Polemikseven ülkemizde Olimpiyatların bitişiyle beraber Türkiye’nin bilançosu gündeme geldi. Özellikle 1984’ten beri ilk kez altın madalya alınamamış olması çok açık bir göstergeydi ve hesap sorulmasını gerektiriyordu. Kuşkusuz tastamam öyle. 85 milyonluk bir ülkenin tek bir altın dahi alamıyor olması ülkenin olimpik birikiminin halini çıplak şekilde ortaya seriyor pekala. Bununla beraber bu vesileyle tam da bu olimpik kültürden yoksun Türkiye kamuoyuyla madalyaların kendilerinden öte neleri ifade ettiklerine dair bir tarihsel gezintiye çıkmak anlamlı olabilir. Çünkü olimpiyatlar tarihi ülkeye ve serüvenine dair de çok şey anlatır. Madalya saymaktan çok daha fazlasını ve derinlikleri ortaya serer.
Sosyal medyada çok kişi Wikipedia’ya girip madalya sayılarına bakıp hemen çok net sonuçlara vardı. Bağlam, tarihsellik, ilişkisellik,nedensellik olmadan iki rakam yetti her şeyi açıklamaya. Bir çerçeve olmadan, açıklamalara ihtiyaç duymadan dan dan Evet/Hayır şeklinde sonuçlara varabildiler. Bunun ötesine bakalım.
Dünyanın en elma armut kıyaslarından biri eski olimpiyat altın madalyalarıyla kıyaslama yapmak. Zira 1988’e kadar tüm altın madalyalar güreşten olduğu gibi 1984’e kadar tek istisna hariç hepsi güreşten alınmış madalyalardı. Olimpik anlamda bir yere oturmazlar haliyle. Oysaki Türkiye’de olimpik sporda milat 1990’lar başlarıdır; ilk kez güreş dışı sporlarda varlık göstermeye başladığımız eşik. 90’lar birçok bakımdan Türkiye için kendi anında yetersiz ama geleceğe yönelik iyimser bir on yıldı ve sporlarda tam da böyleydi. Sanki bir ivmenin tam başındaydık. Tıpkı futbol ve basketboldaki gibi. Üçünde de bir sonraki on yıl her şeyin daha iyi olacağına inandığımız. Kıyas o günden bugüne olan ivme ve gitgellerdir.
Olimpik sporlarda 90’lardaki ivme 2000’ler başı duruldu. 90’lar öncesi kıyaslamaların anlamsızlığı sadece güreşten ibaret olması değil. Zira Avrupa ülkelerinin domine ettiği, Türkiye’nin de yancılık ettiği küçük bir dünya zamanıydı bu. Daha çoğu ülke bağımsız bile değildi. Olimpiyatlarda 90’larda “gelişmekte olan dünya” çok daha görünür oldu. Çok ülke ivme gösterdi. Türkiye’ninki de aslında bu trendin parçasıydı. Bazı ülkeler çok daha rekabetçi olimpik ülkelere dönerken (mesela Brezilya) otuz yıl sonra geriye baktığımızda Türkiye o derecede seviye atlayamadı. Atlayabilirdi. Yine de 90’lar ivmesi farklı yönlerden de devam etti.
Türkiye’de spor her zaman milli bir mesele olmuştur. Hem bir hamaset meydanıdır. Türkün gücünün sergilenme sahasıdır. Aynı zamanda cumhuriyetin dünyalı, “medeni”, Avrupalı olma/görünme prestij alanıdır. Tıpkı Eurovision gibi hem Avrupalılarla eşit olarak aynı mecrada boy göstermek; hem de onlarla rekabet ederek mümkünse onları “kendi sahalarında” yenmek. Çünkü olimpiyatlar gerçekten sadece kazanmak değildir; katılmak ve bir prestij devşirme alanıdır. Cazibesi hepsinin bütünleşmesinden gelir.
Ancak Olimpiyatlar bunun için pek bir imkan olamadı. 1908 yılında Türkiye’yi (Evet Türkiye, ülke Olimpiyatta bu isimle yer almıştır) cimnastikte temsil ettiği söylenen Aleko Mulos’un katılımı biraz muğlaktır ancak 1912 yılında Vahram Papazyan ve Mıgırdiç Megeryan’in koşu ve atışlarda temsilinden beri ülkenin kenarda köşede kaldığı bir gerçektir. Türkiye asla bir spor ülkesi olamamıştır.
