“Çeteleşme temayülü gösteren, kendi ikbali dışında ikbal tanımama itiyadı geliştirmeye çabalayan bir insan kaynağının AK Parti’ye çöreklendiğini düşünüyoruz. Belki de kimilerine göre yanlış düşünüyoruzdur ama böyle düşünüyoruz ve AK Parti’nin mevcut insan kaynağının değişmesini ve/veya dönüştürülmesini de bu yüzden arzu ediyoruz.”
Yeni Şafak Yazarı İsmail Kılıçarslan’a ait bu satırlar, seçim sonrası AK Parti kamuoyunda yürütülen özeleştiri sürecinin en yaygın temalarını içeriyor: ikbalci partililer üzerinden atılan bir ahlak salvosu ve arınma çağrısı. Neyse ki İsmail Kılıçarslan, pek çokları gibi bu partilileri müphem bir küme olarak bırakıp hayalet tartaklamanın konforuna kendisini kaptırmıyor.
“Karnından konuşmayacak” olduğundan bahsederek, Efkan Ala’yı, Yusuf Ziya Yılmaz’ı ve partinin kampanya yürüttüğü ajansı açıkça hedef tahtasına oturtuyor.
Kılıçarslan, partinin Kemalistlerle olan karşılıksız flörtü gibi birkaç ideolojik eleştiride bulunsa da, nihayetinde başarısızlığı partinin kadro tercihlerine ve idari kararlarına indirgiyor. Bu tercih ve kararları, herhangi bir şekilde AK Parti’nin bileşenlerinden birisi olduğu rejimin yapısı ve nitelikleriyle bağdaştırmayı tercih etmiyor.
Eğer bunu yapabilseydi, yazının sonunda bağlılığını ve muhabbetini büyük bir zevkle ifade ettiği Erdoğan’ın seçim yenilgisi için elzem bir özeleştiri sürecini başlatmış olacaktı. Oysa ki İsmail Kılıçarslan, seçim sonrası İslamcı mahfillerde işletilen özeleştiri sürecinin tipolojik bir örneği olarak, eleştirinin yapıcı imkânını, kınamanın hazzına feda ediyor.
Kınamak, yani her olguyu tekil ve onu üreten koşullardan kopuk olarak yalnızca ahlaki bir yargının konusu yapmak. Eleştiri ise muhatabı olduğu sonuçları, sonuçların kendisinin ötesine geçirerek bir ilişkiler bütünü kurar. Bu sebep-sonuç ilişkileri, politik aktöre bir öngörü ve bunun sonucu olarak bir eylem sahası açar.
Fakat bu kınamada da kantarın topuzunu kaçırmaktan ürkmüş olacak ki son paragrafa şu cümlelerle başlama ihtiyacı duyuyor: “Her zaman söylediğimi bir kez daha söyleyeceğim. Benim Recep Tayyip Erdoğan’dan başka bir ajandam yok. Olmadı. Allah’ın izniyle olmayacak da. Çünkü Türkiye’nin ‘en doğru ortalaması’nı Erdoğan’ın temsil ettiğini düşünüyorum.”
İsmail Kılıçarslan’ın bu konudaki eleştiri girişiminin takıldığı sınır, pek çok partilinin seçim sonuçlarını izah ederken yaşadığı güçlükle örtüşüyor. Bu güçlük, kötülük problemiyle boğuşan ilahiyatçıları hatırlatıyor. Tanrısal olanı, mutlak iyi olanı arızi olandan ayırt etme çabası âdetâ. Bütün bir hatalar yığınının failsiz bırakılması, yahut “Akapeliler” ya da çalışmayan partililer gibi bir kategoriye bütün suçu yıkıp, ardından yapılan bir eleştirinin konformizmi. Durum öznenin kendisine yönelttiği bir eleştiri niteliği kazandığında ise, bir günah çıkarma merasimi olarak cereyan ediyor. “Reis”e daha güçlü destek çıkılacağına dair tövbeler ediliyor, antlar içiliyor.
