Donald Trump, son günlerde dört bir yanındaki ülkelerle ilgili sansasyonel çıkışlarıyla gündemi işgal ediyor. Grönland’a bakmıştık, peki Trump’ın Panama’yla derdi ne?
Meselenin jeopolitik ve tarihsel kısmına geçmeden biraz magazin.
2019’da Trump’a ait iki şirketin Panama’da işlettiği bir otelin mal sahipleri, Trump şirketler grubuna vergi kaçırdıkları iddiasıyla dava açtı. Panama hükümetinin Trump’ın şirketlerinin yaptığı usulsüzlükleri belgelemesiyle dava Amerikan mahkemelerine taşındı. Dava devam ediyor; dolayısıyla, Trump’ın bu olay nedeniyle Panama hükümetine kişisel bir garezi olduğunu düşünenlerin sayısı da az değil.
Panama Kıstağı’ndan Panama Kanalı’na
Bu “kamu spotu”nun ardından kısaca uzak geçmişe gidelim.
Panama küçük bir Orta Amerika ülkesi olabilir ama önemi, boyutunu katbekat aşıyor. Tabii Panama Kanalı’nın anlamak için, önce Panama Kıstağı’na değinmek lazım.
Kuzey Amerika ve Güney Amerika’yı bağlayan, Atlantik’le Pasifik’i ayıran bu incecik kara şeridi, 16. yüzyılın başında İspanyol conquistadorlar tarafından keşfediliyor. Bu keşif sonucunda o dönem “Güney Denizi” olarak anılan Pasifik’in varlığı da teyit edilmiş oluyor. Burada bir geçiş rotası oluşturulup oluşturulamayacağını araştırmak için bir keşif çalışması yapılmasını emreden Şarlken’e hakkını teslim etmeden geçmeyelim.
Peki, madem Avrupalılar şu işe bu kadar erken uyandı, n’oldu da ihale Amerikalılara kaldı? Cevap basit: Fransızlar beceremedi de ondan. Süveyş’in mühendisi Ferdinand de Lesseps, dağ-bayır dolu Panama’da, Mısır’ın düzlüğünde kullandığı teknikleri kullanmaya kalkıyor. Bir de habire yağmur yağıp toprak kayıyor. Üstüne, inşaatta çalışan 22,000 işçi, sivrisineklerden bulaşan sarı humma ve sıtma nedeniyle telef oluyor.
Fransızlar başarısız olunca Amerikalılar ellerini ovuşturmaya başlıyor tabii. Panama, o dönem Kolombiya toprağı. İki ülke masaya oturuyor ama Kolombiya tarafı ABD’nin kanalın inşası için sunduğu şartları bir türlü kabul etmiyor. Bunun üzerinde ABD, Panama’daki bağımsızlık hareketini destekleme kararı alıyor, savaş gemilerinin rotasını da Kolombiya’ya çeviriyor (geçen yazıda Gambot diplomasisi kavramından bahsetmiştik). Yeni kurulan Panama Cumhuriyeti, bağımsızlık mücadelesinde sağladıkları destek karşılığında kanalın yapılacağı bölgeyi ABD’ye tahsis ediyor. ABD, Kanal’ın inşaatını 1914’te tamamladı ve bugün toplam deniz ticaretinin %12’sini buradan yapıyor. Kanal’ın nasıl ve ne zaman Panama’nın kontrolüne döndüğüne daha sonra geleceğiz. Şimdi asıl konumuza bakalım.
Trump ne diyor?
Trump, Panama bahsini, Amerikan gemilerinin Kanal’dan geçerken ödediği yüksek ücretlerden ve Çin’in ülkede gitgide artan etkisinden açtı. Mealen şunu diyor: “Biz Panama Kanalı’nı Panama’ya verdik ama şu an Çin işletiyor. Panama bizim iyi niyetimizi suiistimal etti; ben oradaki iki stratejik lokasyonun kontrolünü Çin’e bırakamam, gerekirse askeri ve ekonomik baskıda bulunmaktan da çekinmem.”
