Bir yıldan fazla bir zaman önce başlatılan, Türkiye’deki resmi devlet yetkililerinin “terörsüz Türkiye,” Kürt kesiminin “yeni barış süreci” diye tanımladığı inisiyatifin, başarıyla sonuçlanması hem Kürtler hem de Türkler açsısından muazzam bir kazanım olacağını hepimiz biliyoruz. Sürecin son bir yıllık muhasebesi yapıldığında, karşılıklı olmasa da aslında çok önemli bazı adımların atılmış olduğunu görmekteyiz. Kuşkusuz PKK’nin önce kendisini feshetmesi, silah bırakma ve ardından örgüte bağlı silahlı unsurların sınır dışına çekilmeleri, hiç de küçük adımlar değil.
Atılmış olan bu adımları, meselenin şiddet zemininden siyasi zeminine çekilmesi kararlılığı şeklinde değerlendirmek gerekir. PKK’nin feshi, silah bırakması ve sınırların dışına çıkması, örgütün atabileceği en radikal adımlardı. Bu temel adımların bir yıllık bir zamanda atılması küçümsenemez. Ancak buna rağmen sürecin çok iyi işlediğini söylemek mümkün değil. Zira halen süreç, karşılıklı ve dengeli bir zeminde ilerlemiyor. Peki neden?
Neden Süreç Dengeli Bir Zeminde İlerlemiyor?
Çeşitli nedenleri var. Bunlardan ilki ve belki de en belirgin olanı, her iki tarafında gönül rahatlığıyla kabulleneceği barışçıl ve yapıcı bir dil hususudur. Maalesef halen iletişimi kolaylaştıracak ortak bir lisan üretilemedi. Bir kere “terörsüz Türkiye” kavramı, Kürt meselesi gibi en az yüzyıllık bir sorunu çözüme kavuşturma yolunda isabetli ve kucaklayıcı bir terim değil. Daha isabetli ve daha münasip bir başlık bulunmalıydı.Elbette hepimiz teröre karşıyız ve terörün hiçbir sorunu çözemeyeceğini biliyoruz. Ancak Kürt meselesini, “terörsüz Türkiye” kavramının bir alt başlığı olarak görmek doğru bir yaklaşım değil. Böylesine köklü, sosyal ve siyasi bir sorun için, daha kapsayıcı bir başlık oluşturulmalıydı. Üstelik terör göreceli bir kavramdır. Örneğin Batı dünyası Hamas’ı “bir terör örgütü” olarak kabul ederken, Türkiye bir “direniş örgütü” olarak görüyor. Her şey bir yana, şimdi Kürtlerin varlığı ve dillerinin inkarını ne tür bir terörle açıklayabiliriz?
Elbette sorun sadece başlıkta değil. Göze çarpan kimi bariz eksiklikler var. Bunlardan en önemlisi, toplumun sürece hazırlanması ve bir şekilde sürece iştirak etmesi geliyor. Örneğin 2012-13 yıllarında, dönemin Başbakan’ı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, halkı sürece dahil etme ve kamuoyunun desteğini kazanma anlamında çok önemli adımlar attı. Kürt meselesinin tarihsel arka planıyla ilgili cesur çıkışlarda bulundu. Akil adamlar heyeti oluşturularak, memleketin dört bir yanı gezildi, raporlar hazırlandı. Medyanın dili değişti ve neredeyse tüm basın organlarında, süreci sahiplenenler çoğunluk teşkil etti. İş dünyası elini taşın altına koydu, Türkiye’nin en saygın işverenler kuruluşu TÜSİAD bile toplantılar düzenledi. Akademik camiadan pek çok kimse ekranlarda düşüncelerini dile getirdi. Böylece Kürt meselesinin barışçıl bir çözüme kavuşturulması, tüm toplum kesimlerinde destek buldu, kamuoyunun yaklaşık %80’i süreci sahiplendi.
Peki şimdi, toplumda benzeri bir hava ve bir heyecan var mı? Maalesef var diyemiyoruz. Çünkü halkı bu anlamıyla umutlandıracak siyasi bir ortam oluşturulamadı. Sayın Erdoğan, birinci barış sürecinde adeta yalnız bırakılmıştı. Sürecin birinci derecede muhatabı olan HDP bile, bütün uyarılarımıza rağmen, Kürt meselesi gibi can alıcı bir konuyu, iç siyasete kurban edecek kadar realiten uzaklaşmıştı. Elbette bütün bunlar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu kez daha temkinli davranmasını etkilemiş olabilir, ancak sürecin sahipsiz bırakılmasını da gerektirmez.
Görebildiğim kadarıyla Kürt toplumu da sürece ilişkin olarak kendi arasında iki kampa ayrılmış bulunmaktadır. Bir kesim, tüm eksiklik ve aksaklıklara rağmen sürece umut bağlamışken, diğer bir kesim sürece iyimser ve umutlu bakmıyor. Kürt toplumundaki kamplaşma, DEM’in parti tabanına da yansımış bulunmaktadır. DEM partinin kitlesini sürece hazırlamak amacıyla şimdiye kadar 3000’den fazla toplantı gerçekleştirdiği söylenir. Kürt tarafındaki iki kesim de çatışma ve şiddetin son bulmasını desteklerken, sürece iyimser ve umutlu bakmayanlar hem devletin adım atmamasından hem de PKK tarafının siyasi bir talebinin olmamasından yakınıyor.
Öte yandan Kürt kamuoyunun uzun yıllara dayanan kimi meşru talepleri var. Kanımca, son kertede sürecin kaderini belirleyecek olan bu meşru talepler olacaktır. Kürtler devletten, başta ana dilde eğitim hakkı ve Kürtçenin resmi statüsü olmak üzere, Kürt halkının kollektif hakları bağlamında bazı adımlar atması beklenmektedir. İnkâr politikasından vazgeçmek iyi bir adımdır. Ancak asimilasyonun durması elzemdir. Bunun da olmazsa olmaz şartı ana dilde eğitimdir.
