14 Mayıs parlamento seçimleriyle bir yandan her şey aynı kaldı. Cumhurbaşkanlığının yanı sıra parlamentodaki çoğunluğun da yirmi bir yıl sonra ilk kez değişeceği beklentisinin karşılanmaması muhalif kamuoyunda Türkiye’de hayal kırıklığından da beslenen “ne yapılırsa yapılsın bu ülkede her şey aynı kalıyor” kadercilik hissini bir kez daha yaşattı.
Ancak her şey bir yandan aynı kalırken bir yandan da değişiyor. Zaten her şeyin aynı kaldığı fikri sosyolojiyi, tarihi ve siyaset bilimini disiplin olarak yadsımayı getirir. Bizim yapmamız gereken, her şey aynı kalırken değişenleri tespit etmek, ikisi arasındaki ilintiyi kurmak ve anlamlarına dair düşünmek. Bu “değişenler” iyi bir anlam yüküyle yüklü olmak durumunda değil elbette.
Geçtiğimiz yirmi yıl bir taraftan kesintisiz bir AK Parti iktidarı demek. Önceki on yılların aksine, tek bir partinin hegemon olduğu bir siyasal düzenin olduğu yirmi yıl.
Aslında bu, 2018’de böyle olmaktan çıkmıştı. Başkanlık sistemine geçişin ardından AK Parti desteğine muhtaç olduğu (ancak barajı geçemeyeceği) öngörülen MHP’yi ittifak sistemiyle meclise sokarken (ki zaten bu ayarlama olmasaydı MHP baraj altı kalacaktı), ilk kez AK Parti kendi başına meclis çoğunluğunu kaybetmişti.
Ancak bunun çok büyük anlamları olmamıştı. Kimse de buna kayda değer bir anlam yüklememişti. Çünkü gerçekten pek yoktu. Bu, sadece yeni sistemde parlamentonun etkisiz bir kurum kalmasından değil, aynı zamanda iki partinin de yoğun bir siyasetsizleşme yaşaması ve birbirlerine benzer hale gelmesindendi. Gücün meşruiyeti meclis ve esas olarak oy oranları olmaktan çıkmıştı. Kamuoyu için MHP hep bir gizem nesnesi kaldı. Hakkında ne bir şey bilinen, ne kendini keklik türküleri dışında ifade eden bir partiydi; sadece kendini anlamsız tuhaf cümlelerle ifade eden bir genel başkanının nefret dili kullanan bir örgütlenmeden ibaretti. Parti değil de tanımsız bir yapıydı.
Aynı şekilde 2018 seçimlerinde AK Parti’nin oyunun da alışıldık %47-50 bandından (Haziran 2015 seçimleri istisnası hariç, ilk kez) % 42,5’a düşmesi de bu bağlamda çok anlam taşımamıştı. 2023 seçimlerinde ise, içindeki Hüda-Par oyu da çıkartılınca ise AK Parti’nin oyu düz %35’e iniverdi.
Bu gerçekten ülkeyi, devleti, tüm devlet kurumlarını tamamen keyfince yöneten bir partinin dayanabileceği bir fiili meşruiyetin çok altında bir oy. Oysaki iki onyıl boyunca AK Parti’yi muhalif kamuoyu gözünde de yenilmez, baş edilemez yapan ve destekçilerine büyük bir özgüven veren, onun her iki kişiden birinin koşulsuz oyunu almasıydı.
Ancak bu fiili meşruiyetin kaynağı, artık bu meclis aritmetiğinde karşımızda çıkan bir Sağ Blok. Toplamı tıpkı AK Parti’nin 2007, 2011 ve 2015 Kasım oyları gibi tam %50 civarına ulaşan bir blok.
AK Parti bir büyük Sağ Blokun hakim partisine dönüştü. Bir taraftan,i bu blokun içinde önemsiz görülmemesi gereken gerçek ayrımlar, hatta husumetler var. En başta da, MHP’nin çeşitli defalar basit şekilci itirazları aşan şekilde görüldüğü üzere, Türklük hassasiyeti. Bu, sağın bir mefkure olarak milletinin ötesinde, net olarak etnik bir tanım.
Hüda-Par’ın ise YSP/HDP’den dahi çok daha baskın Kürt kimliği ve talepleri, onun varoluşunun en temel değerleri. Türklük ve Müslümanlık iddiaları, Soğuk Savaş sağcılığından itibaren bazen kolay şekilde birbirleriyle bütünleşirken, bir taraftan da aşılamaz uyuşmazlık ve çelişkileri bağrında taşıyor.
Yeniden Refah Partisi, Cumhur İttifakı’na, parti içinde büyük tepkilere rağmen pragmatik şekilde dahil olurken, partinin ana damarının güncel Amerikan komploculuğu ile kadim Milli Görüşçülüğün sentezi şeklindeki doğası, AK Parti’nin fırsatçı ve devlet kültüyle meşrulaşan ilkesizliğine tehdit teşkil ediyordu. Büyümesi AK Parti’ye muhalif olduğu halde asla Millet İttifakı’yla temas etmemişti; aksine, AK Parti’ye sağdan, aşırı sağdan muhalefet ediyordu.
İlginç şekilde, bu önceki sert muhalif tavrına karşın YRP ittifaka alınınca kendine daha da fazla AK Parti’den oy çekmiş görünüyor. Bunlara bir de, herhangi bir milletvekili çıkartacak karşılığı olmasa da, BBP’nin %1 oyla (2015’te %0,53 almış, 2018’de kendi başına seçime girmemişti) dirilmesi eklenmeli.