Çin’in Panama Kanalı’ndaki dahli çoğunlukla Hong Kong merkezli bir şirketin, kanalın uç noktalarındaki iki limanı işletmesi üzerinden konuşuluyor. Ancak kanalın tamamı, hükümetten bağımsız bir kurum olan Panama Kanal Otoritesi tarafından idare ediliyor. Hadi diyelim Hong Kong merkezli bir şirketin Çin hükümetiyle iltisaklı olması ulusal güvenlik endişesi yaratıyor, aynı şirketin diğer ülkelerdeki limanları n’olacak? Bahsi geçen şirketin İspanya’dan Arjantin’e, Almanya’dan Güney Kore’ye 18 ülkede limanları var.
Geçiş ücretleri ise talebe göre belirleniyor ve genellikle bir yolculuğun maliyetinin %5’inden daha azını teşkil ediyor. Kuraklık dönemlerinde kanaldan daha az gemi geçiş yapabildiği için, gemiler geçiş hakkı için birbirleriyle rekabet edebiliyor. Öte yandan Amerikan donanması, geçiş önceliği konusunda hala imtiyaz sahibi.
Bir diğer konu da şu: 2016’da büyük tonajlı gemileri (bkz. Neopanamax) taşıyacak şekilde tasarlanan daha geniş bir kilit sistemi açıldı. Bunun Panama hükümetine maliyeti olan 5 milyar dolar, ülkenin yıllık GSYİH’inin neredeyse yarısına tekabül ediyor. ABD, bu genişletme projesine finansal destekte bulunan ülkeler arasında yer almadı. Şu anda ise dünya deniz ticaretinin %5’inin Kanal üzerinden yapılıyor. Bunları cebimize koyalım.
Biz ne anlıyoruz?
Her ne kadar Trump’ın kullandığı argümanlar pek sağlam olmasa da, ABD’nin uzunca süredir Panama’yı fazla boşladığını söylemek yanlış olmaz. 2017 yılında (yani başkan Trump iken) Panama, sembolik bir politika değişikliği yaptı: Tayvan’ı Çin’in bir parçası olarak kabul ederek Pekin’i meşru hükümet olarak tanıdığını açıkladı (bkz. One-China policy) ve Kuşak-Yol Girişimi’ne (BRI) katıldı. Aynı yıl Çinli şirketler, Kanal’da 1,5 milyar dolarlık bir proje aldı. Burada can alıcı olay şu: Amerikalı şirketler bu ihaleye girmemiş bile.
İddiaya göre, Çin’in iç içe geçmiş özel sektörü ve bürokratik yapısının aksine Amerikalı büyükelçi, bütün çabalarına rağmen Amerikan şirketlerine projeyle ilgili bilgi vermek için ulaşamamış, başkentten kimseye de derdini anlatamamıştı. Latin Amerika’dan Afrika’ya birçok ülke, Çin’in kolay erişilebilir altyapı programlarına alternatif sunmayan ve ticareti bir diplomatik unsur olmaktan çıkaran ABD’den gitgide uzaklaşıyor. Buradan sonrası ABD’nin parti siyasetindeki tıkanmışlığa çıkıyor, zira Amerikalı diplomatlar, artık bir hükümetin, kendinden önceki hükümetin imzaladığı bir projeyi devam ettireceğine garanti veremiyor. Daha da kötüsü, muhalif Senatörler hükümetin büyükelçi atamalarını “blokladığı” için ülkeler kimi zaman bir muhatap bulmakta bile zorlanabiliyor. Öte yandan 2019 yılında Çin’in dünya çapındaki diplomatik temsilcilik sayısı ilk defa ABD’yi geçti. Bu da işin siyaset ve yönetişim kısmı.
2016’da Çinli bir başka şirket, konteyner limanı inşa etmek için Panama’nın Karayip kıyısının dışında bir ada satın alıyor. Amerikan güvenlik bürokrasisinde alarm zilleri çalıyor tabii. Hem limana silah sistemlerinin yerleştirilmesinden, hem de ABD’nin Panama Kanalı’na erişimini tıkamak için kullanılacağından endişe duyuyorlar. Sonra ne mi oluyor? Proje 2020’de iptal ediliyor. Benzer şekilde, Çinli şirketlerin %18 hisse aldığı Panama’nın en büyük bakır madeni batıyor. Ortalık bunun gibi başarısız köprü, demiryolu ve elektrik hattı projeleriyle dolu. Hatta Panama hükümeti, Çin’in, Kanal’ın Pasifik ucunda açmak istediği şaşaalı konsolosluk binasının inşaatına bile izin vermiyor. Anlayacağınız, Panama ve Çin arasında kusursuz ilerleyen ticari ve siyasi ilişkiler yok, ülkede bir Çin hâkimiyeti hiç yok.