Tek Parti döneminde daha fazla ve artık istisnalar dışında hep “Türk” sporcularla olimpiyatlara katılan Türkiye’nin bu dönemde performansı da hayal kırıklığıdır. Sadece meşum 1936 Berlin Olimpiyatlarında bir altın ve bronz. Türkiye’nin ilk altın madalyalısı Yaşar Erkan’dır. Olimpiyatlarda bu dönemde Türkiye’yi temsil etmiş sporcular arasında ilginç isimler de vardır; saygın arkeolog Halet Çambel (1936) ve Türkiye sosyalizminin sembol isimlerinden Mehmet Ali Aybar (1932).
Ancak Türkiye’nin olimpiyatlarla büyük sıçraması 2. Dünya Savaşı sonrası bağlamında gerçekleşir. Tam da Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne karşı kendini Batı ittifakıyla konumlaması ve demokrasiye geçiş süreciyle örtüşmesi dikkate değerdir. Gerçekten de bir kendinden öte bağlama oturur. Eğer bir Batılı devlet olacaksak Olimpiyatlarda bunu dosta düşmana göstermemiz gerekir! Türkiye’nin çok önem verdiği (yeni çıkmaya başlayan Hürriyet gazetesi Londra’ya özel foto muhabir yollar ve olimpiyatları Amerikan tarzı popüler şekilde gün gün haberleştirir) ve “İstiklal Marşı’nın ezberletildiği” klişesiyle anılan 1948 Londra Olimpiyatındaki minderdeki altı altınlık başarı sonraki iki olimpiyatta tekrar edilemese de 1960 Roma Olimpiyatları yine dünyaya Türkün acı gücünün gösterildiği bir sahne oldu. Bu sefer minderde tam yedi altın! Ancak hemen akabinde Türkiye güreşte asla benzer bir görkemi yakalayamaz.
Başarısızlık mı? Gerileme mi? Pekala, denebilir ama zaman değişmektedir. Bu on yıla kadar Türk güreşçiler esasen Batı Avrupalı rakipleriyle karşılaşıp onları yeniyorlardı. Türkiye’nin dışında İsveç ve Finlandiya güreşte diğer iki ağır toptu. Hatta bağımsızlığını yitirmeden önce Estonya da. Bu rakipleri yenmek kürsüde İstiklal Marşı’nı dinletmeye yetiyordu. 1948 Olimpiyatlarına henüz parya statüsündeki Almanya davet edilmemişti. Sovyetler Birliği gelmeyi reddetmişti.
Sovyetler Birliği’nin bir komünizm propagandası olarak spora eğilmesi Kruşçev ile başlar. Hem de ne başlama! Özellikle de Batı Avrupa rekabetinin zayıf kalacağını gördükleri amatör sporlarda devlet himayesinde kurdukları organizasyonla büyük başarı gösterdiler. Güreş de Sovyetler’in atılım yaptığı bu sporlardan oldu. Sadece Sovyetler değil; Doğu bloku ülkeleri spora bir propaganda değeri ve Soğuk Savaş’ın prestij cephesi olarak yöneldiler. Güreşte Bulgaristan öne çıktı. Ancak Romanya, Macaristan, Çekoslovakya da madalya avcıları oldu. Japonya da devreye girdi. Dolayısıyla Türkiye bu yeni rekabete cevap veremedi. Güreşin altın çağı 1960’da sona erdi. 1964 Tokyo ve 1968 Mexico City’de 2 altının ardından 1972 Münih ve 1976 Montreal altınsız kapatıldı.
Artık zaten hangi spor olursa olsun daha rekabetçi, sporun daha dünyaya yaygınlaşmış bir evresinde bir ülkenin bir sporda bu kadar kolay madalyaları toplaması mümkün değildi. Yani artık güreşteki madalya sayılarının azalması eşyanın tabiatıydı. Ancak sorun şu ki; güreşte madalyalar azalırken başka tek bir madalya alınabilecek spor yoktu. 1968’de İsmail Akçay maratonda dördüncü olarak madalyayı ucundan kaçırmasa iyi olacaktı!
