Serbestiyet her yılbaşında editörlerine ve yazarlarına o yılı değerlendirmeleri isteğiyle anket soruları soruyor, bu yılki cevapları da bu gece okuyacaksınız.
Ankette yer alan “Dünyada değeri en anlaşılmamış olay” sorusuna bu yıl ben şu cevabı verdim:
“(‘Değer’i olumsuz anlamıyla kullanarak): Deep-fake teknolojisinin yaratacağı tahribatın hak ettiği ölçülerde tartışılmaması.”
Düşünüyorum da cevabım “Deep-fake teknolojisinin yaratacağı tahribatın hak ettiği ölçülerde bu yıl da tartışılmaması” olsaydı daha doğru olurdu, çünkü ortada ‘geliyorum’ diyen bir felaket var ve ‘felaket’ bunu yıllardır dile getiriyor.
Deef-fake malum, insanları, olguları, olayları çıplak gözle fark edilemeyecek kadar gerçekçi bir biçimde yeniden ‘yaratma’ tekniğinin adı. Bu teknolojiyle, söz gelimi bir insanın fotoğrafından bir video yaratıp onu istediğiniz biçimde konuşturabiliyorsunuz. Yani gerçeğin istendiği kadar muğlaklaştırılabileceği ve bizim karşısında çaresiz kalacağımız bir dünyaya doğru gidiyoruz.
14-28 Mayıs seçimlerinde bu teknolojinin talep ettiği zahmete bile katlanmaksızın yaratılan uyduruk bir videonun bizzat ülkenin cumhurbaşkanı tarafından gerçekmiş algısı yaratacak şekilde sunulduğunu ve milyonlarca insanın onu gerçekmiş gibi algıladığını görmüştük. Fakat bir de onun sahte bir görüntü olduğunu bildiği halde hakikatin bu ‘faydalı’ çarpıtılmasına sesini çıkarmayanlar vardı. Bunların arasında anlı şanlı kanaat önderleri de yer alıyordu.
Bu aşırı örnek bir yana, biliyoruz ki ülkenin iktidara destek veren yarısı iktidarın işine gelmeyecek hakikatleri görmeme ya da hakikatin sadece iktidarın işine yarayacak bölümlerini görme konusunda şapka çıkarılacak bir beceri geliştirmiş durumda.
Muhalif kesim, ahlakla iplerini koparmış bu kitlesel tutumu yıllardır eleştiriyor, bunun altında iktidara destek verenlerin cahilliğinin, makarnaya-kömüre tamah etmesinin, ‘biatçı’ kültürel geçmişinin yattığını söylüyor.
Oysa ‘bizim’ iktidarımıza yarıyorsa ya da bizim iktidarımıza giden yolun önünü açıyorsa hakikatin çarpıtılması, görmezden gelinmesi, ses çıkarılmaması ya da eksik biçimlerinin benimsenmesi ‘bizim için’ de okey. 14 Mayıs-28 Mayıs arasında Zafer Partisi ile yapılan protokole (gizli olmayanından, kamuoyuna ilan edileninden söz ediyorum) kaç kişi ‘hop’ dedi?
“Suudlar Atatürklü tişörtlere ve Atatürklü pankartlara izin vermedi…” Bu cümle dün yaşananların hakikatini anlatıyor mu?
Hikâye artık belirginleşti sayılır ve ayrıntılara baktığımızda “Suudlar Atatürklü tişörtlere ve Atatürklü pankartlara izin vermedi ve iki büyük Türk takımı ‘Atatürk yoksa biz de yokuz’ diyerek sahaya çıkmayıp yurda döndü” anlatısının hayli eksik bir anlatı olduğu ortaya çıkıyor ama o eksik bölümler ısrarla telaffuz edilmiyor.
Ortada aylar önce (20 Ekim 2023) imzalanmış bir protokol vardı. O protokolde maç önü program da belirlenmişti. Maçtan birkaç gün önce haberlere konu olmuş program şöyleydi:
“Mücadele öncesinde ses ve ışık gösterilerinin yapılacağı Al-Awwal Park Stadyumu’nda Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türkiye Futbol Federasyonu’nun 100’üncü yılına özel tören gerçekleştirilecek. Birçok sanatçının sahne alacağı maç öncesinde Norm Ender 100’üncü Yıl Marşı’nı seslendirecek. Ayrıca 100 kişilik ekiple Türk bayrağı, Atatürk posteri ve kulüp armaları açılacak.”
Yani tribünlerde Atatürk posterine ve yüzüncü yıl marşına Suudların koyduğu bir ambargo yok, tam tersine itiraz etmedikleri, imza altına alınmış bir nokta bu. İstiklal Marşı da sorun olmamış; çelişkili haberlerden damıtabildiğim kadarıyla sorun İstiklal Marşı’na karşı çıkmaktan değil, Suudların, yanı sıra kendi milli marşlarının da çalınmasını istemelerinden çıkmış. Federasyon buna itiraz etmemiş fakat iki takım etmiş. (Malum, milli takımların maçları dışında milli marş söylemek Türkiye’ye has bir uygulama. Muhtemelen Suudlar bu standart dışı uygulamayı kendi milli marşlarının da çalınmasıyla dengelemek istemiş.)
Fakat asıl mesele bu da değil, anladığım kadarıyla TFF kulüpleri bu konuda ikna etmiş, onlar da Suudi milli marşının (da) çalınmasına razı olmuşlar.
