Ana SayfaGÜNÜN YAZILARITürk Sosyal Bilimi bir krizde midir?

Türk Sosyal Bilimi bir krizde midir?

Türk sosyal bilimini kurtaracak olan daha fazla teori değil daha fazla veri ve bu verilerden hareketle yapılacak (metod) çıkarımlardır. Basitçe hikâye şu şekilde ilerler. Veri araştırmacıyı metoda zorlayacağından içerik ikinci plana düşer. Böylelikle araştırmacının havariliğini yapacağı şey önemini kaybeder ve bilimin kendisi daha önemli hale gelir. Kanıt teoriden çok matematiği gerektirdiğinden çatışma ideolojiler zemininden çıkarak teknik bir zemine kayar. Teknik olan ise araştırmacı ile halkın arasındaki bağı koparır. Halk ile aradaki bağın koparılması sosyal bilimin siyasetle arasındaki göbek bağını da keser. Yani sosyal bilimci siyaset için işlevsel olmaktan çıkar. Buna entegre olmayan sosyal bilimcinin bilimde bir geleceği yok. Kamusal entelektüel olmak isteyenin yolu orada.

Türk sosyal bilim akademisinin üç önemli sorunu vardır: sıralama, kurum ve zihniyet. Sıralama basitçe şudur. Niteliği nasıl belirleyeceğiniz konusunda kullandığımız sistematik kriter. Bunda da iki temel tercih var: matematiksel olarak yapılan ölçüm ve zaten nitelikli olanların yaptığı sübjektif değerlendirme. İkincisi doçentlik mülakatının kaldırılması ile sona erdi. İlki mutlak belirleyici olarak kaldı. Kurum basitçe şudur. Akademik sermayenin (maaş, proje, ödül ve diğerleri) dağıtılmasından sorumlu mekanizma. Bu dağıtımda iki tercih vardır; herkesi mümkün olduğunca eşitlemek ve nitelik temelli bir hiyerarşi üretmek. Son olarak zihniyet ise basitçe bilim dediğimiz şeyden bilim yapanlar olarak ne anladığımızdır. Bunun neden problem olduğuna en sonunda değineceğim. Önce ilk ikisini açayım.

Doçentlik sınavının kaldırılması temel politik bir gerekçeye dayanıyordu. “Kemalist” yapı ayrıcalıklı olarak kendine yakın olanları değerlendirici statüsüne taşımış ve bu durum alternatif görüşlerin yukarı çıkmasını engelliyor. Bunun yerine getirilen standartlar, belirli puanları topladığınızda otomatik olarak doçent olabildiğiniz yeni bir düzen ile sonuçlandı. Hızla herkes profesör olunca eski piramit (yukarıda az aşağıda geniş olan akademik unvan dağılımı) tersine döndü. Akademik unvanlar bilimsel statüyü yansıtmak yerine maaşın göstergeleri haline geldiler. Beklenen yıkım gerçekleşti ama elimizde nitelikten yoksun büyük bir enkaz kaldı.

Peki bu ölçülebilir objektif yükselme kriterleri neden işe yaramadı? İki önemli sebebi var. Birincisi kriterler nitelik odaklı belirlenmedi. Doçentlik sınavının kaldırılmasındaki akıl yürütme burada da devreye girdi ve eski rejimin mağdurlarının önünü açacak bir kolaylık tercih edildi. İkincisi kurumlar nitelik ayrıştırıcı “yerli” mekanizmalara yatırım yapmadıkları için dışarıya bağımlı bir yükselme sistemi oluştu. Dışarıdaki mekanizma yağmacı yayıncılığın devreye girmesiyle çökünce, Türkiye’deki “unvan dağıtım sistemi” yabancı ve niteliksiz platformları fonlayan çok kötü bir yere vardı. Açık erişim ve yayın teşvik gibi destekler Q1’deki (bir indeks tarafından taranan dergilerin ilk 4’te birlik kısmı) çok sayıda yağmacı derginin finansman kaynağı haline geldi. Böylelikle kendi finanse ettiğimiz niteliksiz platformlar bizdeki niteliği belirleyen bir garabete dönüştü.

Bu iki tuhaflığın kurduğu yanlış sistemde düzgün akademi olmaz. Lakin yine de bilim anlayışımızdaki çok temel bir probleme, yani üçüncü unsura, değinelim. Konu bugünlerde bilimin hakikat arayışı olduğu tartışmasına çekildi ve bu eksende yürütülüyor. Hemen söyleyeyim, bunun aşırı iddialı ve şayet iddialı değilse imkânsız bir rüya olduğunu düşünüyorum. Bu insanın bireysel olarak kendisine yükleyeceği bir misyon olabilir, lakin doğası gereği başkalarının tüketeceği bilimden bunu beklemek fazlasıyla problemli bir şeydir. Bu ideal, bilime muhalif ve devrimci bir misyon yükleyenler ile aynı kulvarda gider. Türk sosyal bilimcilerin bir kısmı yaptıklarını ya da yapmak istediklerini hakikat arayışı olarak görme eğiliminde iken bir kısmı da bu çabaları politik bir pozisyon (yanında ya da karşı) almaya indirger.

