Kuru Otlar Üstüne’nin kapkaranlık bir film, öğretmen Samet’in Nuri Bilge Ceylan’ın yarattığı en kötü ve en karanlık karakter olduğu üzerinde neredeyse bir konsensüs oluştu. O kadar ki, filmin gösterime girmesinin ardından düzenlenen bir seyirci söyleşisinde seyircilerden biri, ‘Samet’in kötülüğü’ hakkındaki sorusunu burada herhangi bir tartışmanın olmadığı varsayımıyla (tabii ki Ceylan da öyle düşünüyor olmalıydı) sordu. Mealen: “Samet’i neden o kadar kötü ve karanlık bir tip olarak çizdiniz?”
Cevap Nuri Bilge Ceylan’dan şöyle geldi (yine mealen): “Ben Samet’in kötü bir karakter olduğunu düşünmüyorum.”
Aynı kanaatteyim. Ne Samet kötü ve karanlık bir karakter ne de Kuru Otlar Üstüne kötümser bir film… Fakat ‘kötümser’in yerine ‘karamsar’ı koyarsanız iş değişir; doğru, Samet’in de Kuru Otlar Üstüne’nin de başat vasfı karamsarlık; yani niyetiniz insandan ve insan ilişkilerinden dürüstçe söz etmekse yüzleşmek zorunda olduğunuz en temel duygu…
Başlıktan itibaren karamsarlıkla kötümserliğin farklı manalara sahip olduğunu söylüyorum ve belli ki bu ayrım bu yazıda kullanacağım temel argümana dayanak olacak, öyleyse Nuri Bilge Ceylan, Kuru Otlar Üstüne ve öğretmen Samet’ten önce, yaptığım bu ayrım hakkında bir şeyler söylemeliyim.
Doğrusu birçok insan gibi ben de bu ikisini aşağı yukarı aynı manayı taşıyorlarmış gibi düşünür, gündelik konuşmalarımda öyle kullanırdım. Ta ki Dücane Cündioğlu’nun Tarihe ve Siyaset’e Dair başlıklı kitabını okuyana ve oradaki ayrımı öğrenene kadar. Şöyle diyordu Cündioğlu kitabın bir yerinde:
“Karamsarlık, olanın karalığını bütün o açıklığı içinde teşhis etmek demek. Kötümserlik ise tam da aksine, olacak olanın ışığını karartmaya çalışmak, düpedüz umutsuzluk demek. Umudun, doğduğunda, inadına karanlıklar içinden doğacağını bilmemek demek. Kötümserlik ne kadar umutsuzluksa, karamsarlık da bir o kadar umut demek.” (Kaknüs Yayınları, 2005, s. 116.)
Bu ayrım burada dursun, tekrar döneceğim.
Hayatın sıkıcılığıyla dürüstçe yüzleşen sinemacı
2008’de bir Nuri Bilge Ceylan portresi yazmış, portrenin girişinde şair Lale Müldür’ün TRT için yaptığı bir programdan, oradaki bir köylüyle diyaloğundan söz etmiştim. Aktarıyorum:
“(…) Tahmin edebileceğiniz gibi popüler bir felsefe programıydı. Hiç unutmuyorum, birinde, köy kahvesinde bir amcayla ‘hayatın sıkıcılığı’ üzerine konuşuyordu. Muhatabından aldığı tepkiler hiç fena değildi, Müldür o heyecanla lafı günlük sıkıntıdan felsefi sıkıntı noktasına getirdi yavaş yavaş: ‘Bir de yaşama sıkıntısı diye bir şey var, biliyor musun, yani dünyaya gelmiş olmaktan, yalnızlık duygusundan kaynaklanan bir sıkıntı…’ Köylü amca, baktı iş sarpa sarıyor, ‘vardır illa ki’ deyip kestirip attı. Lale Müldür de daha fazla zorlamadı; bu sevimli diyalogu hızla sonlandırıverdi.”