Peki sorun nerede çıkıyor? Sorun, evet, denildiği gibi Suudların iki takımın ‘Atatürklü tişört’ ve ‘Atatürk vecizeli pankart’ taleplerini reddettiği için çıkıyor, ki televizyonlarda ve gazetelerde bundan başkası duyulmuyor.
Oysa “sor bakalım niye reddetmişler”e gelinse hakikatin tamamı ortaya çıkacak; gelinmiyor tabii.
Mesele şu: Kulüplerin hazırlık çalışması için sahaya çıkarken giyecekleri tişörtleri ve taşımak istedikleri pankartları iki hafta önceden FİFA’ya bildirmeleri gerekiyor. FİFA, bu tişörtlerde ve pankartlarda politik herhangi bir ibarenin bulunmasını istemiyor ve buna izin veren ülke federasyonunu cezalandırıyor.
İşin bu yanının kronolojisi ise şöyle: İki kulüp bu taleplerini maçtan iki gün önce TFF’ye iletiyor, TFF de reddedileceğini bildiği için Suudi federasyonuna iletmiyor bu talepleri, meseleyi oldubittiye getirmek amacıyla maç günü iletiyor ve Suudlar da “protokolde bu yok, kurallara aykırı” diye izin vermiyor.
İki kulübün tişört ve pankart taleplerini maça iki gün kala bildirmelerinin olmayacak bir şey olduğunu kulüp yöneticileri bilmiyor olabilir mi? Hiç kuşkusuz biliyorlardı ama anlaşılan onlar da üzerlerindeki ağır baskıyı defetmenin, bahane yaratmanın bir yolu olarak başvurdu bu yola.
“Canım, tamam da, Suudi Arabistan ağzından çıkanın hüküm olduğu bir adam tarafından yönetilmiyor mu, onlar için kuralın ne önemi var?”
Birkaç yerde (biri Sözcü TV’nin cumartesi sabahı haber bülteninde), Suudların Atatürklü tişört ve pankartlara -en azından teorik olarak- hakikaten kural ihlali olacağı gerekçesiyle izin vermemiş olabileceğini düşünenlere karşı ilginç bir argüman geliştirilmişti. “Yemeyiz” deniyordu bu bültenlerde, “siz tek adamın yönettiği bir ülke değil misiniz, meseleniz Atatürk olmasaydı kuralı aşmak sizin için bir dakikalık işti.”
Tuhaf ama hiç değilse ortada kural, FİFA falan gibi engellerin olduğunu da bir biçimde öğreniyordu o bültenleri izleyenler; öbürleri bundan dahi mahrumdu.
Hakikatin ‘faydalı’ çarpıtılışını ‘kurallar’ meselesinde de görüyoruz. İşin bu yanının göz menzilinden çıkartılamadığı durumlarda tıpkı “siz kural mı takarsınız, bırakın bu işleri”ne benzer bir argüman geliştiriliyor. Ben bu yazıyı yazarken bile televizyonda ateşli bir ifadeyle “FİFA kuralları resmi maçlarda geçerlidir, bu özel maç” diyen birileri vardı. Oysa İletişim Başkanlığı dün (Cumartesi) bu açıdan duruma açıklık getirmişti:
“Maç organizasyonun öncesinde TFF ile Suudi Arabistanlı yetkililer arasında sahada ve tribünlerde uyulacak kurallara ve esaslara ilişkin 20 Ekim 2023’te bir protokol üzerinde mutabakata varılmıştır.
“Sözleşmede FIFA, AFC, UEFA ve diğer uluslararası futbol düzenleyici ve yönetici kuruluşların kurallarının geçerli olacağı belirtilmiştir.
“TFF ve Suudi Arabistan yetkilileri, söz konusu müsabakanın bir milli maç olmamasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılı olması dolayısıyla İstiklal Marşı okunması ve Türk bayraklarının kullanılmasına yönelik uzlaşıya varmışlardır.
“Kulüpler, maçın hemen öncesinde takımların sahaya ısınmak için Mustafa Kemal Atatürk tişörtleriyle çıkma ve üzerlerinde Mustafa Kemal Atatürk’ün sözlerinin yazılı olduğu pankartlarla çıkma taleplerinin TFF ile Suudi yetkililer arasında daha önceden yapılan protokole eklenmesini talep etmişlerdir.
“Suudi Arabistanlı yetkililer, daha önce TFF ile yaptıkları anlaşmayla uluslararası yönetmelikler ve düzenlemeleri gerekçe göstererek maçın hemen öncesinde bu talepleri mevcut protokole eklemeyi kabul etmemiştir.”
Yani: Süper Kupa finalinin iptalinin ardından yaşananlar, ülkenin tasavvur edilebilecek en büyük lanetlerden birine dûçar olduğunu bir kez daha gösterdi: Türkiye, yalnızca eksik hakikate değil, yeri geldiğinde hakikatin düpedüz çarpıtılmış biçimlerine dahi gönüllü müşteri olmaya hazır ikiye bölünmüş bir toplum ve bu defa olgunun muhalif versiyonuna tanık oluyoruz. Muhalifi muvafıkı fark etmiyor, hakikatin ‘faydalı’ çarpıtılışı ya da ‘faydalı’ görmezlikten gelinmesi her iki kesimi de içten içe çürütüyor, birbirlerine yönelttiği eleştiriyi sıfırlıyor.