Serbestiyet’te geçtiğimiz Cuma (23 Eylül) yayımlanan “Tarih, 2022’yi demokrasilerin otoriterliğe karşı muhkem durmayı karara bağladığı bir yıl olarak kayda geçirebilir” başlıklı yazımda şöyle bir hipotez öne sürmüştüm:
“Biri 2021’in (6 Ocak, Trump’çıların Kongre baskını), öbürü 2022’nin (24 Şubat, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı) başlarındaki iki olay, otoriterliğin yükselişi konusunda demokrasiler üzerinde uyarıcı bir etkide bulundu ve demokrasiler, ortaya çıkan ‘barbar enerjisi’ karşısında birlikte bir karar verdiklerini düşündürtecek tarzda mücadeleci, dirençli bir yolu benimsediler.”
Yazının ilk bölümünde bana bunu düşündürten gelişmeleri sıralamış; ortaya konan siyasi kararlılığın önemli ve olumlu olduğunu teslim etmiş; devam yazısında da bu gelişmelerin ima ettiği sadece güce dayalı bir kararlılığın yetersizliğine dair düşüncelerimi dile getireceğimi söylemiştim.
O noktadan devam ediyorum…
Kaleyi fethe gelen barbarlara karşı kararlı ve sert olmak yeter, ama ya kale halkında barbar sempatisi varsa?
Konuyu somut olgular ve aktörler üzerinden tartışmaya başlamadan önce, anlamayı kolaylaştıracağı düşüncesiyle şöyle bir metafor kuralım: Demokrasiyi bir kale, yönetimini de demokratik devlet gibi düşünelim; basitleştirmek için bir de ordu ve halk kategorileri varsayalım (akla gelebilecek irili ufaklı başka her türlü kategoriyi ihmal ediyoruz). Son olarak varsayımımıza, dışarıdan kaleyi fethe gelen otoriter zihniyetli bir güç ekleyelim. Kale şayet devletiyle, ordusuyla, halkıyla demokrasiden yanaysa ve demokrasiyi korumaya kararlıysa, kaleyi teslim almaya gelen otoriter güce karşı kararlı ve sert olmak, etkili bir silahlı direniş organize etmek yeter. Böyle yapıldı diye zafer belki garanti değildir ama yapılacaklar işte bundan ibarettir.
Peki ya kale halkında kaleyi teslim almaya gelenlere sempati duyan birileri varsa? Bu birileri adeta bilinçdışı bir itkiyle onları kendine yakın, fakat tepelerindeki demokratik yöneticileri kendilerine uzak buluyorsa? Bunların sayısının çok az olması durumunda bir sorun çıkmayabilir; peki ya sayıları çoksa? Ya bu tercihleri, onları yöneten demokratik yöneticilere ve o demokratik yöneticileri destekleyen halk kesimlerine anlaşılmaz hattâ akıl dışı görünse de, tercihlerinin arkasında kararlılıkla durmaya devam ediyorlarsa? İşte bu, “otoriterliğe (barbarlığa) karşı siyasi sertliğin ve kararlılığın yetmediği”, otoriterliğe karşı demokratik sertlik ve kararlılık önerenlere “evet ama yetmez” cevabının verilmesini gerektiren duruma tekabül eder.
Demokrasi kalesi, ne zamandır bu büyük sorunla malûl
Bütün dünyada otoriterlik yükseliyor, popülist-otoriter liderler yaygın bir teveccüh görüyor, en demokratik ülkelerde bile kendilerine “aşırı” ya da “radikal” sıfatı uygun görülen sağ siyasi eğilimler köklü sol-sosyal demokrat partilerin önüne geçebiliyor. 20. yüzyılın sonlarından başlayan ve 21. yüzyıla damgasını vuran yeni bir rüzgâr bu.
En tazesini bu Pazar (25 Eylül) yaşadık: İtalyan seçimlerinde sağ milliyetçi İtalya’nın Kardeşleri partisi birinci oldu; partinin gençken Mussolini hayranı olan, polisin işkence yapmasını, göçmenlerin gemilerinin batırılmasını, boşanmanın ve kürtajın zorlaştırılmasını savunan milliyetçi sağ lideri Giorgia Meloni, İtalya’nın ilk kadın başbakanı olmaya hak kazandı.
