Toplumun maddi unsurlarını siyasi iktidarlar, kültürel ve manevi unsurlarını da kültürel ve manevi iktidarlar yönetir. Büyük kesimi belli bir dine üye olan toplumlarda manevi unsurların başında din gelir ve manevi iktidarın önemli bir bileşeni dinî iktidardır. Dinî iktidar, dinî simgelerin anlamını ve değer sırasını tayin etme, dinî inanç ve ritüelleri belirleme ve dinî duygu ve hassasiyetlere genel geçer norm kazandırma yetki ve imtiyazıdır. Ve tabii bu dinle sınırlı bir iktidar değildir, siyasi ve ekonomik boyutları da vardır: siyasi iktidarın dağıttığı kadro ve ulûfelerin paylaşımı.
Dinî simgeler demişken, Tanrı ve meleklerden söz etmiyorum; bunlar mevcut kurumsal dinler söz konusu olduğunda doğrudan belirleyici role sahip değillerdir. Bilakis dinî değeri tanımlayan-içeriklendiren alt simgesel değerler tarafından belirlenir. Bu değerler de peygamber, sahabe, selef, alim, veli, mezhep, tarikat gibi norm oluşturucu simgesel değerlerdir. Hak-batıl, sünnet-bidat, sahih-otantik ve sapık-sapkın gibi dindar çevrede çokça kullanılan elekler, Tanrı ve melek inancını da eleyebilecek güçtedir ve bu alt simgesel değerlere dayanırlar. Düz ifadesiyle senin “Tanrı’ya inanıyorum” demenin bir kıymeti harbiyesi, ancak belli bir mezhebi referans gösterebileceğin sünnet-sahih bir inanış biçimine uygunsa vardır. Değilse, tanrı tanımazla aranda kıymetçe kayda değer bir fark yoktur. Din adına konuşma tekeli de dinî iktidarın elindedir. Din adına konuşanları, din üzerine yapılan yorumları denetleme, meşru ya da gayrı meşru sayma yetkisi dinî iktidarındır. Bunun istisnası, tarihte önemli toplumsal güç kazanmış olan tarikat ve tasavvuf öğretisidir. Zâhir-bâtın semantiği kullanılarak sünnet-bidat eleği yer yer tasavvuf öğretisiyle gevşetilebilmiştir. Ama bu defa da belli bir tarikat ya da veliyi referans gösterme zorunluluğu doğmuştur. Çünkü bu alanın da simgesel düzenine vaziyet eden bir iktidar çevresi oluşmuş, tarikatları akideleri olan normatif yapılara dönüştürmüşlerdir. Bugünkü büyük tarikat-cemaat yapıları hem şeriat hem tarikat söylemine vaziyet etme çabasıyla her iki köşe başını da tutmaktadır. Biri Ebu Hanife dediğinde de, biri Beyazıd-ı Bistami dediğinde de tetiğe geçip not veren jüri aynıdır. Bu da tarihte, Hâcegân (medrese hocaları tarikatı) diye de anılan Nakşibendilik ile güçlenen bir olgudur ve bugünkü büyük tarikat cemaatleri onların ardıllarıdır. (Nakşiliğin kurucusu Bahaüddin, Nakşibend şeyhi Emir Külal’i cehrî zikir yaptırdığı için bidat işlemekle eleştirir ve Buhara’daki medrese hocalarını toplayıp hocasını bu bidattan vazgeçirtir. Vaktiyle ehl-i hadisin topyekûn bidat saydığı tarikat yapıları, kendi içinde bidat tarikat ve bidat tarikat uygulamaları söylemini geliştirerek kendi “sünnet” formunu oluşturmuş, dindeki sünnetçi-nasçı tekeli tarikat dünyasına taşımıştır.)