Peki, o zaman ABD’nin güvenlikçi kesimi neden bu kadar kaygılanıyor? Bunu anlamak için kısaca Soğuk Savaş yıllarına dönüyoruz. ABD, bir ülkenin komünizme kaymasının, çevresindeki diğer ülkelerde de aynı etkiyi yaratacağını ve sonunda Sovyetler Birliği’nin etkisinin daha geniş bir alanda artacağını düşünüyordu (bkz. Domino theory). Soğuk Savaş dönemi Amerikan dış politikasının temel yapı taşlarından biri buydu. Günümüzde aynı endişeyi Çin’in altyapı projeleri ve sağladığı krediler aracıyla kazandığı “soft power” yaratıyor. Üstelik Çin’in Afrika’daki bazı projelerinin, gelecekte askeri üslerin inşa edilmesine zemin hazırladığını görüyoruz. Örneğin Çin’in, Cibuti’deki askeri üssü, Afrika’da hatırı sayılır bir askeri varlık gösterebilecek noktaya geldi.
Tabii Latin Amerika hükümetleri, ABD’nin daha aktif olmasını isterken eski günlerdeki gibi ülkelerinde darbeler yapmasını, asker indirmesini, cunta rejimlerini desteklemesini beklemiyor. Hatta Trump’ın ilk döneminde kurmaylarının Latin Amerika’yla ilişkileri geliştirmek istediklerini anlatırken Monroe Doktrini’ne atıfta bulunması, bu ülkelerde huzursuzluk yaratmıştı. Trump’ın Panama çıkışından sonra yandaşı-muhalifi kim varsa tekrardan Monroe Doktrini’ne atıfta bulunmaya başladı.
21. Yüzyılın Monroe Doktrini mi, yoksa Olney Deklarasyonu mu?
Yakın dönemde Amerikan başkanlarının hep uluslararası bir liberal düzen temelinde küresel liderlik hedefine odaklandığını gördük. ABD’nin erken dönem dış politikası ise bölgesel egemenlik ve gelişme üzerine kuruluydu. ABD, bir yandan Avrupa’nın Amerikan kıtasına müdahale etmesini engellemeye çalışırken, bir yandan da Latin Amerika’daki etki alanını genişletmek istiyordu. Literatürde buna kıtasalcılık (bkz. continentalism) deniyor. O dönemin alametifarikalarından biri de kuşkusuz Monroe Doktrini.
ABD’nin 5. Başkanı James Monroe, 1832’de Kongre’ye bir hitabında adıyla anılacak Doktrin’i şu kaideler üzerine bina ediyordu: Yeni sömürgecilik girişimlerinin reddi, dış müdahaleden kaçınma ve Amerikalıların ve Avrupa’nın birbirlerinin siyasi ve ekonomik meselelerine müdahale etmeyecek şekilde ayrı alanlarda etki göstermesi gerektiği fikri.
Gelgelelim Monroe, Avrupa’nın Latin Amerika’ya müdahale etmesini engellemeyi amaçladığı için, ABD’nin kendi egemenlik alanını genişletmesi veya bölgedeki toprakları “alması” söz konusu olamazdı. Yani, “teritoriyal genişleme” fikri Monroe Doktrini’ne dâhil değildi.
Neyse ki karşılaştırmalı tarih disiplininde çare tükenmez. Takvimlerimizi 60 sene kadar ileri sarıp bu sefer bir dışişleri bakanının adını arayalım: Richard Olney. Olney, ABD’nin Latin Amerika’daki müdahalelerine Avrupa’nın karşı çıkamayacağı görüşünü savunuyor, ülkenin bölgedeki dış politikasını daha müdahaleci ve hegemonik bir yöne çeviriyordu.
Olney’nin 1895 tarihli bu görüşü zaman zaman Olney Deklarasyonu olarak anılsa da, Monroe Doktrini’nin “haddini aşan” bir yorumu olarak değerlendirmek daha doğru. Trump’ın ABD’nin Latin Amerika’daki etki alanını genişletme ve müdahale hakkına sahip olduğu yönündeki açıklamaları da Monroe’dan ziyade Olney’nin yaklaşımını andırıyor. Olney’e göre ABD’nin Latin Amerika üzerindeki müdahale hakkı, ABD’nin egemenliğinin bir parçasıydı. Hatta Olney, ABD’nin bölgede alınan bütün kararlar üzerinde tam kontrol hakkına sahip olduğunu ileri sürüyordu. Belli ki Trump da yeni dönemde kıtadaki diğer ülkelerle böyle bir ilişki kurabileceğini hayal ediyor.