Nuri Bilge Ceylan, filmlerinde Lale Müldür’ün köylü amcaya anlatmaya çalıştığı şeyi, ‘yaşama sıkıntısı’ diyerek anlaşılır kılmaya çalıştığı ‘varoluş sıkıntısı’nı ve insanın yalnızlığını anlatıyor durmaksızın. Muhatap(lar) bu kez, köylü amcanın tersine konuyu gayet güzel anlıyor. Anlıyor ve çok büyük bir bölümü, onları kendi varoluş sancılarıyla yüzleştiren bu aynaya bakınca sinirleniyor. Çok küçük bir bölümü ise gerçeklikten kaçıp yalan bir dünyada yaşamaktansa gerçeklikle ve onun sıkıntılarıyla yüzleşmenin daha dürüst bir tavır olduğu inancıyla o filmleri nimet sayıyor. Nuri Bilge Ceylan da zaten filmlerini sayılarının çok az olduğunu bildiği o insanlar için yapıyor.
Varoluş sıkıntısının (tersinden, yok olacağını bilmenin sıkıntısı da diyebiliriz) delirtici sahiciliğine ve gücüne karşı insanoğlu bugüne kadar iki tür tavır geliştirdi: Yokmuş gibi davranmak ve yüzleşmek. Nuri Bilge Ceylan, yüzleşmeyi tercih edenlerden…
İnsana baktığında ilk gördüğü şey iç sıkıntısı ve huzursuzluk olan bir sanatçı doğal olarak en çok bunu anlamak ve anlatmak ister. Evet, Nuri Bilge Ceylan’ın karakterleri huzursuz ve sıkıntılıdır fakat bu onları ‘kötücül ve karanlık’ yapmaz. Ya da şöyle diyelim: Nuri Bilge Ceylan filmlerindeki karakterler üç aşağı beş yukarı bizim kadar ve çevremizdeki başka insanlar kadar ‘kötücül ve karanlık’tır, fakat bunun ‘normal’ olduğunu kabullenmek zor çünkü o zaman kendimizin de o karakterler kadar ‘kötücül ve karanlık’ olduğunu kabul etmiş olacağız.
Nuri Bilge Ceylan’ın kendisine soru soran seyirciye hayret ettiği kadar var: Hakikaten Samet ‘kötücül’ ya da ‘karanlık’ değil, sadece insan ve insan dediğin, büyük yalnızlığıyla baş etmeye çalışırken, bu amaçla başkalarından ‘ışık’ almaya çalışırken onlara içindeki karanlığı da yansıtır; hepimiz gibi. (Samet, öğrencisi Sevim’in ışığından faydalanmak isterken ona zaman zaman kötü davranıyor, doğru, fakat bu onun kötü bir insan olduğunu mu gösteriyor yoksa sadece insan olduğunu mu?)
Yani aslında Nuri Bilge Ceylan’ın bize tuttuğu aynaya ‘gerçekçi’ bakabilsek, Samet’i bizim kadar ‘normal’; ‘kötücüllüğünü’ ve ‘karanlığını’ ‘sıradan’ kabul edebilsek rahatlayacağız ama edemiyoruz.
Nuri Bilge Ceylan karakterleri kötümser değil, karamsar…
Doğru, Nuri Bilge Ceylan’ın insanına bakarken huzurlu, ışıklar içinde coşkuyla yüzen bir varoluş görmüyoruz. Nuri Bilge Ceylan karakterleri o varoluşun “karalığını bütün o açıklığı içinde teşhis ediyorlar”, yani karamsarlar ama bir yandan da kendi içlerindeki ışığı aramaya devam ediyorlar. Başkalarının ışığından ‘çalmaya’ çalışmak da mesailerinin bir parçası ama bu başkalarına karşı düşmanlığa ya da hasete yol açmıyor. Onlar, umutlarını tümden tüketmiş kötümser insanlar değil, acı çekseler de umut etmeye devam eden karamsar insanlar… Hepimiz gibi…