Bağlamlar önemlidir. Türkiye’nin 1984’e kadar güreş dışında tek bir madalyası vardı. 1948’de Londra’da Ruhi Sarıalp’in üç adım atlama (bunları listeleyenler için Fenerbahçe sporcusu!). bronzu. Yine de atletizmde bu kadar istisnai bir başarı istisnai koşullardan kaynaklanıyordu. Tüm Avrupa 2. Dünya Savaşı yorgunuydu ve Almanya ve Sovyetler Birliği’nin de katılmadığı bu olimpiyatlara birçok ülke yeterince ilgi gösterememişti. Futbolda da aslında böyleydi. 1950’ler Türkiye’nin 1990’lara kadar en iyi performans gösterdiği on yıldı. Masraflı diye katılınmayan 1950 Brezilya’dan sonra 1954’te İsviçre’deki Dünya Kupası’na katılım ta 2002’ye kadar tek boy gösterişti ve bir mitolojiye dönmüştü. Zira çökmüş Avrupa futbolda gerilemişti. 1956 Macaristan zaferi bir başka menkıbeydi. Ancak Türkiye 1960’larla beraber tekrar futbolda boynu bükük haline dönmeye başladı; 90’lara kadar!
Ruhi Sarıalp’ten otuz altı yıl sonra güreş dışı iki madalya 1984 Los Angeles’ta gelmişti. Türkiye güreşi yine fiyaskoyla kapatırken bokstaki iki bronz beklenmedikti. Ancak detaya bakınca anlaşılırdı. Zira ABD ve birçok Batı ülkesinin 1980 Moskova’yı boykotuna karşı Doğu bloku ve komünist ülkeler bu olimpiyatları boykot etmişti. Dolayısıyla bu sporu domine eden Küba, aynı şekilde ringde çok güçlü Sovyetler Birliği ve Doğu bloku ülkelerinin yokluğunda Türk boksörlerinin de önü açılmıştı. Yani madalya istatistiklerinin detaylarına ve bağlamlarına bakınca birçok şey daha anlaşılır oluyor ve bir izahata oturuyor.
1988’de ise halterin girişi yaşandı. Çünkü halterde dünya gücü Bulgaristan’dan, Türklere karşı ayrımcı ve asimilasyonist politikalar izleyen Jivkov yönetiminden, kaçan Naim Süleymanoğlu (dayatılmış adıyla Naum Şalamanov, çünkü güya oradaki Türkler aslında özlerinden kopmuş Bulgarlardı) o zamanki gencecik yaşında dahi gelmiş geçmiş en büyük haltercilerdendi.
Türkiye’de olimpik sporların gerçek miladı 1990’lar başıdır. 1990’lar dönümü gerçekten Türkiye’nin genel olarak dünyalılaşmasında bir eşiktir. Konjonktürel şans ve imkanlar da vardı. Yakın çevre Sovyetler Birliğinin dağılması çok büyük imkanlar açtı. Zira Sovyetler Birliği’nde yetişmiş çok nitelikli spor adamları, antrenörler vardı ve çok cüzi paralara başka ülkelerde çalışmaya aç, hatta muhtaçtılar. Güreş de ikinci atılımını Sovyet/Rus antrenörlerle yaşadı. Serbest güreş takımın başına Yuri Şahmuradov, grekoromen takımın başına Genadi Sapunov getirildi. Güreş artık ata sporu olarak değil Rus ekolü olarak tekrar yükseldi. 1992’deki iki altın (Mehmet Akif Pirim ve Hakkı Başar) güreşte tam yirmi dört yıl sonra gelen ilk altınlardı! Voleyboldan boksa federasyonlar ve kulüplerde istihdam edilen Rus antrenörler o zamana kadar çok eksik kalınmış teknik ve disiplini Türk sporculara tanıştırdılar. Spor yetenek değil; ondan çok çalışma, tekrar ve disiplindi.
Sovyetler’in dağılmasının daha basit, doğrudan ve pragmatik faydaları da oldu. Bulgaristan’dan Naim Süleymanoğlu ve Halil Mutlu başta olmak üzere halterciler (ve güreşçiler) akarken, Azerbaycan ve Bosna başta olmak üzere başka hedef yakın kültürel coğrafyalardan da sporcu akışı gerçekleşti. 1996’da bokstaki üçüncü madalyayı (bu sefer gümüş) alan Malik Beyleroğlu Azeri, okçulukta takım halinde dördüncü olan efsanevi takımın üyesi Natalia Nasarizde Gürcüydü (Nasaridze bugün de kadın okçuluk milli takımının Elif Berra Gökkır’ın hocası). 1990’lar Türkiye’de Uğur Erdener önderliğinde okçuluğun büyük atılım yaptığı on yıldı. Türk kadın okçuluk takımı önce 1992’de altıncı, ardından üst üste 1996 ve 2000’de dördüncü olarak olimpik madalyayı üç defa ucundan kaçırdı. Güreşte Türkiye geri döndü. Altın ve diğer madalyalar artık (elbette daha mütevazı sayılarda da olsa) alınabiliyor; en azından zorlanabiliyordu. İlk kadın madalyalı sporcu 1992’de judoda Hülya Şenyurt oldu. Bu, sporun erkeklere ait olduğu bir zamanda oldukça tuhaf kalmıştı. Başka bir dünya, başka bir zaman!