BBP’ye oy vermek 2023’te sembolik bir protestodan başka bir anlama gelmediği gibi, bu oy davranışı hem AK Parti seçmenindeki rahatsızlığı, hem de bu rahatsızlığın Sağ Blok’tan kopuşu asla mümkün kılmadığını anlatıyor.
Bu partilere verilen oyların bir yandan çok anlamı yok. “Küskün AK Partili” kategorisi sayesinde biraz hormonlular. Elleri ekonomik sıkıntılar ve genel memnuniyetsizliklerinden AK Parti’ye gitmek istemeyen (ya da ona “mesaj verdiğini”, “sitem ettiğini” düşünen) seçmenler için tuhaf bir çıkış oldular. Zira yönetim için oyları Erdoğan’a gittiği sürece, asıl yönlerini göstermiş oluyorlar.
Oy verdikleri ise artık AK Parti değil. Sağ Blok. AK Parti bu Sağ Blok’un omurgasıyken ufak kaymalara esneklik tanıyor. AK Parti’ye verilmeyen oylar çok önemsenmiyor. Zaten AK Parti’nin tutarlı ve bütünlüklü herhangi bir siyasal pozisyonu yok. Sadece düşmanlıklar üzerinden negatif kurulmuş bir kimliklendirme var. Zaten oy kayışının pek önemsenmemesinin esas nedeni, iktidarın doğasının keskin şekilde değişmemiş olması. İktidar bugün devlet; beş yılda bir onaylanıyor. Bunun dayanağı ise sağ meşruiyet. Blok’un kendi içinde oradan oraya kayışlar ise meşru siyaset alanının ve tavırların mekanizması oluyor.
AK Parti 2010’ların ilk yarısından itibaren başlayan yavaş ama kararlı oy erimesine karşı ittifak arayışlarını, başkanlık sistemine geçişle bloka dönüştürerek halletti. Böylece karşı tarafa geçiş ihanet haline geliverdi. O tarafa yönelen Saadet, Deva, Gelecek, hatta eski BBP’li, eski MHP’li bütün kanaat önderleri, itibar görmüş siyaset simaları dahi artık sağın dışında görülür oluverdi. Bu partiler akıl almaz bir yok oluş yaşarken İYİP’in de açmazını oluşturdu. İYİP’in bu açmazını ise Millet İttifakı’na yanaşmamış olan Ümit Özdağ kullandı. Böylece meşru muhalefet olabildi.
İşte bu noktada Erdoğan artık %35’lik AK Parti’nin değil %50’lik Sağ Blok’un doğal başkanı. İnsanlar Erdoğan’a oy verirken, verdikleri bu. Kendileri. Erdoğan ise gücünü artık bu pozisyondan devşirdiği gibi, bu onu AK Parti genel başkanı olmasına göre çok daha güçlü kılıyor. Bu Sağ Blokun kendi içinde ise fikirsel olarak uzlaşması o kadar kolay değil. Ancak nelere karşı oldukları konusunda hemfikirler. Her türlü ayrılıkçılığa, bölücülüğe, yıkıcılığa karşıtlık konusunda uzlaşı var. Zaten var olan gerçek fikir ayrılıkları sebebiyle ortaklaşma da ancak bu ortak öfke ve düşmanlık üzerinden kurulmak durumunda olduğundan, nefret dilinin bir kaçınılmazlık olduğunu da söyleyebiliriz. Siyasette nefret kurucu bir unsur olmuş durumda. Yani bu düşmanca dil yapısal bir mecburiyet. İnsanlar çoğu zaman kendilerini en kolay neye ve kimlere nefret ettikleri üzerinden tanımlayabiliyorlar.
Bununla beraber bu Sağ Blok 1970’lerin Milliyetçi Cephe’siyle de çok benzeşmiyor. Orada gerçekten farklı ideolojik arkaplanlardan gelen sağcı partilerin “sol tehdide” karşı kerhen bir araya gelmesi söz konusuyken burada yepyeni bir aynılaşma var. Bunun geçiş patikası ise 2010’larda inşa edilen gücü, saf ve kaba kuvveti kutsayan Yerli Milli Eksen ve onun pazusu olarak en elzem yüce değeri Devlet. Zaten tüm bu partilerin ve AK Parti’nin epey düşen oyunun ciddi bir önem arz etmemesi, kimsenin üzerinde düşünmemesi de bunun önemsizleşmesinden.
Bu partilerin kutsadığı Devlet her şeye muktedir olan ve olması gereken, her türlü aykırılığı törpülemesi gereken bir mefhumken, devletin görevleri temel olarak İHA, SİHA ve TOGG yapmaktan ibaret kalıyor. Buna göre, adalet, hak, hukuk talepleri PKK’lılıkla özdeşleştiriliyor. Karşımızda bir sağ fikriyat değil, Sağ Blok’a sadık kitlenin kendi değerlerini atfettiği bir yüce devlet mefhumu var.
Elbette AK Parti fiili hakim parti olsa da, bu çözümlemeler olmadan durumu anlamlandırmak eksik olur. Zaten bu Yerli Millilik, muhalif aksın da bir bütün olmasını engelleyen ve onu kırılgan kılan en temel fay hattı. Zira siyasetin zeminini de kurutuyor. Bu devlet kültünün en büyük başarısı ise, muhalefete sirayet ettirdiği bu duygu. Bizim her zaman konuşmamız gereken de bu.