Kısacası Abdullah Öcalan ve partisi, hiçbir siyasi talepte bulunmadan devlete teslim olsalar bile Kürt meselesi çözülmez.
Sürecin “Suriye Engeli”
Süreci akamete uğratan çok önemli bir unsur da Türkiye’nin Suriye politikalarından kaynaklanmaktadır. Kimi hükümet yetkilileri ısrarla, Suriye’deki silahlı Kürt güçlerinin silahlarını bırakarak Ahmet el Şara (Colani) yönetimine teslim olması gerektiğini, Öcalan’ın çağrısının onlar için de geçerli olduğunu söylemektedirler. Oysa hepimiz de biliyoruz ki süreç 2024 yılının Ekim ayında başladığında, henüz Esat iktidardaydı. 2011’den 2024 yılına kadar hiçbir zaman Türkiye, Rojava Kürtlerinin silahlarını Esat yönetimine teslim etmesi yönünde bir çağrıda bulunmadı. Bütün bu zaman zarfında Türkiye, Rojava’daki Kürtlerin, Esat karşıtı muhalif güçlerle hareket etmesini istedi.
Türkiye’nin üniter bir Suriye talebi ve Rojava’daki Kürtlerin bu üniter yapı içinde bir siyasi çözüme rıza göstermesi yönündeki politikası gerçekçi değil ve sahadaki realite ile bağdaşmamaktadır. Öte yandan Suriye’deki diğer dini ve etnik gruplar da üniter bir Suriye istememektedirler. Dürziler, daha şimdiden bağımsızlık istemekte ve federal çözümden daha aşağı bir yönetime iştirak etmeyeceklerini söylemektedirler. Kıyı kesimindeki Aleviler de, Nisan ayındaki katliamdan sonra, ancak federe bir yönetim çatısı altında, özgürlük ve yaşam haklarını koruyabileceklerini düşünmektedirler. Amerika’da görüşme imkânı bulduğum bazı Suriyeli Aleviler, “Suriye’nin eninde sonunda bölüneceği ve Alevilerin de kendi devletlerine sahip olacağını” söylüyorlardı.
Yeni Suriye’nin nasıl bir yönetim modeline sahip olacağı konusu, ABD’nin bölgedeki iki yakın müttefiki durumunda olan Türkiye ve İsrail’i de giderek karşı karşıya getirmektedir.
Türkiye ne kadar federe veya bölünmüş bir Suriye’yi kendi güvenliği açısından bir tehdit olarak görüyorsa, İsrail de bir o kadar üniter bir Suriye’yi tehdit olarak görmektedir. Kürtler, Dürzüler, Alevi ve Hristiyanların federal bir Suriye ısrarı, bu grupları İsrail’in ajanı ve işbirlikçisi yapmaz. İsrail üniter bir yapıyı savunsa, Türkiye de federal bir Suriye’yi isteseydi, o zaman bütün bu gruplar Türkiye’nin ajan ve işbirlikçisi mi olacaktı? Böyle bir mantık olamaz. Suriye’deki her grup önce yaşam hakkı, sonra da özgülünü esas alarak pozisyonunu belirlemektedir. 1993’te Arap devletleriyle, 2025’te İran’la sıcak çatışma sürecini geride bırakan İsrail için yakın gelecekteki yegâne potansiyel tehlike, cihatçı bir anlayışla yönetilen Suriye olacaktır. Bu nedenle İsrail, kendi güvenliği için birinci derecede tehdit unsuru olarak algıladığı üniter bir Suriye’yi istememektedir. Bu arada İsrail’in güvenliğini, adeta kendi güvenliği olarak kabul eden Trump yönetimi de İsrail için tehdit olacak bir Suriye’den yana değil.
Açık ki, Kürtler, Aleviler, Dürziler ve Sünni Arapların kanton veya federal bir statüde bir arada olacakları demokratik bir Suriye’nin orta ve uzun vadede Türkiye için daha iyi olacağını, bugünkü koşullarda Türk dış politikası yapıcılarına anlatmak mümkün görünmüyor. Düşünüyorum da, Irak federal bir yönetim sahip değil de, Saddam dönemindeki gibi, katı dikta bir rejime sahip olsaydı, belki Türkiye ve Irak, su sorunu nedeniyle çoktan bir savaş içine girmişlerdi. Böyle bir savaşta, üniter bir Suriye’nin hangi tarafta yer alacağını konuşmaya bile değmez.
Şüphesiz Türkiye’nin Suriye üzerinde önemli bir ağırlığı var. Ancak Türkiye, başta Kürtler olmak üzere diğer etnik ve dini unsurların realitesini göz önünde bulundurmadan, sadece Sünni Arapları kucaklayarak Suriye’de istikrarlı yönetimin ortaya çıkmasını sağlayamaz. Bin yıllık Türk- Kürt birlikteliği ortadayken, Colani’nin defalarca Suriye Kürtlerini Türkiye ile tehdit etmesi hoş bir durum değil. Türkiye Suriye politikasında, milyonlarca Kürt vatandaşının da hassasiyetini dikkate alan dengeli bir politika benimsemelidir.
Sonuç olarak, dilerim “Terörsüz Türkiye” süreci bir an önce adamakıllı bir barış sürecine evrilir, Türkiye önce kendi iç barışını tesis edip, Suriye’deki tüm etnik ve dini grupların desteği ve güvenini kazanarak, en az beş yüz milyarlık dolarlık yeni Suriye’nin imarında baş rolü üstlenir.