Türkiye’nin bu yükselişi bir başarıydı elbette. Ancak yine bir küresel bağlam ve trende oturuyordu. Artık bir avuç Batı Avrupa ülkesi ve komünist ülke eski dominasyonunu sürdürecek durumda değildi. Küreselleşme birçok “gelişmekte olan” ülkeye yeni imkanlar açmış; bir kısmı zenginleşme yoluna girmişti. Brezilya, apartheid sonrası Güney Afrika, Kore, Meksika ilgi çeken büyük nüfuslu ülkelerdi. Her ne kadar Brezilya için söylenmiş “geleceğin ülkesidir ve hep böyle kalacak” birçok ülke için geçerli kalacaksa da Avrupa dışı ekonomik büyümeler 1990’ların ama daha çok 2000’lerin (BRICS) hikayesiydi. Bu durum sporda da karşılığını bulacaktı. Erken bir zamanda, 1960’ta ilk Kara Afrika altınını alan ve dünyada herkesin ismini bildiği bir simge haline gelen Abebe Bikila’dan başlayarak Afrika’nın dünyaya girişi de artık önlenemez bir süreçti. Çin’i BM’de Tayvan temsil ederken durum olimpiyatlarda da böyleydi. Çin Halk Cumhuriyeti ilk kez 1984 olimpiyatlarına katıldı ve katılmasıyla beraber bugüne kadar gelen yükseliş trendine derhal başladı. Yani Türkiye hikayesi de Batı dışı spor modernitesinin yükselişinin bir parçasıydı. Yine bir ulusal başarı hikayesinden çok bir trende oturuyordu.
Ancak 2000’ler bir düşüş onyılı oldu. 1990’ların ivmesi tavsadı. Güreş tedricen yine çöktü. Artık köy meydanlarından, kasabalardan akın akın yığılan doğal bir havuz yoktu. Zaten ülkede giderek köylülük kalmıyordu. Dolayısıyla güreşi altın çağında beslemiş demografi yoksa güreş de niye olsundu? Sıfırdan aynı güç ancak tamamen bir modern organizasyon olarak sıfırdan kurulabilirdi ve bu başka bir iştir. Halterin Naim sonrası popülaritesi söndükçe düşüşü gerçekleşti. Judo, tekvando gibi sporlar Türkiye’nin güreş gibi madalya havuzu sporları olmaya devam etti.
Bunların hepsi iyi, güzel, hoştu da olimpiyatların üç prestij sporu vardı ve Türkiye hiç birinde varolmamıştı: Atletizm, yüzme ve jimnastik. Olimpiyatların aslında asıl hikayesi budur.
2000’ler Türkiye’nin öncesiz bir hikayesini sundu. Bu hikaye Türkiye’yi hiç olmadığı kadar dünyalı yapıyordu. Tıpkı 2003 Eurovision birinciliği; 2002 futbol dünya üçüncülüğü; 2001 basketbol Avrupa ikinciliği gibi. Hatta hepsinden fazla. Süreyya Ayhan’la başlayarak Türkiye atletizmde madalya kovalayan ve alan ülke haline geliyordu. Birçok ufak kız Çankırı’nın köyünden çıkma Süreyya ablaları gibi olmak istiyordu. Ayhan’a 100 metre engellide, yani sprint gibi beyazlara çok imkansız bir alanda, 2008 Pekin’de yarı final, 2012 Londra’da final koşan Nevin Yanıt gibileri de ekleniyordu. Ancak devamı acı oldu. Tüm bu atletizm hamlesinin bir doping networküne dayalı olduğu ortaya çıktı. 2008 ve 2012’deki tüm atletizm madalyaları iptal edildi. Bu utançtan dolayı kimse hesap vermedi. Çünkü kimse de hesap sormadı. Ulusal kandırılmışlıktan kimse öfke duymadı. Unutmayı tercih ettik. Bu büyülü beş yıl adeta hafızalardan silindi.
