile içinde kabaca konumlandıracak olsak, gelenekçilik ile modernlik arasına sıkışmış ‘müslüman idealistlerin’ ne İsa’ya (modernistler) ne de Musa’ya (gelenekçiler) yaranamayan zümresi olarak tanımlamak mümkün.

Gelenek içinde köklerini arayacak olsak, Namık Kemal ve Cemalettin Afgani’den daha geriye gidemeyecek kadar modernlik ile tahayyül olarak hilafet ve saltanattan/devleti âli kopamayacak kadar da gelenekçilik arasında sıkışmış bu zümre, Türkiye muhafazakârlığının kendi tarihsel düşünüş tarzıyla yüzleşmesi ve hesaplaşması potansiyeli taşıması bakımından da bir o kadar değerli. Ancak Nedim Yamalı’nın demecinde de aşikâr olan ‘terakki ile ittihad’ arasındaki yol ayrımında en az Namık Kemal kadar ittihatçı hülyadan kopamayacakları da görünüyor:

“Partimizi toparlamaya çalışıyoruz. Özellikle ‘muhafazakâr camiadaki bölünmeyi nasıl toplarız, bu dağınıklığın nasıl üstesinden geliriz”

2.Mahmut ve Tanzimat’tan başlatırsak “Batı Medeniyeti karşısındaki gerilemeyi nasıl aşarız?” sorusuna verilen yanıtlara göre Cumhuriyet’e gelinceye kadar 2 karşıt kutup oluşmuştu. Jön Türkler/Yeni Osmanlılar Batı Medeniyetini izleyen bir “terakki” fikrine odaklanırken, gelenekçiler, geleneğin yeniden ihyası ile “ittihadı islâm” mefkûresinde ısrarcıydılar. Gelenekçilere göre sorun siyasi bölünme, birlik olamama, modernistlere göre sorun bilim ve zihniyetti.

Bir başka deyişle gelenekçiler için devlet hep kutsaldı, mesele hep devleti kurtarmaktı ve halk burada kendine reaya olmak dışında bir yer bulamadı. Modernistler için eşitlik ve özgürlük önemli olduğu kadar “reaya” olmak bir utanç ve isyan konusuydu. Dolayısıyla “halk” modernistlerin ilgi alanına sınıfsal konumlarıyla girdi ve sınıf atlama, halka sınıf atlatabilme özel bir dert oldu. Devletin gücü, halkın gücüyle mündemiç bir okumaya tabi oldu. Cumhuriyet sonrasına ve bugüne de sarkan bu sorun algılama ve çözüm arayışı farkı, Türkiye siyasal hayatını ve bu günümüzü de şekillendirdi…

Nedim Yamalı’nın demecinden devam edersek anlaşılan o ki bugün ülkenin içinde bulunduğu en mühim sorun ‘muhafazakâr camiadaki bölünme ve dağınıklık’ ve bu sorunu kökten çözmenin yolu da ‘muhafazakâr ittihat.’

Dikkat edilirse burada bir temyiz göremiyoruz. İktidara yakın yüksek sınıflardan muhafazakâr ile işten atılmış, kirasını ödeyemeyen muhafazakâr “kimlik” içinde aynı safta ama dağınık. Yani toparlanabilir bir dağınıklık, sınıfsal bir sorun yok…

Bu çerçeveden bakınca Ak Parti buluşması basit bir kariyer yolculuğu olarak ele alınamayacak denli tarihsel ve zihniyet kodlarıyla da iç içe. Birlik yoksa zaten başkaca bir çözüm aramanın anlamı da yok. Hattı zatında 6’lı masa deneyimi ile ‘modernistlerle’ yürünebilecek yolun uzunluğu da ölçülmüş oldu. Yani “kimlik” dışına çıkarak siyaset yapmanın ne ilkesel ne de rasyonel faydası yok.

