İhtimaller arasında ölümün de olduğu bir kavgaya girişmek cesaret ister. “Yan bakmak” gibi, “trafik horozlanması” gibi süflî nedenlerle başlayan, televizyonlarda her gün bir ya da birkaçına tanık olduğumuz kavgaların tarafları da buna dahildir. Yani cesareti salt cüret etme kapasitesi olarak anlarsak, evet, onlar da cesurdur.
Cesaretten nasibini almamış insanlar, yani korkaklar bu tür kavgalardan ve başka her türlü beladan uzak dururlar. Yazar William Saroyan onları çok sever ve “Ödlekler Cesurdur” adlı öyküsünde korkakları şöyle anlatır:
“En iyi insanlar ödleklerdir. En ilginç, en kibar, en has ve suç işleme ihtimali en az olanlar gene onlardır. Asla bir banka soymayı düşünmezler. Akıllarından bir başkana suikast düzenlemek gibi bir şey geçmez. Yolda yürürken, çukur kazan bir amelenin gözüne kum sıçratsalar, amele de onlara küfretse, ödlekler onurlarının lekelendiğini düşünmezler ve onun için de ameleyle kavga edip bir araba dayak yemelerine gerek kalmaz. Onun yerine, ‘özür dilerim, isteyerek olmadı’ der, yollarına devam ederler. Ödlekler terbiyeli insanlardır ve bir o kadar da düşünceli.”
Saroyan bununla da kalmaz, neredeyse her zaman iyi, kibar ve ilginç dediği ‘ödlekler’in sık sık da cesur insanlar olarak karşımıza çıktığını has bir edebiyatçının ikna ediciliğiyle anlatır hikâyesinde ve şöyle der:
“Ödlekler iyidirler, ilginçtirler, kibardırlar; bir kuleden insanların üzerine ateş etmeyi asla düşünmezler. Yaşamayı arzularlar, böylece de çocuk sahibi olacak kadar uzun yaşayabilirler. Ödlekler cesurdur.”
(Bu çarpıcı hikâyenin ayrıntısı için yaklaşık 10 yıl önce kaleme aldığım şu yazıya göz atabilirsiniz, https://serbestiyet.com/yazarlar/metrobus-faciasi-ve-odlekler-kadar-cesur-olabilmek-22648/).
Fakat tabii sonunda kendi ölümüne yol açabilecek kavgalara süflî gerekçelerle girenlerin cesaretiyle, ‘yüce’ bildiği bir inanç uğruna ölümü göze almışların cesareti arasında bir ayrım yapmalıyız. Birinciler saygıya layık değildir, fakat ikinciler -davanın niteliğine bakılmaksızın- saygıya layıktır. Yalnız Türkçemizde (eskisinde ama) bu saygıya layık cesaret türü de iki farklı kelimeyle karşılanır: Celâdet ve Şehamet (Celâdet: bahâdırlık, kahramanlık, yiğitlik… Şehâmet: zekâ ve akıllılıkla berâber olan cesâret, yiğitlik –Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat.)
“PKK’da olmayan şey: Şehâmet…”
Tam 13 yıl geçmiş “PKK’da olmayan şey: Şehâmet” başlıklı yazımın üzerinden… O yazının ilk cümlesi de şöyleymiş:
“Bir isyanı başlatmak için ‘celâdet’ yeter, fakat onu tarihsel olarak doğru bir noktada durdurmak için ‘şehâmet’ sahibi olmak gerekir, PKK’da olmayan da bu galiba.”
Cümlenin gidiş yolundan çıkartabileceğiniz gibi yazının konusu, Abdullah Öcalan’ın önceki gün (27 Şubat) PKK’ya “yapın” dediği şeymiş:
Yazının “PKK tarihsel momenti kaçırmak üzere” ara başlığıyla devam eden bölümü de şöyleymiş:
“Bugünün Türkiye’si (hiç şüphesiz başta PKK’nın tarih sahnesine çıkışı olmak üzere) çok sayıda etkenin rol oynaması neticesinde ‘Bunların hepsini konuşabiliriz, fakat önce şu saldırılarını durdurman gerekiyor’ noktasına nihayet gelmiş durumda…
“Dolayısıyla bu andan itibaren, Hüseyin Aygün’e dağdaki genç PKK’lıların dediği gibi şiddetin meşruiyeti kalmamıştır.
“PKK, birkaç yıldır bir türlü idrak edemediği bir tarihsel momenti tecrübe etmekte… PKK’lılar bu momenti değerlendirebilirlerse, tarih, bence biraz da iltimas geçerek hükmünü şöyle koyacak: ‘Başka çareleri kalmamıştı, onlar da ‘madem öyle, soyunun dövüşeceğiz’ demek zorunda kaldılar; dövüşmenin meşruiyetinin kalmadığını ise biraz gecikerek de olsa idrak ettiler.’
“Tarih ya böyle diyecek ya da onlara layık göreceği şey, zilletten başka bir şey olmayacaktır.”
Çözüm Süreci’nin ucunun göründüğü zamanlarda yazılmış bir yazıydı, ne var ki umutlar o zaman sonuç vermemişti. Şimdi Öcalan PKK’ya bir şehâmet aşısı yapıyor. Görünen o ki PKK’nın lideri bu defa çok farklı bir tondan konuşuyor ve büyük bir ihtimalle bu defa sözünü geçirecek.
Haksızlık etmemek lazım: Öcalan çok uzun yıllardır silahın miadını doldurduğunu düşünüyor ve bunu her fırsatta dile getiriyor. Yani onun nevzuhur bir şehâmet sahibi olduğunu söylemek haksızlık olur.
Peki neden olmadı? Olmadı, çünkü çatışmanın iki tarafı da çatışmadan yarar umuyordu. Terör söylemi, ülkedeki hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması için devletin ihtiyaç duyduğu en kullanışlı araçtı, aynı şekilde PKK da örgütsel varlığının devamı için aynı araca muhtaçtı. İki taraf da sadece çalıştığı ve bildiği sorulardan sınava girmek istiyordu; ‘yanlış’ soruları pas geçtiler.
Fakat artık deniz bitti. Bu noktadan itibaren PKK’nın şiddeti, devletin de otoriterliği sürdürmesi çok zor.
Konuyu buradan devletin otoriterliğe neredeyse mecbur olduğunu anlatmaya başladığım geçen yazıma bağlayıp bitiriyorum.
“İktidarın bugün otoriterleşmeye ihtiyacı var mı?” Var, hem de nasıl…” başlıklı o yazının sonunda bir sonraki yazının konusunu “Otoriterleşmenin 10 yıllık geçmişi ve bugünü iktidarın bundan sonraki adımları hakkında bize ne söylüyor?” diye duyurmuştum.
Şimdi onu “Otoriterleşmenin 10 yıllık geçmişi, bugünü ve Öcalan’ın çağrısından sonra doğan atmosfer iktidarın bundan sonraki adımları hakkında bize ne söylüyor?” diye revize ediyorum.
Bu soruyu sonraki yazıda cevaplamaya çalışacağım.