Peki neden böyle oluyor? Demokrasiler neden bu tür siyasi akımlar üretiyor? Bu partiler insanların hangi duygusal-psikolojik ihtiyaçlarını karşılıyor? Demokrasiler, bu sorulara cevap vermeden, yükselen ve kendilerini açıkça tehdit eden otoriter devletleri-liderleri salt siyasi kararlılık ve sertlikle geriletemez. Aynı şekilde: Demokratik ülkeler demokrasinin imkânlarını kullanarak demokrasileri yıkmaya heves eden kendi ülkelerindeki popülist-otoriter liderleri de salt siyasi-hukuki kararlılıkla, demokratik sertlikle geriletemez.
Geçenlerde Cemalettin Taşcı, başka bir meseleyi anlatırken (“Yunanistan’la savaş veya barış”, Serbestiyet, 8 Eylül) bence çağımızın popülist-otoriter liderlerine gösterilen teveccühü anlamada altın anahtar kıymetinde birkaç cümle sıraladı:
“Şu içinde yaşadığımız çağda, sadece Türkiye’yi değil, bütün dünyayı ırgalayan esas mesele bu. Yani hasbelkader bir post elde etmiş olanların, alttan gelip o postu paylaşmak isteyenlere dirsek çevirmesi. Bugüne kadar alttan gelenlerin yukarıdaki düzeni sarsacak gücü yoktu, düzen kendisini sürdürdü. Ama son otuz, kırk yılda imkânlar aşağıya doğru yayıldı. Eskiden de aşağıdakiler yukarıdakilerin manevi otoritesine muarızdılar ama düzeni sarsacak güçleri yoktu. Şimdi var. Ve yukarıdakiler, barışseverlikten hayvanseverliğe, oradan doğaseverliğe, oradan demokrasi severliğe, oradan artık neresi uygunsa oraya sıçrayarak, esasen, kendi koordinatlarını koruma derdindeler.”
‘Soylu’ toplumsal talepler, onlara ilgisiz kitleler ve popülist liderler
Cemalettin Taşcı’nın bu cümleleri bana, ara ara didiklediğim “Popülist liderlerin cazibesi” bahsini hatırlattı. Bu cazibenin künhüne varmadan popülist-otoriter liderlerle baş etmenin imkânı yok. Şu anda tartıştığımız konu bağlamında söylersek: Popülist-otoriter devletleri, akımları, liderleri durdurmak ve geriletmek için siyasi kararlılık ve sertliğe, evet ama yetmez!
Peki nedir bu cazibenin sırrı?
Kitlelerin tercihlerini rasyonel hesap ve yararlardan çok duygular belirliyor. Duygular derken boşlukta sallanan, nereden geldiği belli olmayan bir manevi evrenden söz etmiyoruz. Altında tatmin edilmiş ya da edilmemiş talepler; teslim edilmiş ya da edilmemiş haklar; kulak verilmiş ya da verilmemiş yakarmalar olan, yani maddi temeli olan manevi bir evrenden söz ediyoruz. Bunlar birikir, birikir ve kolay kolay değişmeyen yoğun duygulara dönüşür. “Bu halk da kardeşim takım tutar gibi parti tutuyor” veya “Bu halk da kardeşim 70 yıldır yüzde 70 sağ yüzde 30 sol diyor, hiç değişmiyor” diye yakınmak bu katı gerçekliği değiştirmede bir işe yaramaz, fakat yoğunlaşmış duyguların bu özelliğini bilmek işe yarayabilir.
Peki, günümüzde hangi yoğun(laşmış) duygular popülist-otoriter liderleri, yönetimleri geniş kitlelerin gözünde cazip hale getiriyor? Ben kendi cevabımı, bu konuları ele almaya başladığım 2019’da “lütfen hüküm cümlesi saymayın; sadece, tartışmak için” rezervini de düşerek şöyle vermiştim:
“Acaba, diyorum, liberaller, demokratlar ve hatta hiçbir talebin işçi sınıfının taleplerinden üstün olmadığını savunan solcuların, 1960’lardan itibaren öne çıkardığı taleplerde ve o talepleri savunurken baş vurdukları dilde bir sorun olabilir mi? Ve bu sorun, kendilerini, o taleplerin eğitimli taşıyıcılarının kullandığı imkânlardan mahrum sayan daha az eğitimli ve daha yoksul kesimlerde, son evresinde öfke patlamasına yol açan bir tepki birikimine yol açmış olabilir mi?
