“Trump seçim kazası değilmiş, dünya artık böyle” başlıklı son yazımda (Serbestiyet, 7 Kasım) Trump’ın zaferini Demokratların beceriksizliğine, ‘iyi’ politikalar yerine ‘kötü’ politikalar uygulamasına bağlayan yorumların meselenin özünü, esasını ıskaladığını öne sürmüştüm. O yazının son paragrafında da Trump’ın, “ipliğinin pazara çıktığı” dört yıllık icraat döneminin ardından derlediği şaşırtıcı oy sayısına bakıldığında “galip sayılır bu yolda mağlup” neviinden bir yenilgiyle iktidardan uzaklaşmak zorunda kaldığı 2020 seçim kampanyasından bir anekdotla bu ‘öz’ün, bu ‘esas’ın ne olduğuna dair bir ‘ipucu’ vermiştim: Kampanya sırasında Demokrat aday Hillary Clinton, Trump’a oy verenler için “içler acısı durumdalar” demiş, Trump ise cevaben şöyle seslenmişti durumu içler acısı olanlara: “Ben sizi anlıyorum, sizin gibi konuşuyorum, Hillary gibi süslü cümleler kuramam, siyasetçi değilim ama sizi seviyorum, size saygı duyuyorum…”
Biliyorsunuz, son seçim kampanyasında da bir benzeri yaşandı bunun. Biden, Trump destekçileri için “çöp” deyince Trump da çöpçü yeleği giyip bir çöp kamyonunun direksiyonuna geçti.
New York Times yazarı David Brooks ABD seçimlerinin ertesi günü seçim sonuçlarını değerlendirdiği yazısına “Seçmenlerden elitlere: Şimdi beni görüyor musun?” başlığını atmıştı. (Serbestiyet, makaleyi 7 Kasım’da Türkçe çevirisiyle yayımladı.)
Benim sözünü ettiğim ipucu bu başlıkta da var. Brooks, Trump’ın zaferinin en temelde neyin üzerinde yükseldiğini şu cümlelerle anlatıyordu yazısında:
“Sol, kimlikçi performans sanatına yönelirken, Donald Trump sınıf savaşına iki ayağıyla birden atladı. Queens doğumlu Trump’ın Manhattan elitlerine duyduğu kızgınlık, ülkenin dört bir yanındaki kırsal kesim insanlarının hissettiği sınıf düşmanlığıyla sihirli bir şekilde örtüştü. Mesajı basitti: Bu insanlar size ihanet etti ve üstelik geri zekâlılar. Solda Trump’ın Amerikan halkının doğasında var olan ırkçılık, cinsiyetçilik ve otoriterlik nedeniyle kazandığını söyleyenler olacaktır. Görünüşe göre bu insanlar kaybetmeyi seviyor ve bunu tekrar tekrar yapmak istiyorlar.”
Brooks’un sorusuna dönelim tekrar: Seçmenlerin “Şimdi beni görüyor musun” diye sorduğu elitlerin cevabını biliyor muyuz? “Evet, anladım şimdi, görüyorum” diyorlar mıdır? Hiç sanmıyorum. Bunu kendi ülkemizden de biliyoruz, “eğitimsiz, cahil kitleler” karşısında öyle katı bir kibre sahipler ki hiçbir seçim yenilgisi esnetemiyor bu katılığı.
Bu iki ‘ipucu’ndan sonra artık ‘meselenin esası’na biraz daha yakından bakabiliriz…
“Trumpizmi kaçınılmaz kılan davranışlardan ne zaman vazgeçeceğiz?”
David Brooks, Ağustos 2023’te de aynı tema etrafında dönen bir yazı yazmış, o da Serbestiyet’te yayımlanmıştı. O makale şu cümlelerle bitiyordu:
“Trumpçı popülistleri çıkmaz ayın son çarşambasına kadar kınayabiliriz, fakat asıl soru şu: Trumpizmi kaçınılmaz kılan davranışlardan ne zaman vazgeçeceğiz?”