Bugün elimizdeki resim şudur: bu çatışan iki zihniyet ilk iki problemin bizi getirdiği garabette debelenip duruyor. Peki bu üç problemden hangisini ilk olarak çözmek gerekir? Benim buna cevabım üçüncüsü, yani bilim zihniyetini değiştirmekle ilgilidir. Bir örnek üzerinde açıklayım. Karl Marx, Feuerbach Üzerine Tezler’de (11. Tez) şu cümleyi kurar: “Dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir.” İddialı olacak belki ama Türk sosyal “bilimi” bu sözün ikinci kısmından ibarettir. Hakikat arayışının peşinde olanların, tıpkı muhalif olanlarda olduğu gibi, tüm varsayımı “elimizde ne varsa aslında yanlıştır” üzerine temellenir. Bunun dışında kalan büyük bir kalabalık ise zaten maaşlı memurlardan ibarettir.

Dışarıda kalanları bir tarafa bırakırsak, peki neden Türk sosyal bilimi böylesine sorunlu bir varsayım üzerinden ilerler? Kısa ve kestirmeden bir cevap vermek gerekirse, “önce teori” anlayışı Türk sosyal bilimcileri mevcut pratikleri anlamaya değil eleştirmeye ve değiştirmeye zorlar. Bununla ilgili ve ek olarak Türk sosyal bilimcisi kendisini geleneksel olarak saygın bir yerde konumlandırır ve kendisine halka doğruyu anlatmak gibi bir misyon yükler. Bu da yine felsefi çıkarımlara fazla ağırlık vermesi ile ilgilidir veya felsefi temeli yoksa tebliğ kültüründen gelmiştir.  Eğer “ideolojiyi” dünyayı anlamaktan öteye giden tüm bilimsel çabalar olarak tanımlarsak, Türk sosyal bilimi ideolojiler bataklığıdır demek bir abartı olmayabilir.

Bundan çıkışın yolu bu tür arayışları beşerî ilimler (humanities) bölümlerine bırakarak, “sosyal bilimler” (social science) başlığındaki ikinci kısma (yani bilim kısmına) odaklanmaktan geçer. Diğer bir ifadeyle, Türk sosyal bilimini kurtaracak olan daha fazla teori değil daha fazla veri ve bu verilerden hareketle yapılacak (metod) çıkarımlardır. Peki bu yeni yol bataklığı kurutur mu? Basitçe hikâye şu şekilde ilerler. Veri araştırmacıyı metoda zorlayacağından içerik ikinci plana düşer. Böylelikle araştırmacının havariliğini yapacağı şey önemini kaybeder ve bilimin kendisi daha önemli hale gelir. Kanıt teoriden çok matematiği gerektirdiğinden çatışma ideolojiler zemininden çıkarak teknik bir zemine kayar. Teknik olan ise araştırmacı ile halkın arasındaki bağı koparır.

Nasıl bir fizikçiden halka inmesi beklenmiyorsa, bir sosyal bilimciden de halkı “aydınlatmasını” beklemek doğru bir tercih olmayabilir. Halk ile aradaki bağın koparılması sosyal bilimin siyasetle arasındaki göbek bağını da keser. Yani sosyal bilimci siyaset için işlevsel olmaktan çıkar. Fakat bu yeterli değildir. Bu aşamada önemli bir sistematik müdahale gerekiyor. Sosyal bilimciler elbette robotlardan oluşmuyor. Başka şeyler de yazıp çizecek ve siyasal pozisyon alacaklardır. Fakat sermayeyi dağıtan kurumun sosyal bilimcileri bilim olarak yaptıkları ile ölçüp “biçtiği” bir düzende bunlar gündelik hayat pratikleri olarak kalır.

Bu aralar söylendiğinde ütopya gibi durmayan “hakikati ve ona yönelik itirazı teknolojinin belirleyeceği günler” çok uzakta değilse, teknoloji hepimizi bir ifrazata dönüştürmeden önce Türk sosyal bilimcileri bir karar vermek zorundadır. Buna en büyük eleştiri Türk sosyal bilimcisini metoda çekerek bu teknolojiye entegre ettiğim noktasında getirilebilir. Ki zaten amacım da bu. Buna entegre olmayan sosyal bilimcinin bilimde bir geleceği yok. Kamusal entelektüel olmak isteyenin yolu orada. Lakin sosyal bilimin bu topraklarda yok olup gitmek istemiyorsa “çalışanlarına” ve “finansmana” ihtiyacı var.

Şununla bitireyim: “Usul Esastan Üstündür”. Ya da şununla, metottan azade kıldığımız şey “bilim” değil “hakikat” veya “direniştir”.

- Advertisment -