“Konuşma yoluyla, zihinden zihine bulaşan bir hastalık” diyor kitabın arka kapağında. Aslında, konuşma yoluyla değil, konuşulanları merakla dinleme, anlamaya çalışma, karşındakiyle empati kurmaya uğraşma yoluyla bulaşıyor bu hastalık.
Hastalığa kapılanlar şöyle nefis şeyler söylüyor:
“Neden sürüncemeye zerre kadar şefkatiniz yok? Neden her türlü engebenizi benim keselememi bekliyorsunuz? Siz, daha kaç yardımcı doçentin sıkıntıdan beygirleşmesine müsaade edeceksiniz?”
Enfekte olanlara “abuk” deniyor. Abuklar böyle karmaşık ama insanda anlama isteği ve merak uyandıran “abuklamalar” ile hiç durmadan konuşuyor. “Normal” insanlara göre makul olan “sebep sonuç bağlantıları”nı yitiriyorlar; aslında kendilerine göre başka bir nedensellik içinde yaşamaya başlıyorlar. Ama bildiğimiz hayattan hızla kopuyorlar ve kendilerini dinletebildikleri herkese “ortalama 6 dakika” içinde hastalığı bulaştırıyorlar.
Hastalığın adı: ARDS (Acquired reasoning deficiency syndrome), Türkçesiyle “Edinilmiş akıl yürütme yoksunluğu sendromu”.
Zaman: Belli değil, muhtemelen 2000’li yılların ilk yarısındayız, yani bugünlerde.
Yer: İstanbul, olanca dramatikliğiyle.
Kitap: Sıcak Kafa, Afşin Kum, roman, 188 sayfa, Kasım 2016, April Yayıncılık.
Film: Sıcak Kafa, Mert Baykal, dizi, 8 bölüm, Aralık 2022, Netflix.
Netflix dizisi, romandan esinlenerek çekilmiş. Büyük ölçüde romanın ana hatlarına sadık kalınmış. Ancak, romanla dizi arasında salgın algımızı kuran ya da baştan sona değiştiren çok dramatik bir dönem yaşadık: COVID19, Corona Virus December 2019. Dolayısıyla, sadece romanın ana hatlarına değil aynı zamanda pandemi tecrübelerimize uyumlu bir dizi çıkmış ortaya. Artık evrildiğimiz “homo pandemicus” (!) gözüyle romanın okuma biçimleri de zenginleşmiş muhtemelen ve dizi bu yapının üzerine kurulmuş.
Romanın yayımlandığı tarihte COVID19 falan ortalıkta olmadığı için, bu boyutlarda bir salgın, benim gibi normalde hiç de “distopya alıcısı” olmayanlar için “alâkasız” görünmüş olabilir. Ama yaşadık, gördük. Olabiliyormuş. Dahası, şimdiden dönüp bakınca roman salgın vakitlerinde hayatın nasıl olabileceği hakkında olağanüstü isabetli öngörülerle dolu. Gerçekten şaşırtıcı…
“…Aynı anda farklı kanallarda birden çok tartışma programı oluyor, mutlaka en az bir tanesi de ARDS salgını üzerine. Ne yapılabilir? Yapılanlar yeterli mi? En ufak bir gelişme sağlandı mı? İyiye mi gidiyoruz? Her şey bizim bildiğimizden farklı mı? En popüler soru da bu sonuncusu. Komplo teorilerinin ardı arkası kesilmiyor.
Ulusalcılar için: Hastalık aslında Amerikalıların (ya da İsraillilerin) geliştirdiği bir memetik silahtı, sonra kontrolden çıktı.
Anarşistler için: Aslında böyle bir hastalık yok, hiç olmadı, hepimize hasta muamelesi yaparak isyankâr ruhumuzu boğmak için planlanmış her şey.
Romantikler için: Aslında biz karantina bölgesindeyiz, hasta olan bizleriz ama kendimizi sağlıklı sanıyoruz, televizyon da bizi buna inandırıyor.
En gözdesi de, kapıcıdan manava kadar herkesten duyacağınız şey, aslında hastalığın çaresinin bulunduğu ama devletin bunu gizlediği. Çünkü salgın devam ettiği sürece herkesi daha kolay kontrol altında tutabiliyorlar. Normal şartlarda kontrol edilemez bir kapıcıyla ele avuca sığmaz bir manavdan öğreniyorsunuz bunları. İnansam mı? Ne fark eder?”