Lafı daha uzatmadan 2024 Paris Olimpiyatları’na gelirsek; en özetle Türkiye madalya cephaneliği sporlarda başarısız oldu. Bunların ortak özelliği büyük ölçüde devlet himayesine ve devletin kolu olarak federasyonlara bağlı sporlar olmaları. Kendi ekonomilerinin büyük ölçüde devlete bağlı olmaları. Yani diyebiliriz ki; devlet sınıfta kaldı. Olağan arpalık al ver yozlaşmış ilişkileri, çıkar çatışmaları, muktedirlerin dayatmaları pekala bu başarısızlıkta rol oynamış olmalı. Aslında tüm bu sporlar önceki birkaç yılda birçok dünya şampiyonu ve kürsü çıkarmıştı. Dolayısıyla madalyalar geldi, geliyordu. Ancak sporların er meydanı dört yılda bir beklenen olimpiyatlardır ve buradaki hayal kırıklığının açık nedenleri olmalıdır. Rıza Kayaalp’in dopingini ise hiç konuşmamayı tercih ettik. Belki tekil değil daha genel bir duruma işaret ediyordu. Sessiz kaldık. Konuşmadıklarımızın bizim tercihlerimizdir ve kaçtıklarımızdır.
Ancak olimpiyatları dev bir başarısızlık olarak yazmak sporculara saygısızlık olduğu gibi gerçeği de resmetmez. Madalya alan ve hatta alamayan sporcularda Fenerbahçelilerin yoğunluğu Fenerbahçelilerin keyifle herkesin yüzüne vurduğu bir durum oldu. Aziz Yıldırım döneminden beri kulübün bu sporlara yatırımı (Galatasaraylılara karşı keyfini çıkaracakları) bir kıvanca dönüştü. Bu aynı zamanda devletin suni şekilde yaşattığı bir havzadan daha ötesi imkanları da bize hatırlatıyor. Spor ancak gerçek ve organik kulüplerle sürdürebilir olur. Basketbolda Efes Pilsen, voleybolda Eczacıbaşı, atletizmde ENKA bu branşlarda lokomotif şirket temelli kurumsal kulüpler olagelmişlerdir. Bugün de (Efes Pilsen olmasa da) bu kulüpler olimpiyatlarda varlıklarını hatırlattılar.
Sporun ekonomisi Türkiye’de yok. Oturup konuşmak gerekirse futbolun dahi yok. Devletin yaşattığı, Üç Büyükler’i dahi ayrıcalıklar sağlayarak beslediği ve bunun karşılığında da tam itaati sağladığı bir yapı. Ancak her şeye karşın atletizmde Ersu Şaşma’nın en iyi kişisel derecesini egale etse madalya alacağı sırıkla yüksek atlama performası; Buse Savaşkan’ın yüksek atlamada onunculuğu, İlke Özyüksel’in pentatlon beşinciliği, cimnastikte erkek takımının olimpiyatta ilk kez yarışması ve final hakkını ucundan kaçırması kimsenin küçümseme hakkının olmadığı başarılar. Türkiye için de bir başarı. Zira güreş, judo madalyalarından çok daha kıymet taşıyan, ülkede daha komplike, içerikli, derinlikli ve nitelikli emek ve organizasyona dayanan bir şeylerin yapılabileceğini ve eğer ekonomisi yaratılırsa, gönüllülük sağlanabilirse daha başarıların da getirebileceğini gösteren ve hayaller vaad eden alametler. Yüzme gibi yine Türkiye’nin varolmadığı ve hemen hemen tamamen Anglo-Saxon ülkeleri ve Avrupa ülkelerinin final yüzebildiği bir branşta beşincilik bu bakımdan gerçekten de çok anlamlı ve başka bir hayali bize satıyor. Aynı şekilde bu performansın üzerinde Tokyo’da Ferhat Arıcan’ın bronzuyla çıkılmışsa da jimnastik bireysellerde iki beşincilik de aynı şeyi ima ediyor.
Haksız olmayan ama bazen de hesapçı sebeplerle hesap sorulurken bir yandan da bu ülkedeki kovuklarından bir şekilde çıkmasını bilen dinamik ruhu, inancı ve direnci görmezden gelmek, onlara saygısızlık yapmak, hem gerçekleri örtmeye, hem de inançsızlık yaymaya da vesile oluyor. Öyle ki beklentiler ayarında bu bir başarısızlık addedildiğinden voleybol kadın milli takımı dünya dördüncüsü oldu diye herkes hesap sordu. “Vargas illüzyonu”nun ötesinde voleybol ülkesi olmadığımızı iddia edebildi.