Bir America First vardı, n’oldu ona?
Birçokları, Trump’ın bu bölgesel hegemonya arayışının, dış politikada “Amerika’nın çıkarları”na odaklanılması gerektiği teziyle (bkz. America First) çeliştiğini düşünüyor. Ancak Trump’ın dış politikasındaki müdahalecilik karşıtlığı, Amerika’nın dünyanın dört bir yanında, özellikle Ortadoğu’da gerçekleştirdiği uzun vadeli askeri müdahalelere karşı duyduğu eleştiriden kaynaklanıyor. Trump’ın müdahaleciliğe karşı tutumu, ABD’nin bölgedeki uzun süreli angajmanlardan (Irak ve Afganistan) çekilmesini savunmaya yönelik. Trump, Amerika’nın “sonu olmayan savaşlara” girmesinin uluslararası prestij kaybına yol açtığını düşünüyor. Bu karşıtlık, tüm bölgesel müdahalelere karşı olduğu anlamına gelmiyor. Trump’ın dış politikasındaki temel vurgu, “Amerika’nın çıkarları” denirken de genel olarak insan kaybının ve gereksiz harcamaların önlenmesinden bahsediliyor.
Tarih tekerrür ederken
Aslında Kanal’ın Panama’ya devri de benzer krizlerin sonucuydu. Amerikan kamusal hayatının merkezine oturan (ve kökünden sarsan) Vietnem Savaşı kaybedilmişti. 60,000’e yakın Amerikalı bir hiç uğruna öldü, ABD’nin küresel liderliğine yönelik ciddi bir sorgulama başladı. Öte yandan Sovyetler Birliği ile yapılan nükleer silahların kontrolü anlaşmaları ABD’nin Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikalarına karşı yeterince sert bir tavır almamasıyla suçlandı. Nixon ve Kissinger’ın Çin ile diplomatik ilişkilerin normalleştirmesi ise Komünist bloğun desteklenmesi olarak görüldü. Üstüne Küba’daki devrim ve Karayipler’de yükselen sosyalist hareketler, ABD’yi kıtada daha da izole etti. Bir “double-edged sword” vakası anlayacağınız (Türkçesi maalesef pek kibar kaçmıyor).
Dönemin başkanı Carter, ABD’nin imajındaki bu bozulmayı toparlamak istiyordu. 1960’lar ve 1970’lerde Panama halkı, ABD’nin kanal bölgesindeki egemenliğine karşı birçok kez protesto düzenledi.1970’lerde, ABD ile Panama arasındaki gerilimler, bir askeri çatışmaya dönüşme riski taşımaya başladı. Carter, bu sorunla başa çıkmak için diplomatik bir çözüm arayışına girdi. 1977’de imzalanan Torrijos-Carter Antlaşması’yla Panama Kanalı’nın 1999’da Panama’ya devredilmesi üzerine anlaşıldı.
O günden beri Panama konusu, Amerikalıların bir kısmı için bir ulusal gurur meselesi. Hatta Ronald Reagan, 1977 kampanyasında dönemin başkanı ve seçimlerdeki rakibi Jimmy Carter’ı buradan vurmayı ihmal etmedi. Carter’ın 1977’de Torrijos’la imzaladığı anlaşmaya göre Kanal’ın yönetimi 31 Aralık 1999’da tamamen Panama’ya devredilecekti. Reagan’ın Kanal’la ilgili meşhur sözlerini hatırlayalım.
“(Panama Kanalı’nı) biz aldık, parasını biz ödedik, biz inşa ettik ve bizim kalmasına niyetliyiz.”
Gelgelelim Reagan, başkanlık seçimlerini kazandıktan sonra anlaşmayı durdurmaya yeltenmedi bile. Kanalın devir süreci de planlandığı şekilde devam etti.
