İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan, göreve gelişinin altıncı ayında (Aralık 1994) belediyeye ait olan Kanal 7’de gazetecilerin ‘serbest’ sorularına açık bir “icraatı gözden geçirme ve hesap verme” toplantısı düzenlemişti. Aktüel dergisinin genel yayın yönetmeni olarak ben de davet edilmiştim programa. O stüdyoda taze İBB başkanına sorduğum bir soruya aldığım cevabı hiç unutmadım.
O günlerde, Fransa’da yaşayan bir kadın ressamımızın sergisiyle ilgili bir tartışma vardı. Sergi için Belediye’nin bir mekânı kiralanmış, fakat kokteylde konuklara içki sunulmasına izin verilmemişti.
Ben, çiçeği burnunda belediye başkanına, “kendi davetlerinde içki sunmamalarına kimsenin bir şey diyemeyeceğini, fakat başkalarının davetinde kendini söz sahibi sayma tavrının tehlikeli bir özgürlük kısıtlaması olduğunu” hatırlattım ve şöyle sordum: “Günah olduğuna inanıyorsunuz, peki neden insanları kendi günahlarıyla baş başa bırakmıyorsunuz?”
Gelen cevap biraz ‘kan dondurucu’ türdendi: “Çünkü ben aynı zamanda bu şehrin imamıyım. İnsanların günah işlemesine engel olmak da görevlerim arasındadır.”
O toplantının bir veçhesi buydu ama önemli bir veçhesi daha vardı: Erdoğan’ın “ben aynı zamanda bu şehrin imamıyım” sözlerini kutuplaştırmacı bir siyasetin ilk tehlikeli mesajı olarak algılayan ve haklı olarak tartışmaya açan laik-seküler cephenin kanaat önderleri de aynı katılıkla malûldü. O günlerin ruh halini anlamak için meselenin bu veçhesini de anlatmalıyım…
Kanal 7 stüdyosuna gittiğimde, ‘laik-muhalif basın’dan benden başka kimsenin olmadığını gördüm, oysa -bugünkünün tersine- onlar özellikle çağrılmıştı programa. Sordum: Birçok ismi çağırmışlardı fakat hiçbiri gelmemişti. Size bugün tuhaf gelebilir, fakat o zamanlar gazetecilerin gözünde ne tek muhafazakâr televizyon olan Kanal 7’nin, ne de seçilmiş de olsa Tayyip Erdoğan’ın bir meşruiyeti vardı. Dolayısıyla hepsi programı ‘boykot’ etmişti. Erdoğan’a soru soracak ‘gazeteciler’ arasında yer alan, bitişiğimdeki tıp doktoru Hüsrev Hatemi (yeterince gazeteci bulunamamıştı!) soru-cevaplar başlamadan önce küçük bir kâğıda oracıkta minik bir beyit yazıp bana uzattı. “Alper’deki kalp imiş / Hem alp hem de er imiş…”
İstanbul halkının seçtiği belediye başkanına soru sorsun diye davet edilen laik gazeteci toplantıya gitme ‘cesareti’ gösterdiği için ödüllendiriliyordu; böyle bir Türkiye’ydi.
Gündelik hayatın seküler tarzıyla Erdoğan arasında yaşanacak gerilimin ilk habercisi niteliğindeki bu beyan, AK Parti iktidarının ilk yıllarında kuvveden fiile terfi etmedi. (İster ‘takiye’ye bağlayın, ister AK Parti’nin o zamanlar bugünkünün tersine bir koalisyon tarafından yönetilmesine; ilk yıllarda seküler hayat tarzı üzerine baskı kurma girişimleri istisnalardan ibaret kaldı.)