Başta zikrettiğim alt simgesel değerler, merkezinde dinlerin kurucu isimleri olarak peygamberlerin olduğu belli bir hiyerarşiyi oluşturur. Seküler bilgiye uzak bir dindar insanın bilincinde, tarih de değer de bu isimler etrafında kuruludur. İlk insan ilk peygamberdir; ilk değer ilk peygambere ve dolayısıyla insanlığa vahiyle verilidir. İnsan aklı, başından beri adına vahiy denilen verili değerleri öğrenmek ve yorumlayarak hayata uygulamakla mükelleftir. Alt simgesel değerler sadece peygamberlerle sınırlı değildir. Haddi zatında çoğul haliyle peygamberler, tarih yorumunun parçasıdır. Tevhidin otantikliği ve ilkselliği inancı ve mevcut kurumsal semavi dinlerin köken birliği tezi için uygun araçlardır. Ama bugünkü inanan toplum (ümmet) için tekil peygamber, yani müslümanlar için Hz. Muhammed merkezi role sahiptir. Dolayısıyla hiyerarşi peygamber-ashab, selef-halef… dizgesine göre şekillenir ve buna karşı insanlar mümin-bidatçı-zındık-kafir diye gruplandırılır. Bu, hiyerarşik bir dizgedir ve güçlü gelenekçi yapıların omurgasını oluşturur. Önceki, sonraki üzerinde egemen konumdadır. Peygamber ashab, ashab selef, selef halef üzerinde etkin konuma sahiptir. Bunlar inanan insanların genel değerlerini ve değişen oranlarda hassasiyetlerini de oluştururlar. Ancak inananlar arasında ilgili dizgenin farklı yorumları ve buna paralel farklı dozlarda etki grafikleri vardır. Daha akılcı-eleştirel dindar kesimde etki daha az; daha mutaassıp, tutucu kesimde etki daha fazla ve serttir. Dini değerlerini rasyonel-medeni değerlerle bütünleştirmeyi başarabilen daha akılcı-eleştirel dindar kesime göre tutucu kesimin bu dizgeyle ilişkisi daha tutkuludur. Varlıklarını bu dizgeye bağladıkları gibi söylemlerini de bu dizgeyle özdeşleştirirler. (Yoruma ve dolayısıyla rasyonel-çağdaş düşünceyle hermenötik uyumlanmaya daha açık olan soyut metin-değer Kuran’a karşı, bunlara daha az açık olan somut kişi-değer peygamber üzerinden geliştirilen hadisçilik, ehli sünnetçilik, selefçilik, örneğin Pakistan’da sahabecilik “sipahi sahabe” gibi.)
Dinî iktidar aracı olarak kutsal hassasiyetler
Sosyal medyada artık sıradan bir vakaya dönüşen “dindar çevre içindeki engizisyonlar” vesilesiyle, bir iktidar aksiyonu olarak aşırı kutsal hassasiyetlerini genel geçer norma dönüştürme üzerinde ayrıca durulması gerekiyor. Bu “burası bizim!” demenin bir başka yoludur. (“Burası” din ve din işleridir.) Din adına konuşma tekelini ele geçirmeye dönük bir iktidar mücadelesidir. Ve bu mücadeleyi kutsal üzerinden gerçekleştirmek en kolay yoldur. Kimseyi ikna etmek için entelektüel uğraş vermeye gerek yok. Ortak kutsal isimlerin -arkasındaki marjinal fikir ve tutkuları açık etmeden- gücünü kullanarak kısa zamanda uzun mesafe kat edilir. Kutsallar tartışma dışıdır; iktidar mücadelesini de kutsal üzerinden yürüterek büyük oranda tartışma dışında tutabilirler.
Siyasi ve dinî iktidar uyumu
Bunun şöyle enteresan bir denklemi var. Yukarıda siyasi iktidar sertleştikçe aşağıda dinî iktidar da sertleşir. Siyasi iktidarın tek tipçi vatandaş dayatması, dinî iktidar çevresinde tek tipçi dindar dayatması olarak yankılanır.
Vaktiyle siyasi iktidarın Şia ve Ehl-i beytçi gruplara karşı “Sünnilik” üzerinden tesisi ve bir süre sonra dinî iktidarın Kaderiyye-Mutezile’ye karşı “Ehl-i sünnet” söylemi üzerinden tesisi, bu açıdan manidardır. Peygamberin mirası olarak belli bir aile etrafında birleşen monarşik bir siyasi söylem yerine, peygamberin ilkesi (sünnet) etrafında birleşmeyi söylemleştirerek daha geniş kesimleri kapsama kabiliyetini haiz bir siyasi ideoloji olarak ortaya çıkan Sünnilik, zamanla enteresan biçimde ötekini dışlayan dar bir ehl-i sünnetçi dinî ideolojiye dönüşmüştür. Şia karşıtı sünnet söylemini, aileye ve kişilere bağlılık (Şîatü Ali ve Ehl-i beyt) söylemine karşı bir ilke (sünnet) bağlılığı olarak değil, zaman içinde gelişen rivayet müktesebatına -üstüne üstlük lafızcı karakteri baskın- bir bağlılığa indirgeyen Ehl-i sünnete (o dönemde ehl-i hadis) dönüştürülmüştür. Bu dönüşüm Mutezile’yi dışlamak adına Ehl-i hadis eliyle sünnet kelimesinin semantiği üzerinde çalışılarak gerçekleştirilmiştir. (Hep böyledir: yerini henüz pekiştirmemiş siyasi iktidarlar döneminde dinî söylem kapsayıcıdır; siyasi iktidar pekiştikçe paylaşma azalır ve bu dinî iktidara da yansır, dinî söylem de daralır, gerçekte daha az bir kesimce paylaşılan dar bir söyleme hapsolur.)