“Bu soruyu biraz daha açarak şöyle sorayım: Acaba, dünya çapında aydınların 1960’lardan sonra yoksulluk, işsizlik, eşitsizlik, adaletsizlik gibi sorunlardan çok özgürlük, çevre, cinsellik, feminizm gibi kavramları öne çıkarmaları, toplumun bunlarla çok da ilgili olmayan kesimlerinde, aydınların ve onların yön verdiği siyasetçilerin kendi asli sorunlarından uzaklaştıkları gibi bir algıya yol açmış ve onları popülist-otoriter siyasetçilere itmiş olabilir mi?”
Kolayca fark edileceği gibi epeyce ürkek bir tonda sormuşum soruyu. Doğrusu bugün aynı soruyu daha atak bir ruh haliyle sormak eğilimindeyim.
Popülist liderler, küçümsenmiş, horlanmış, iktidar alanının dışında tutulmuş; talepleri ilkel, kaba, çağdışı sayılmış geniş kalabalıkların örselenmiş duygularını sağaltacak ilaca sahip değiller, ama acıyı biraz olsun azaltacak merhemleri var.
Merkezi Washington’da bulunan Middle East Institute (Ortadoğu Enstitüsü) adlı düşünce kuruluşunun Türkiye Programı’nın direktörü Gönül Tol, ABD’deki 2020 seçimleri sonrası Gazete Duvar’dan İslam Özkan’a verdiği söyleşinin girişinde işaret ettiği bir nokta, popülist liderlerin bazıları için neden “ilaç olmasa da merhem olma” kapasitesi taşıdığını iyi ifade ediyor:
“(Hillary) Clinton, Trump’a oy verenler için ‘içler acısı’ durumdalar demişti. Özellikle ‘Rust belt’ denilen orta batı eyaletlerinde, endüstriyel kesimde, işçi emekçi kesimde bu çok büyük bir tepkiye yol açmıştı. Buralarda Demokrat partili valiler, bazı yöneticiler, bu söylemden sonra partiden ayrılmışlardı. Trump ise New York’tan gelen bir milyarder olarak ‘Ben sizi anlıyorum, sizin gibi konuşuyorum, Hillary gibi süslü cümleler kuramam, siyasetçi değilim ama sizi seviyorum, size saygı duyuyorum’ dedi. Trump, bu insanların gözünde müesses nizam karşıtı, ‘Washington’daki bataklığı kurutma’ söylemiyle siyasete soyunmuş bir isim. Bunların gerçekle hiçbir ilgisi olmayabilir. Trump gelmiş geçmiş en yozlaşmış insanlardan biri. Ama insanların algısı önemli. Ona oy verenler böyle düşünmüyor.”
Sonuç olarak: Demokrasiler ve demokrasiyi savunanlar “alttan gelip postu paylaşmak isteyenlere dirsek çevirmeye” devam ettikleri sürece, ya da demokrasi onlar için de demokrasi olmadığı sürece, onlara onlardanmış duygusunu veren otoriter-popülist liderlere, yani demokrasi kalesini fethetmeye gelen ‘barbarlara’ bel bağlamaya devam edecekler. Ve demokrasiler en azından şimdilik “esas mesele”yi (‘dirsek çevirme’ meselesi) aşabilecek çözümler üretmede kayda değer bir adım atabilmiş değil.
Popülist-otoriter siyasetler duyguları istismar ederek büyüyorlar ve insanlığın önündeki sorunlara çare olma ihtimalleri yok. Fakat demokrasiler bu sorunlara ancak paradigmayı değiştirerek cevap verilebileceğini anlamazlar ve yeni arayışlara girmezlerse ortam popülist-otoriter siyasetçiler için her zaman müsait olacak.