COVID19 pandemisinden yaklaşık dört yıl önce yazılan romandakilere benzeyen hezeyanları ne çok yaşadık! Hem de neredeyse bire bir. “Her şey sürpriz değil, normal zamanda ne isek, pandemide de onun modifiye edilmiş versiyonlarıyız” diyeceksiniz belki; doğru. Ama ben pandemi tecrübesi boyunca şaşırıp durduğum gibi, romanı okurken de hayretler içinde kaldım.
“Herkes sessizce bir yerlere yürüyor ya da bir şeylerle uğraşıyor. Uğursuz bir sükûnet hâkim.”
ARDS salgınında, COVID19 salgınındaki maskenin yerini kulaklık alıyor. Nasıl maskeler zamanla gelişip dallanıp budaklandıysa, kulaklıklar da tiz müzik yayınları ile zenginleştirilmiş, abuklamaların duyulmayacağı şekilde geliştirilmiş. Ne de olsa, hayatın sürmesinin en önemli şartlarından biri kulaklık. Çünkü ARDS “memetik virüs” de denebilecek bir zihinsel virüsle, duyarak, dinleyerek, merakına yenilerek yayılıyor. Abuklayanlar bir tür zihinsel yıkıma uğruyor. Zamanla kendilerine de zarar verebiliyorlar.
Murat Siyavuş adında, 40’ına merdiven dayamış bir dilbilimci anlatıyor olan biteni. Bu genç adam salgının başında samimiyetle ve hatta bir nev’i adanmışlıkla hastalığa çare bulmaya çalışan ekibin içinde imiş. Kendisinin de sebebini tam olarak bilmediği ve çok önemsediği bir durumu var: Murat Siyavuş, nam-ı diğer “Sıcak Kafa,” belki dünyada ARDS’ye karşı bağışıklık kazanmış tek insan. Abuklamalara maruz kalınca, diğerleri gibi virüsü kapmıyor, fakat kafası ısınıyor. Vücudunda bir ateşlenme yokken, kafasında aşırı bir sıcaklık peydahlanıyor. Salgının ilerleyen vakitlerinde sevdiklerini kaybetmiş, kendisini suçlamaktan yılmış, her şeyi bir kenara bırakma isteğiyle annesinin yanına taşınmış, günlerini televizyona boş boş bakarak geçirmeyi tercih etmeye başlamış.
Dünya yıkılıyor, İstanbul virâne; salgının anahtar isimlerinden biri, Murat Siyavuş evde ona artık sinir olan annesinin dizinin dibinde oturuyor…
Yeniden hayata karışması ve umutlanması için bir şey lâzım: Evet, olsa olsa bu bir aşk olabilir. Nasıl? Salgının acımasızlığını dert edinmiş ve abukların hayatını kurtarmaya çalışan Artı 1 grubundan Şule ile sokakta karşılaşıyor işte. Hayatının gidişatı değişiyor. Aşk, yeniden. Umut, yeniden. İşe yarama, hayata karışma isteği, yeniden.
Murat’ın Şule ile karşılaşması, ona âşık olması, onun sayesinde yaşama sevincine kavuşması ve yeniden insanlara itimat etme cesaretini kendinde bulması, özellikle kitapta, çok dokunaklı, neredeyse şiirsel anlatılıyor. Hattâ romanın, bir ölçüde de dizinin bir “distopyada aşk” ya da aşina olduğumuz hâliyle “ARDS günlerinde aşk” romanı olduğunu söylesek yeridir.
“Hava sıcaktı ve hep sıcak olacaktı. Güneş tarihimizle dalga geçiyordu, ağaçlar coğrafyamıza tepeden bakıyordu, karıncalar felsefemize kıçlarıyla gülüyordu. Ayakta durmakta ısrar etmenin anlamı yoktu artık.
Ve Şule’yi gördüm.
Saçları her zamankinden de kıvırcıktı ve yere kadar uzanıyordu. Birer sarkaç gibi havada süzülerek vardık birbirimize. Hiçbir şey söylemedik, bir şey söylemeye gerek yoktu. Sarıldık, kollarımız, saçlarımız ve tüm sıcaklığımızla. İşte o an, sonsuza kadar birlikte olacağımızı anladım. Sonsuzluk bir şaka olmaktan çıkmıştı çünkü.”