Belli ki hiç kolay bir şey değil bu. Popülist liderleri iktidara getiren kitlelere karşı öfkelenerek; onların “gerici”, “tutucu”, “ırkçı”, “küçük hesapçı”, “lümpen” karakterini lanetleyerek bir yere varılamayacağı -son örneği ABD olmak üzere- defalarca görüldüğü halde bu sıfatları kullanmadan içi soğumayan, soğumayacak ‘aydınlanmış’lar var olduğu sürece popülist liderler de hep var olacak.
Bu küçümseme, yoksullukları ve yoksunlukları nedeniyle zaten maddi olarak kendilerini toplumun dışına itilmiş hisseden geniş kitlelerde duygusal tepkiler de üretiyor, bazen nefrete varan bir öfke birikimine yol açıyor. Popülist liderler esasen bu öfke-nefret üzerinde sörf yaparak iktidara yürüyor. Yani duyguların belirleyici olduğu bir siyasi atmosferden söz ediyoruz. Ne var ki her şeyi maddi ilişkilerin (‘rasyonel’in), maddi çelişkilerin belirlediği tezini savunagelen geleneksel ‘akılcı’ siyasi akımlar bunun farkında değil.
Kendisini küçümsenmiş hisseden ve bunu sineye çekmekten başka çare göremeyenlerin beyaz atlı prensleri: Popülist liderler
Siyasal tercihlerde kültürel ve duygusal boyutun önemini herkesten önce popülist liderlerin keşfetmesinde şaşılacak bir şey yok. Zaten başarılarının sırlarından biri de, daha doğrusu en başta geleni burada yatıyor.
Kendisini küçümsenmiş hisseden, fakat küçümseyene karşı durmada yeterince donanımlı olmadığı için küçümsenmeyi sineye çekenlerin psikolojisi son derece basittir; kendisini küçümseyeni küçümseyene minnettar kalır. (Popülist liderlerde bu küçümsemeyi hak edecek bir müktesebatın olmamasının hiçbir önemi yok, önemli olan retorik!)
Popülist liderlerin yükselişinde en temel rolü tümüyle duygular dünyasına ait bu argümanın oynadığına inanıyorum.
Peki hep mi vardı bu küçümseme, bu dışlama? Bu sorunun cevabı ‘hayır’. Süreç için “1960’lardan itibaren” gibi bir dönüm noktası tanımlayabiliriz; bu biraz öncesine götürülebilir belki, fakat herhalde 20. Yüzyılın ilk yarısı hele hele 19. Yüzyıl için katiyen öne sürülemez. Çünkü o tarih aralığı, en alttakilerin, eğitimli aydınların kaderlerini önemli ölçüde kendi kaderleriyle birleştirdiklerini düşündüğü bir dönem olarak yaşandı. Yani ‘önder’ konumları gönüllü olarak kabul edilen aydınların henüz bir ‘kast’ oluşturmadıkları bir dönem olarak…
20. Yüzyılın son 40-50 yılında ama özellikle de 21. Yüzyılda ‘sıradan’ insanların yerel-gündelik-maddi talepleri ile ‘aydınlanmış-eğitimli’ kesimlerin küresel-‘soylu’ talepleri arasında ciddi farklılıklar oluşmaya başladı. (Brooks’un “kimlikçi performans sanatı” dediği şey.)
Özetlersem: Kabaca yarım yüzyıldan fazla bir süredir kendi yüksek dünyasına kapanmış; kapısını da alttakilerin ‘çağdışı’, ‘gelecekle uyumsuz’, ‘vizyonsuz’ taleplerine kapatmış bir sınıftan söz ediyoruz.
Peki bu bir tercih miydi yoksa kaçınılmazlık mıydı? Sosyolog E. Digby Baltzell’e göre süreç başka bir biçimde de tecelli edebilirdi, fakat eğitimli ve uzmanlaşmış sınıflar tercihlerini böyle yaptı. Sonuç: “Tarih, kast ayrıcalıklarını önderliğe tercih eden sınıfların mezarlığıdır.”
David Brooks, Baltzell’in bu sözünü aktardıktan sonra “Bizim sınıfımızın şu anda flört ettiği kader tam olarak budur” diye yazmıştı.