Oysa 1908 2.Meşrutiyet deneyimine yeniden kimlik gözlüğünden arınıp sınıf gözlüğü ile bakıldığında “kimler kimlerle berber” meydan retoriğinin tarihsel kökenlerini hiç değilse “hakikatine” uygun olarak anlamak mümkün olabilir. İttihat ve Terakki’den, İtilaf ve Hürriyet’e Taşnak Sütyun’dan Araplara, Arnavutlara, Bulgarlara, Romenlere, Rumlara ve daha nice anasıra, değerli bir mefkûre uğruna yani “birbirini eşit ve özgür olarak varsayma” uğruna bugün bile istifade ettiğimiz nice kazanımın kaynağı olduğunu görebiliriz…

Namık Kemal bugün yaşıyor olsaydı muhtemelen Gelecek Partisi’nde siyaset yapmayı tercih ederdi. Muhtemelen bugünkü açmazda da ‘sultanın, hilafetin ve dolayısıyla devleti âli’nin bekâsı’ için muhafazakâr ittihadı önemserdi. Tıpkı 2. Abdülhamit ile giriştiği kanuni esasi deneyiminden elde ettiği acı tecrübelere rağmen ‘belki bu sefer o seferdir’ der yine hüsnü zan ile şansını denerdi ama zihniyet kodlarımızdan asla şüphe etmezdi…

İçinde toplumun olmadığı bir sözleşme ve sözleşmeye uymamayı tanrısal görev ifası olarak telâkki eden lâ yüsel bir önderliğe biatın adını “meşveret” de koysak “meşruta” da desek “meşrutiyetle” de süslesek mutlâkiyet mutlâkiyettir velev ki rejimin adı ‘Cumhuriyet’ olsun… Kaldı ki 2.Abdülhamit’in 30 küsur yıllık mutlak iktidarının hafızalarda değilse bile tarihsel metinlerdeki yeri bize, anayasaların niceliği ve niteliği hakkında çok fazla veri sunuyor. Hatta bu verileri dikkatle izleyenler ki bunlar iki gruba yarılıyor:

TRT yapımı Abdülhamit dizilerini veri alanlarla, doğrudan akademik yayınlardan tarihi vesikalara dayananlar bilirler ki 2.Abdülhamit anayasa karşıtı bir padişah değildi. Aksine nicelik olarak bir anayasanın ortaya çıkmasına vesile ilk padişahtı. 2.Abdülahamit’in ve saray müşaviri Damat Mahmut Paşa’nın itirazı nitelikseldi. Padişah’ın reaya/sıradan halk ve devletlû/kapı kulu bürokrasisi üzerindeki mutlak hakimiyetinin kayıt altına alınmasına, şarta bağlanmasına ve padişahın eylemlerinden dolayı hesap vermesinin istenmesine itiraz ediliyordu. Bir başka deyişle “la yüsel” sıfatının çiğnenmesine itiraz ediliyordu. 1876 kışında la yüselliğini tescil eden anayasa yürürlüğe girdi, bir yıl sonra tatil edildi ama 30 küsur yıl boyunca anayasaya uygun biçimde hesapsız kitapsız yönetimini nizami olarak sürdürdü çünkü ne yapsa ya da yapmasa Kanuni Esasi’ye uygundu.

Örnek vermek gerekirse; Bakanlar kurulunu padişah belirler. Onun tuttuğu ve değiştirilmesini istemediği hiçbir nazır üzerinde meclisin tasarrufu yoktur. Meclis, ayan ve avam olarak ikili yapıdan oluşur. Ayan meclisini padişah belirler ve bir tür danışma kuruludur, padişah razı oldukça ömür boyu görevleri devam eder, ta ki a-rıza durumunda rıza dışına çıkan herkes gibi 113. Maddenin kapsamına girerler. Avam meclisi ki eski dilde “umum meclisi” denirmiş, bir kere seçilip 1908’deki ikinci açılışa kadar 30 küsur yıllık en uzun meclis tatili rekorunun sahibi olmuştur…

Hülâsa; Tanzimat’ın Bab-ı âli istibdadına (vesayetçi bürokrasi) karşı girişilen Kanuni Esasi ‘devriminin’ yarattığı sultan istibdadı (vesayetçi bürokrasiyi vesayeti altına alabilen hükümdar) arasına sıkışmış demokrasi yolculuğumuzda ömrümüz vefa etmez ama umulur ki çok uzak gelecek kuşaklar “hukuki ve hukuktan bağımsız hiçbir merci olmaksızın bir sözleşme” inşa edebilirler ve ne yazık ki bu mümkün olacaksa, başaracakları bu büyük ülkü için geçmişlerinde ve geleneklerinde  hiçbir referans bulamayacaklar…

- Advertisment -