Murat Siyavuş’un aklına çok güvendiği ve hastalığa tedavi geliştirilmesi için tek çare olarak gördüğü arkadaşı farmakolog Özgür Çağlar’ın, derin devletin laboratuvarda çıkardığı bir yangında öldüğü düşünülmektedir. Aynı yangında hastalığa çare bulmaya çalışanların önemli bir kısmı ölmüş, o güne kadarki ARDS araştırmaları ortadan kalkmıştır.
Ancak Murat, Özgür’ün hâlâ hayatta olduğuna inanıyor, bu nedenle tedavi bulunması ve salgının durdurulup abukların hayata döndürülmesi için önemsediği bu dahi arkadaşının izini sürüyor.
Devlet, sorunun gerçekten çözülmesi ile ilgilenmiyor; oradan oraya uzanan çok sayıda koluyla yine yeniden sadece kendisiyle meşgul, bildiğimiz güvenlikçi politikaların arkasından koşuyor. Devlet adamları aşina olduğumuz kişisel çıkarların, boş ideolojilerin peşinde. Salgın ilerledikçe, sıkı güvenlik önlemleri alınıyor, abuklar izole edilmeye çalışılıyor ve kentin bazı bölgelerine hapsediliyor. Böylece abukların hayatları hiçe sayılırken, “abuklamalar” henüz kontamine olmamış insanlardan uzak tutulmaya çalışılıyor. Devlet hastalığa bir çare bulmaktan gittikçe kopmuş. Salgınla Mücadele Kurumu ve Kanunu sertleştikçe sertleşiyor. Karantina bölgelerinde hastalar kendi hallerine bırakılıyorlar, aç biilaç… “Abuğu abukla kırdırma” politikaları… “Devlet, (her zamanki gibi) abukların azalarak bitmesini bekliyor gibi.”
Hikâye akıp giderken, roman daha da okunası, dizi daha da izlenesi oluyor. Çok güzel yazılmış abuklamaları takip etmek de, bu izlenesi olma hâlinin bir parçası. İçinde zincirlenmiş hâlde duran Osmanlı canavarının tetiklediği, camları yere indiren haykırışları olan Behzat diye bir karakter şöyle bir cümle kuruyor mesela: “Muhakeme muallakta, mamafih mevcudiyet muazzam.”
Dizi, belki de ilk kayda değer distopik yerli dizi. Böylesi zor ve bıçak sırtı bir konuda hiç sırıtmayan, tam tersine bizi filmin içine alan ve mekânlara, olaylara ve zamana aşina kılan bir atmosfer başarıyla oluşturulabilmiş. Baştan sona hiçbir şeyi yadırgamıyoruz. Oysa çokça “uçuk” sahneler var. Birçok distopik filmde yılgınlığa düşmemize neden olan karamsarlık dozu da çok ayarlı.
Tabii ki bu yönetmenin, senaristlerin, tüm ekibin ve oyuncuların başarısı. Ama bir edebiyatsever olarak, bunun arkasında bir önemli etkenin daha olduğunu düşünüyorum. Romanın yazarı Afşin Kum’un dil konusundaki müstesna ama samimi bakış açısı… Meseleleri hiç üstten bakmadan, hayatın içinden içinden anlatıyor; empati kurmamak mümkün değil. Dil meselelerine takmış bir yazarın çok başarılı kurgusunu ve müthiş ifadelerini hemen her satırda fark ediyoruz. İster istemez seviyoruz. Aynı etkiyi filmde de fark ediyoruz. Dolayısıyla distopya meraklısı olsanız da olmasanız da diziyi izlemenizi öneririm. Ama daha da önemlisi, kitabı okuyun.
Yazının sonunda, konudan uzaklaşma pahasına, sosyal medyada birkaç yerde karşılaştığım bir hatırlatmadan bahsetmeden geçemeyeceğim. Bakan Nebati’nin ekonomi hakkındaki dili bu romana, bu diziye, bu sebep sonuç ilişkisi çöküşüne, gerçek hayattan çıkmış çok iyi bir örnek değil mi sizce de?
“Neo klasik ekonomi düşüncesinden, epistemolojik bir kopuşu temsil eden heteredoks yaklaşım, günümüzde giderek ön plana çıkan; davranışsal ekonomi ve nöroekonomiyle daha fazla önem kazanmaktadır.”
Düpedüz olabilecek bir şey demek ki abuklama.