Bugün Reagan’ın sözleri, Trump’ın ağzından yankılanıyor. Ancak Reagan’ın Latin Amerika’daki “müdahaleci” dış politikası, Carter izolasyonizmini askeri müdahaleler ve örtülü operasyonlarla kırmıştı. Reagan, Nikaragua’da Contra gerillalarına destek veriyor, El Salvador ve Honduras gibi ülkelerde de anti-komünist hükümetleri destekliyordu. Öte yandan uzaklarda, Afganistan’da (yine Sovyetler’e karşı) Mücahitler’e ve Polonya’daki muhalif gruplara da el uzatıyordu. Bugün ise Trump yönetimindeki ABD, kıtasalcılıkla paralel şekilde bölgesel hegemonik yönünü güçlendirmeye odaklanan bir de-globalizasyon hedefi güdüyor. Yanlış anlaşılmasın, içe kapanan değil, uzaklardan elini çekmeye özen gösteren, başta kendi çevresi olmak üzere ticaret güzergahlarının kontrolü konusunda ise şahinleşen bir ABD’den bahsediyorum.
“Kendini deliliğe vurmanın” sınırları
Peki, Trump’ın Panama çıkışı, ucuz bir blöften yahut bir machismo gösterisinden ibaret olabilir mi? Machiavelli, bir hükümdarın gerektiğinde öngörülemez ve korkutucu davranması gerektiğini öğütler. Bunun Vietnam Savaşı yıllarından Trump’a da pek yakışan bir örneği var: Deli adam teorisi (bkz. madman theory). Nixon, özellikle Sovyetler Birliği ve Kuzey Vietnam gibi rakipleri ürkütüp tavizler koparmak amacıyla, kendisinin irrasyonel ve öngörülemez bir lider olduğu izlenimini yaratmayı hedefliyordu. Amiyane tabirle “bu adam her an her şeyi yapabilir” hissiyatını vermek istiyordu. Örneğin, ABD’nin Vietnam semalarında nükleer kapasiteli B-52 bombardıman uçaklarını gezdirmesi (bkz. Operation Giant Lance) bu stratejinin bir parçasıydı. O dönem bazı uzmanlar, bu stratejinin uluslararası güvenliği artırmak yerine, bir nükleer savaşa bile yol açabileceğine işaret ediyordu. Hoş, rakip ülkeler Nixon’ın hamlelerini “çılgınlık” yerine, taktiksel bir oyun olarak değerlendirdikleri için bu stratejinin etkisi çoğu zaman sınırlı kaldı. Tabii Nixon’ın bu stratejiyi bilinçli ve planlı bir şekilde uyguladığı, Trump’ın ise daha içgüdüsel hareket ettiği savunanlar yok değil.
Gelgelelim, o günlerden beri dünya çok değişti ve değişmeye de devam ediyor. Hatırlayalım, Ocak 1990’da Baba Bush, önceleri ABD’nin sıkı müttefiki olan Panama Devlet Başkanı Noriega’yı devirmişti. ABD’nin bir ay süren müdahalesinde 500 sivil, 150 Panama askeri öldü. Geçen yazımın sonunda vurgulamıştım, çok kutuplu dünyaya zannettiğimiz kadar yakın olmayabiliriz. Ancak tek kutuplu dünyaya da bir o kadar uzağız. ABD, 90’lara geldiğimizde tek kutuplu bir hegemonyaya yaklaşıyordu, şu an ise bundan gitgide uzaklaşıyor. Dolayısıyla bu tür müdahaleler diplomatik anlamda (yani resmiyette) bölge ülkelerini Amerikan Devletleri Örgütü’nde (OAS) kopmaya, fiiliyatta ise Çin ve Rusya’yla güvenlik ittifakları kurmaya itebilir. Blokların ve ittifakların varlığını yitirmediği ancak sınırlarının silikleştiği bu “kısa vadeli somut kazançlar ve karşılıklı çıkarlar” (bkz. transactionalism) çağında ABD’nin böylesine bir risk alması pahalıya patlayabilir.
Trump’ın yerinde olsam Panama’yla vakit kaybetmeyip gözümü Peru’ya, Chancay Limanı’na çevirirdim. Chancay Limanı, özellikle Pasifik Okyanusu’na doğrudan bağlantısı olmayan Brezilya’ya bağladığında Pasifik ticareti yeniden şekillenebilir, hatta Panama Kanalı’nı büyük ölçüde by-pass edebilir. ABD güvenlik yetkililerin, Chancay Limanı’nın Çin savaş gemilerini barındırabileceği yönündeki endişelerine de değinmeden geçmeyelim.