Dinî iktidar çatışmalarının kısa tarihsel serencamı
Dinî iktidarın şöyle bir karakteri vardır: her zaman geniş halk muhayyilesine egemen olan inançlar avantajlıdır. Madem mesele iktidar meselesidir; analitik olarak daha güçlü olan inanç değil, politik gücü daha yüksek, halk kesimlerini daha çok ikna eden inanç başarılıdır. Yani en sade ve dolayımsız olan, kitlesel duyguları en çok tatmin eden, en avantajlı olandır.
Mutezile (bazı kadıların bürokratik avantajları sayesinde) tepeden inme yolla kısa bir süre egemenlik yakalamış olsa da bu imtiyazı halk muhayyilesinde daha etkin olan Ahmed b. Hanbel ve Ehl-i hadis kesime (Hanbelilere) kaptırmıştır. Çünkü meslekleri olan hadisçilik marifetiyle Ehl-i hadisin kullandıkları Hz. Peygamber ve selefçilik söyleminin halkın muhayyilesindeki gücü daha yüksekti. Mutezile, meşhur beş ilkesine (usûl-i hamse) yansıdığı şekliyle ilkeciydi, ilkeleri büyük oranda belli bir dini-ahlaki-felsefi soyutlamaya dayanıyordu. Mutezilenin simgesel sistemi daha soyut ve kavramsaldı. Ehl-i hadisin simgesel sistemi somut ve imgeseldi: Peygamber ve selef (kurucu öncüler). Geniş halk kesimi doğal olarak ikincisine angaje oldu. Ve Hanbeliler Mutezile’yi kısa sürede Sünni coğrafyanın dışına (nisbeten Zeydi ve İmamî Şiasının baskın olduğu İran’a) sürdüler. Bundan bir süre sonra, başlarda sünni olan Mutezile bu dışlanmayla kucağına itildiği Şîa’nın kelam öğretisi olarak varlığını sürdürecektir.
Abbasi siyasi iktidarından aldıkları destekle Hanbeliler, sünni coğrafyada kendi hassasiyetlerini genel geçer norma dönüştürerek radikalizm üretmeye başladılar. (Erdoğan’ın da yanındaki demokratik-liberal kişiliklere sahip aydınlardan uzaklaştıkça günün Hanbeliliğini temsil eden belli tarikat cemaatlerinin eline düşmesi, siyasi ve dini iktidarın paralel biçimde radikalizm üretmesi ilginçtir.)
İlk Ehl-i sünnet kelamcılar (İbn Küllab, Kalanisi, Muhasibi) akılcılığın sessiz bir terennümü olarak bir süre bastırıldı. (Muhasibi’nin İbn Hanbel ve takipçilerinden gördüğü baskı ve dört kişinin gizlice kaldırdığı cenazesi, o dönem müslümanları için utanç tablosudur.)
Daha sonra ortaya çıkan Eşari’nin radikal anti-mutezilîliğinde de mahallenin “hassasiyetinin” önemli etkisi vardır. (Teolojik düşüncelerin arkasında sosyo-psikolojik faktörleri hesaba katmaya başladığımdan beri, Eşarîliğin “halku’l-Kuran” konusundaki ikirciğini mahallenin işbu hassasiyetiyle ilişkilendirmeden edemiyorum. İkirciklerin kaderi budur: Ne İsa’ya yaranabilirsin ne Musa’ya. Eş’arî’nin halku’l-Kuran teorisine damgasını vuran “kelam-ı nefsi” söylemi, ne Mutezile tarafından ne Hanbeliler tarafından itibar görmüştür. Ancak şunun altı çizilmelidir: kelam-ı nefsi söylemi, problemi analitik olarak çözmese de, söylem stratejisi açısından açık bir başarıdır.) Eşariler de bir süre sünni mahallenin dinî iktidarını ele geçirmeye çalışan Hanbelilerden yaka silkmiştir.
Daha sonra devran döner, Selçuklu iktidar aklının yönettiği mezhep politikası Eşarîliğin parlamasını sağlar. Bu defa zaman içinde Eş’arî-Matüridî geleneğin egemen olduğu bölgelerde Hanbelî-Selefî akım teşbih-tecsim ithamıyla Ehl-i sünnet dışı, sapık akımlar muamelesi görmeye başlar. Bu devran, iktidarla iş tutup tabanda yayılmayı başarabilen mezhep-grup lehine sürekli döner.
Günümüz dinî iktidar çatışmasında tarikat cemaatleri
Günümüz Hanbelîleri, çevresini demokratik-liberal isimlerden yalıtan Erdoğan’la iş birliği içindeki tarikat cemaatleri gibi görünüyor. Devir onların devri. Onlar da kelle alıp boşalttıkları kadroları doldurmak suretiyle iktidar alanlarını genişletmektedir. Bunlar her geçen gün kendi dinî-ehl-i sünnet hassasiyetlerini tüm Türkiye’nin normu haline getirme çabasını, sosyal medyada kelle almayı adet haline getirdikleri engizisyonlarla sergilemektedir. Bu bir dayatmadır ve ardında manevi-dinî iktidar hırsı vardır.