Geriye dönüp baktığımızda, bu baskı girişimlerinin 2010’den itibaren yoğunlaşmaya ve daha sonra sistemli bir hal almaya başladığını görüyoruz. Gezi direnişi de zannedildiği gibi ‘ağaçları koruma’ güdüsünden değil, bu baskıları haklı olarak hayat tarzlarına karşı müdahale olarak algılayan gençlerin birikmiş itirazlarından kaynaklanmıştı. ‘Gezi ruhu’, kendi ahlaki doğrusunu, toplumsal tahayyülünü ve gündelik yaşam tercihini başkalarına zorla benimsetmek istiyormuş algısını yaratacak kadar çok tekrarlayan ve bunu da son derece nobran, itici, dışlayıcı bir dille yapan Başbakan Erdoğan’a yönelik çok güçlü bir itiraz çığlığıydı.
Özgürlük sorunlarına yol açan bir gündelik hayat tasavvuru
AK Parti iktidarı, seküler hayat tarzını baskılama girişimlerinin yanı sıra, gündelik hayatın dindarâne bir duyarlılıkla yaşanacağı kültürel ortamların yeşermesi için de gayret gösterdi. Ne var ki, onlar için kabul etmek çok zor olsa da, bu hayat tarzı insanlara neşesiz, kısıtlayıcı, özgürlük sorunlarına yol açan bir tercih olarak göründü.
Selçuk Orhan bir yazısında Üsküdar üzerinden bunu çok güzel anlattı (Serbestiyet, 3 Nisan 2024):
“Bana kalırsa bu son seçimde halkın tercihlerini belirleyen etkenlerden biri de – en azından büyük şehirlerde – özgürlük arayışı oldu. Bazı kesimler için belki ekonomik gerekçelerden bile daha önemliydi.
“Özgürlüğün de ‘seküler’ bir hayat tarzıyla yakın ilişkisini gözden kaçırmamak gerekiyor. Diğer bir deyişle, AKP’nin belediyelerde gerilemesinin nedenlerinin bir bölümünü de bütün ‘hayat’ yatırımını tek bir anlayışa, tek bir dünya görüşüne bağlayan, Türk toplumunu tek bir yönden açıklayan, açıklamanın ötesinde toplumu tek bir yöne sevk etmeye çabalayan yanında aramak gerekiyor.
“Özellikle İstanbul’da CHP’ye geçen Üsküdar ve Beykoz gibi belediyelerin kent hayatına ne yönde yatırım yaptığını gözlemlemek sanırım bu fikrimi destekleyecektir. Bu beldelere tabiri caizse ‘direkten dönen’ Fatih’i de eklemek gerek…
“AKP döneminin özellikle 2010 sonrasında geniş halk kesimlerine belli bir hayat anlayışının değerlerinin benimsetilmesi adına ciddi bir çalışma olduğunu görüyoruz. Bunun herhalde en bariz örneği Üsküdar… Üsküdar mekanlarındaki etkinliklere baktığımızda Hilye-i Saadet, Gönül Bulutu, Yedi Güzel Adam gibi başlıklar görüyoruz.
“Kuşkusuz herkesin bu etkinliklere gittiği, salonları hınca hınç doldurduğu yok. Yine de bu başlıklar belediyenin kent dokusunu dönüştürme iradesinin yönünü de açıklıyor.
“Hesaba katılmayan şeylerden biri Üsküdar’ın bu dokuya maruz kalmaktan belki de bunaldığı oldu.”
Çok tartışma yaratan bir yazısında Dücane Cündioğlu da (Hürriyet, 12 Mayıs 2013) Üsküdar-Fatih-Eyüp ve Kadıköy-Beşiktaş-Beyoğlu üzerinden ‘canlı’ seküler hayatla ‘neşesiz’ muhafazakâr hayatı karşılaştırmış, şu sonuca varmıştı:
“Evet, içim yanarak söylemek zorundayım, neş’eden ve hüzünden uzak bir dindarlık bu. Farklı olanı (hoş)görme yetisinden neredeyse mahrum. İlmihal sadeliğinde ve namaz hocası katılığında.”
Sonraki yazıda devam edeceğim.