Ana SayfaGÜNÜN YAZILARITelevizyon dramaları ve devletleşen aile

Televizyon dramaları ve devletleşen aile

Her ne kadar aile kültürel olarak babanın mülkü kabul edilse de adalet, güvenlik, zor kullanma yetkisi gibi konular, -beli bir ölçüde de olsa- bireylerin sorumluluğunda değil, devlete delege edilmiş alanlar olarak kabul görmüştü, önceki anlatıda. Babanın iktidarı mutlak değil, devlet tarafından sınırlanmış, çerçevelenmiş bir iktidardı. Son on yılda üretilen televizyon dramalarında devletin gücünü ve yetkilerini kullanan bir koruyucu baba-aile modeli izliyoruz.

Aile her şeydir…”, “Ben ailemi korurum…” “Ailemi koruyamadım!”

Bu replikler, özellikle iki binlerin ikinci on yılıyla beraber hayatımızın değişmez bir parçasına dönüştü. “Aile”, Türkçe televizyon dramalarının ana konusu haline geldi. Elbette daha önce de konusu aile olan dramalar sıklıkla üretiliyordu, fakat işaret ettiğim yeni dönem dramalarda bahsi geçen “aile”, toplumun geri kalanına karşı kapalı bir hücreye dönüşmüş, güvenlikten mahrum, sürekli tehdit ve saldırılara maruz kalan, korunması ve yaşatılması gereken bir yapı olarak tarif edilen görece yeni bir “aile”. Dramalardaki bu hâkim tahayyüle göre toplum, birbirine düşman veya birbirine potansiyel tehdit oluşturan; birbirinden izole, aile denen hücrelere bölünmüş bir çatışma alanı. Bu çatışma alanında kural koyucu, düzen sağlayıcı bir aygıt da neredeyse yok. Herkes kendi güvenliği ve adaletinden sorumlu. Gücü yeten kendini korur, kendi tartışmalı adaletini sağlar. Bu, korkunç bir toplum düzeni önermesi ve maalesef normalleşmiş hatta büyük ölçüde benimsenmiş durumda. Bunun nedenlerini ve sonuçlarını araştırmadan önce, ilk olarak bu aile temsilini biraz daha açmak gerektiğini düşünüyorum.

Dramalardaki yaygın aile temsilinin çerçevesi şöyle çizilebilir; babanın sperminden olanların dahil olduğu, evlilik yoluyla genişleyebilen, öte yandan babanın kararıyla aile dışından kişilerin de dahil edilebildiği, adalet, güvenlik ve zor kullanma yetkisinin babanın tekelinde olduğu, babanın mutlak sahipliği ve iktidarıyla yönetilen insan topluluğu.  Görüldüğü gibi tarif edilen aile, mutlak iktidar sahibi olan babanın krallığı bir bakıma. Türk aile yapısının, kültürel olarak, ataerkil ve hiyerarşik bir yapılanma olması açısından bu durum yeni bir şey değilmiş gibi görülebilir, fakat ben öyle düşünmüyorum. Her ne kadar aile, kültürel olarak, babanın mülkü kabul edilse de adalet, güvenlik, zor kullanma yetkisi gibi konular, -beli bir ölçüde de olsa- bireylerin sorumluluğunda değil, devlete delege edilmiş alanlar olarak kabul görmüştü, önceki anlatıda. Babanın iktidarı mutlak değil, devlet tarafından sınırlanmış, çerçevelenmiş bir iktidardı. Türkiye özelinde bu mekanizma, yaşçılık, cinsiyetçilik gibi vahim sorunlarla dolu olsa da, öngörülebilirlik açısından şimdikinden çok daha iyi bir haldi. Herkesin gücü yettiği oranda kendi adaletini sağlamaya çalıştığı, zor kullanmaktan çekinmediği bir hal, kaotik, öngörülemez, içinde yaşaması dehşetli zor bir toplum düzenidir. Üzülerek söyleyebilirim ki, toplumun örgütlenmesi, kültürel ve politik iklim, bir arada yaşama pratikleri, cinsiyet rolleri, işbirliği/iş bölümü gibi unsurlar göz önüne alındığında, televizyon dramalarındaki bu temsil ve toplum düzeni sokaktaki hayatta bariz bir şekilde vücut buluyor.