Dinî iktidar kurma yolu: dine tâbi olmak ile dine sahip olmak farkı
Burada son olarak, daha çok hassasiyet ile daha çok iktidar arasındaki garip ilişkiye temas etmek istiyorum. Hassasiyet radikalizmi yapan grupların koruyup kolladıkları simgesel değerlerin aşırı ve radikal yorumu, iktidar taleplerindeki radikalizmle orantılıdır. İktidar oyuncularının duyguları ne kadar çok memleketteki ortak duygularla uyumlu olacak biçimde makul oranlarda olursa, o kadar doğal ve köklü ama o kadar da çok iktidar paylaşımına açıktır. Çoğunluğun paydaş olduğu iktidardaki küçük dilim, azınlığın iktidarında asimetrik olarak büyür. Çoğunluğun paydaş olduğu iktidarda haklar vardır, azınlıkta imtiyazlar vardır ve imtiyazlardan biri de aşırı hassasiyetlerini normlaştırmaktır. Tekrarlarsak, bu “burası bizim” demenin bir başka yoludur. “Burası hepimizin,” eşit simetrik bir düzeni imler. “Burası bizim” söyleminde eşitlik, manipülasyona açık “biz” lehine bozulur, asimetrik bir iktidar örüntüsü ortaya çıkar.
Daha az paylaşanı olan bir iktidar alanı oluşturmak için, ortak söylem ve hassasiyetlere, marjinal düşünce ve tutkuları besleyecek aşırı doz yüklemesi yapılır. Dinî ve milli söylemin avantajı buradadır. Hem memleketin daha geniş kesimi tarafından benimsenir, hem sadece belli bir marjinal grubun düşünce ve tutkularını kılıflayabilir. Gücünü ilk özelliğinden alır, istismar fırsatını da ikinci özelliğiyle sağlar. Bu kesim, genel dinî değerlerin arkasına sakladıkları marjinal yorum ve tutkularının duyarını kasarak, daha az paylaşanın olduğu iktidarın merkezine, yani bürokrasiye nüfuz etme peşindedir. Dinî söylemin politik avantaj sağladığı dönemde daha fazla dinî hassasiyet sergileyerek, daha çok dinî hassasiyet tartışması üreterek tüm dindarların ortak değerini “sahiplenmiş” oluyor, diğer dindarlara karşı politik öncelik ve temsil gücü kazanıyorlar. Aynı durum milliyetçi söylem için de geçerlidir. Doğal haliyle yaşanan ve hissedilen bir değeri, bir fırsat aracına dönüştürmenin yolu, onu sahiplenebilecek suni tartışmalarda oynayacağı kahraman rolüdür. Böylece herkesin “tâbi” olduğu dine birileri “sahip” olur ve dini iktidarı kurar. Tartışma burada kendi doğallığı içinde olagelen değil, belli bir projenin parçası olarak yaratılan suni bir şeydir. Onun için, sosyal medyadaki linçlere sahne olan tartışma konularına baktığınızda, ya mağdurun çok eski bir sözü veya yazısıdır, ya da bağlamı içinde kimsenin yadırgamayacağı ama hassasiyet radikalizminin merceği altında küfür-şirk etiketi yapıştırılabilecek kadar abartılan bir sözdür.
Bu açıdan bakılırsa, sosyal medyada ibretle izlediğimiz dinî engizisyonlar iktidara yönelik bir mesaj olarak okunabilir: seksen milyonun manevi kimliği ve tabii ki iktidarın politik söyleminin temel bileşenini oluşturan dini koruma ehliyeti, bizim gibi yüksek hassasiyete sahip olan dinî gruplardadır. Daha düz ifadesiyle bu, iktidara karşı “dinî kurumların inisiyatifini bize bırak” teklifi, belki de dayatmasıdır. Sık sık Diyanet’e ve bazı Din İşleri Yüksek Kurulu üyelerine çatmaları, birer trol gibi kullandıkları öğrenci ve grup üyeleri üzerinden onları linç etmeleri, hem bir tehlike gündemi yaratıp koruyucu/kahraman rollerini pekiştirme, hem dinî iktidar alanına vaziyet etme girişimidir. Bu kesim İlahiyat fakültelerinde epey inisiyatif ele geçirdi; önlerindeki engel, İslami yenilikçi ilahiyatçılardan çok, siyasi iktidarın öteki paydaşı milliyetçi çevredir. Bu kesim ulema ve vâizlerinin son dönemde dikkat çeken milli-yerli söylemleri de bir tür takiyye ya da iktidarın öteki paydaşıyla bir ittifak arayışının işareti gibi okunabilir.