Ve fakat tarihin ironisi şu ki, Erdoğan’ın ve AK Parti’nin mevcut seçimin özeleştirisini vererek kendisini yeniden üretebilmesi, AK Parti’nin Cumhur İttifakı döneminde saplandığı devletçiliğin ve otokrasinin eleştirisine koşullu. Kendisini rıza ve vatandaşlık hukuku değil de milliyetçi söylem üzerine kurulu bir devlet tekeli üzerinden kuran bir iktidar perspektifi, Erdoğan’ın temsil ettiği İslamcı-muhafazakâr organik kitleleri asimile ediyor.
Bu asimilasyon bir yandan mevcut ideolojik söylemler (ihtişamlı cumhuriyet seremonileri, görkemli militarist kampanyalar vs) üzerinden tezahür ederken, öte yandan partinin organik kurucu kadrolarının devletteki iktidar alanı günbegün daralıyor. Paradoksal bir biçimde, bu tür bir devlet biçiminin yarattığı bütün maliyetler, ideolojik düzeyde İslamcılara kesiliyor. Tahribatın ana aktörü olan milliyetçilik, aynı zamanda bu devletin vatandaş için yarattığı maliyete itirazın meşru alanı niteliği kazanıyor. Bu iki yönlü daralma 14 Mayıs seçimlerinin büründüğü adeta kalıtsal nitelikteki ayrışma içerisinde kendisini kamufle etmiş olabilir, fakat gerek seçim sonuçları gerek toplumun demografik dönüşümü, bu dönüşümün ciddi sonuçlarını üretmeye başladığını gösteriyor.
Seçimin hemen akabinde Van’da gelişen olaylar da, partinin 31 Mart sonrası karşı karşıya kaldığı özeleştiri sürecinin aciliyetini bir kez daha görünür kıldı. Tercih edilebilecek en güvenlikçi perspektiften bakıldığında dahi bir işlev atfedilemeyecek bir mazbata krizinin eşiğinden dönülürken, partiye dönük esaslı eleştiri hamlelerinin nüveleri belirdi.
Hayati Yazıcı, Aziz Babuşçu, Adnan Boynukara, Orhan Miroğlu, Şamil Tayyar gibi Ak Parti’nin tecrübeli isimlerinin attığı eleştiri tweetlerine, 2017 sonrası rejimin mimarlığına soyunan saray bürokrasisinin etkili isimlerden olan Mehmet Uçum’dan sert ve tehditkâr bir cevap geldi: “İktidar içinde yer aldığı kabul edilen ve neo liberal zehirle zihin dünyalarını batıcılığa teslim etmişlerin bu olayda aldıkları tutumlar kaydedildi…”
Olası bir özeleştiri sürecinin harekete geçme ihtimalinde beliren gerilim, AK Parti’nin seçim sonrasında alacağı yönü tayin edecek. Uçum’un dilinde devletli ve tehditkâr, partinin daha sivil unsurlarının beyanlarında daha naif ve ahlakçı bir ifadeye bürünen “kınama” psikolojisi devam mı edecek, yahut bir grup AK Partililerin önünü açmaya çalıştığı esaslı bir eleştiri süreci mi işletilecek? Erdoğan’ın MKYK sonrasındaki açıklamaları güçlü eleştiri sinyalleri verse de, henüz bu ayrışmada bir cephe aldığını söyleyebilmek güç.
AK Parti içerisindeki ayrışma ve tartışmalar ilgiye layık. Bu ilgiden yoksun olmanın maliyeti, Türkiye muhalefetini konformist ve Erdoğan tipi devletçiliğin devralındığı bir iktidar dönemine hazırlar. Muhalefet içerisinde buna uygun aktörlerin mevzi kazanmasının yolunu açar. Zira Türkiye’deki devlet aygıtı, bu tip otoriter bir işleyişle tahkim edildi. Meşru olanın sınırları, bu otoriterlik çerçevesinde yeniden çizildi. Bu tahkimat ve gerileme, iktidarı biçimlendirdiği kadar muhalefete da kadrolar ve söylem düzeyinde yön veriyor. İktidarın gireceği böylesi bir özeleştiri süreci, muhalefeti de bu otoriter yükten özgürleştirecektir.
Bu rejimi Erdoğan inşa etti. Değişimi, hattâ yıkımı onun eliyle mümkün çünkü rejim onu zorluyor. O değiştirmez veya yıkmazsa, ardından gelenin şimdikinden daha iyisini yapacağının herhangi bir garantisi yok.