Bu noktada bir takım yeni sorular çıkıyor karşımıza; Türkiye’de toplum neden birbirinden dehşetli korkan hücrelerden oluşuyor? Bu hücreler, neden güvenlik için kendi kas gücünü yaratmaya, adalet için kendi sözlü yasalarını belirlemeye çabalıyor? Ortak dille anlaşan, ortak tarih doktrini ile birbirine bağlanmış, tasarlanmış bir ülküde ortaklaşmış, “ulus” olarak tanımlanan toplum biçiminin icadının önemli sebeplerinden biri de çatışmalı, hukuksuz, güvensiz ortamı ortadan kaldırmak, bir arada yaşayan insanların birbirlerini tehdit olarak görmediği, aksine toplum dışından gelecek tehlikelere karşı birlik olduğu, ortaklaşılmış bir hukuk ve adalet anlayışı içinde görece güvenli yaşadığı bir ortamı tesis etmek gibi -tartışmaya açık- ideallerdi. Türkiye’de toplum, bir ulus olma iddiasındayken neden bu ideallerden bu kadar uzakta peki?

Bu soru aklıma küresel düzeyde araştırmalar yapan Gallup* araştırma şirketinin yakın zamanlı küresel duygular araştırmasını getiriyor. Bu araştırmada çıkan sonuçlar oldukça üzücü. Türkiye’de toplum öfke, nefret, korku, umutsuzluk ve benzerleri gibi negatif duyguları hissetmede, halen iç savaş yaşayan ya da yakın zamanda iç savaş yaşamış ülkelerin toplumlarıyla benzer sonuçlara sahip. Peki, Türkiye bir iç savaş yaşamadı ve yaşamıyorsa, neden iç savaşa özgü duygusal koşullarda yaşıyoruz? Bu soruya toplumun kendisi zımni olarak durmadan cevap veriyor aslında. Yazının başından beri bahsettiğim drama üretiminden tutun da gündelik yaşamdaki gerilimli hale kadar toplum resmi söylemle uyuşmayan bir gerçeklikte yaşıyor. Bu gerçekliğin bir tezahürü de dramalarda karşımıza çıkıyor. Türkiye’de toplum soğuk iç savaş yaşıyor desek sanırım çok da yanlış bir tanım olmaz. Aksi halde, savaş halinin hukuksuzluğundan kaynaklanan, kendi hukukunu ve varlığını kendi imkânlarıyla koruma çabası bu kadar kabul görmeyebilirdi toplumda. Ailelerin bir bakıma devletleştiği televizyon dramaları kitleselleşmez, insanlar bu dramalarla bu denli özdeşleşme yaşamazlardı sanırım.

Bu son sözle tartışmayı başka bir noktaya getirdiğimin farkındayım. Kitleselleşen televizyon dramaları mı toplumu şekillendirir, yoksa o dramalar toplumun halihazırdaki yaşamından doğar ve sundukları özdeşleşme imkânından dolayı mı kitleler tarafından benimsenir? Bu soru başka bir yazının konusu ve siyah – beyaz gibi kesin bir cevabı olduğunu düşünmüyorum. Toplum, iç içe geçmiş, nedenselliği kolay kolay tespit edilemeyen, maalesef pozitif yöntemlerle kolay kolay ölçülemeyen bir yapı. Yine de toplumsal yaşam ve kitleselleşen dramalar arasında bir bağlantı olduğu aşikâr. Bu bağlantı gösteriyor ki, Türkiye’de toplumsal huzur göz önüne alındığında işler pek iyiye gitmiyor. Aile ile ilgili genel kabulün, “Aile kutsaldır”ın ötesine geçip, “Aile, toplumdan bağımsız bir birimdir ve kendi varlığını kendi aygıtlarıyla idame eder”e dönüşmesini bu durumun fiili göstergesi olarak görüyorum.

*https://www.gallup.com/analytics/349280/gallup-global-emotions-report.aspx

______________

Görkem Şarkan: 1985 İstanbul doğumlu oyuncu, yazar ve yönetmen… Yeditepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümünden mezun oldu. 2014’te yazıp yönettiği ilk uzun metraj filmi ‘Nergis Hanım’ ile 33. İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde Seyfi Teoman anısına verilen En İyi İlk Film Ödülünü aldı. Yüksek lisansını Sahne Sanatları üzerine tamamladı ve 2018 yılında akademisyen olarak İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda Dünya Tiyatro Tarihi ve Türk Tiyatrosu Tarihi dersi verdi. Yazdığı ve yönettiği oyunlardan ‘Çatı’ ve ‘Yok Oğlum Biz Evdeyiz’ ile yılın en iyi yazarı ödülünü aldı. Oyuncu, yazar ve yönetmen olarak çalışmalarına devam ediyor.

- Advertisment -