Tam bu noktada bir başka boyut kadınlar. Bu olimpiyata kadınlar ve erkekler ayrı takımları olarak katılsaydık, ya da böyle hesaplansaydı kadın takımı çok daha yukarılarda olacaktı. 8 madalyadan sadece 2’si erkeklerden geldi. Biri karma atıcılık takımından; geri kalan 5’i kadınlardan.
Bu bize ne söylüyor? Kendi başına bir yazı konusu elbette ama Malatya-Akçadağ’da en ağır zorluklardan gelerek olimpiyat gümüşünü alan Hatice Akbaş’ın hikayesi birçoklarının ortak hayata tutunma, kendini ispatlama mücadelesini, kuşak hikayesini anlatıyor olmalı: “Akçadağ’da antrenman yaptığım spor salonu, inşaat halinde bir binanın bodrum katıydı. Lağım kokularının içinde, sağa sola koşturan farelerle idman yaptım hep. Koşu antrenmanlarımız için de dağlara çıkıyordum. Ağırlık ekipmanı olmadığı için güç çalışmalarımı yine o dağlarda taş atarak yapıyordum. Bir noktada babam traktör tekerlekleri bulup getirmişti. Onları yuvarlaya yuvarlaya devam ettim güç çalışmalarıma. Epey de katkısı oldu.”
Hangi anne, baba kızlarının boksör olmasını ister ya da buna izin verir? Bu azmin, çabanın, hırsın altında ne yatıyor? Niye erkek boksörler, güreşçiler ve judocular değil kadın boksörler, tekvandocular ve güreşçiler madalya alıyor? Hayat onlar için çok daha zor olduğu için muhtemelen. Bu bir demografik hikayedir.
Yukarıda bahsedildiği gibi tek atlı arabayla eniştesi tarafından gezdirildiği köy düğünlerinden keşfedilen Yaşar Doğu’nun zamanı gibi er olarak gittikleri askerlikte keşfedilen güreşçilerin demografisi yok artık bu ülkede. Ancak ülkemizde hayata tutunmak, didinmek, çıkış aramak için mücadele eden alt sınıf ama dünyadan az çok haberdar olan, olma, temas etme imkanı lan kadınların demografisi var. Ya da daha şehirli dünyalarda; daha da şehirli, daha da dünyalı, kendi ayakları başında durabilen ve özgürlüğünü kazanmış olmayı arzulayan genç kızların demografisi. Kadınlarda yükselen voleybol hevesi ve fan’liği tam da bunu resmediyor. Ancak sadece voleybol branşı değil. Bugün Türkiye’nin sportif ve olimpik derecesini, ötesinde dünyalılığını ölçerken kıyasımız Yaşar Doğu değil Eda Erdem olmalı. Balıkesirli Ebrar Karakurt olmalı. Ya da madalya alan kadın boksörlerimiz. Bugünün hikayesi onlardır. Bunlar gerçek, güzel ama ancak üzerine maddiyat, emek ve derinlik gerektiren organizasyon katıldığında sonuç alınabilecek anlamlı dinamikler. Başarı ya da başarısızlıktan öte bizim hikayemiz bu. Ve sahip çıkarak üzerine koymalı.
Olimpiyatlarda önemli olan katılmaktır lafına herkes bıyık altından güler. Ancak klişe olsa da bir doğru tarafı gayet içinde barındırıyor. Olimpiyat bize dünyalı, ötesinde insan olmayı hatırlatıyor. Olimpiyatlar Pierre de Coubertin’den beri iyi ya da kötü insanlığın (aslında orijinalinde daha çok erkekliğin), bedene nakşetmiş erdemlerinin kutsanmasıdır. Amaç bu küresel er meydanında kazanmaktır; ancak rakibine “koyarak”, “geçirerek” değil; orada rekabetçi şekilde en iyisini disiplinle, sıkı çalışmayla, zarafetle ortaya koyarak. Bu şekilde göndere Türkiye bayrağını çıkardığında o seremoninin sporcuya, emeğine, azmine gösterilen saygı olduğunun kıvancını duyarak. İyiyi, güzeli, doğruyu ortaya koymayı ve daha güçlü olmayı, daha yükseğe çıkmayı, daha hızlı olmayı başararak. Bunu yapabilen; o ruhu sergileyen her sporcuya saygı, sevgi ve hayranlıkla.