12 Ekim 1934’de doğar, çok genç, daha 43 yaşında, 13 Aralık 1977’de yaşama veda eder.
Eserlerinini yaşamının son yedi, sekiz yılında yayımlar. Bu eserlerinin, özellikle Tutunamayanlar’ın ve Tehlikeli Oyunlar’ın Türk edebiyatının en seçkin ve kült eserleri olacağının bilmeden yaşama veda eder.
Nasıl bilsin ki, bu iki eser de Oğuz Atay yaşarken ikinci baskılarını bile yapmayacaktır.
Tutunamayanlar, 1997’de UNESCO tarafından 20.yüzyıl Türk edebiyatının en seçkin eseri olarak seçilir.
Bizim kuşak için Tutunamayanlar’ın ve Tehlikeli Oyunlar’ın yeri çok başkadır.
Atay okumak, Kafka, Dostoyevski, Joyce okumaya benzer.
“Kelimeden önce Yalnızlık vardı…Yalnızlık Kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde…Kelimeler insanın aklına geldikçe, yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu” ya da “Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur”…
Sıralamayla bitmez Atay’ın kurduğu tümceler, her tümcede bir durursunuz, düşünce dünyasına girip çıkmakta da zorlanırsınız.
Okumakla bitmeyecek eserlerdir.
Tutunamayanlar çalışma odamda görebileceğim bir yerdedir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi, Tutunamayanlar’a ara ara bakmak, biraz karıştırmak, rastgele seçtiğim bir iki sayfayı okumak sanki bir gerekliliktir benim için; seni alır, düşündürür, bir yerlere götürür.
Dünyada ve Türkiye’de bireysel düzeyden toplumsal düzeye yaşadığımız “ahlaki çöküş” üzerine düşünürken, Oğuz Atay’ın 13 Aralık’ta ölümü nedeniyle yarım kalan son çalışması, ki Atay’a göre en önemli romanı olacaktı, “Türkiye’nin Ruhu” aklıma geldi.
Yaşasaydı Atay, Türkiye’nin Ruhu’nu bugün nasıl yazar ve bitirirdi?
Keşke yaşayıp Türkiye’nin Ruhu’nu 1970’lerin sonunda bitirebilseydi.
Bizlere karşılaştırma yapma imkanını vermiş olurdu. 1980 kanlı darbesine doğru yavaş yavaş giden Türkiye’nin Ruhu ile bugünün neredeyse hergün “insanlığın öldüğü gün”ü yaşadığımız Türkiye’nin ve Küreselleşen Dünyanın Ruhunu karşılaştırabilirdik.
1980’darbesinde insanlığın öldüğü günlrin başında 17 yaşındaki Erdal Eren’in yaşı büyütülerek idam edildiği gün gelir. Atay gibi Eren’de soğuk bir Aralık ayında yaşama veda etmişti.
1980’den bugüne, siyasi cinayetler, ekonomik krizler, postmodern darbeler, e-darbeler, darbe girişimleri, gencecik insanlarımız dövülerek öldürülmeleri, depremlerden sonra unuttuğumuz insanlar, v.b olaylarla insanlığın öldüğü günü tekrara tekrar yaşadık, yaşıyoruz.
Bugünün Küreselleşen Dünyası ve Türkiye
Atay, yaşasaydı, bugün Türkiye’nin Ruhunu, şüphesiz ki, 1970’lerden farklı ve “içersinin ve dışarsının, yerel-ulusal ile bölgesel-küreselin bu kadar iç içe geçtiği ve birbirini şekillendirdiği” gerçeği içinde küreselleşen dünyanın ruhuyla birlikte düşünürdü.
Bununla birlikte her halde iki soruyu da kendine sorardı:
Birincisi, Hangi Türkiye’nin Ruhu?
Güvencesizlerin, kimsesizleri, çalışanların, vergi ödeyenlerin, üretenlerin, ülkesini sevenlerin, demokratik vatanseverlerin, farklılıklar içinde birlikte yaşamaya, eşitliğe, haysiyete, adalete ve vicdana inananların Türkiye’sinin ruhu mu; yoksa, sadece kendine bakanların, çıkarlarını, konumunu, zenginliğini, gücünü, geleceğini, tercihini, inancını, yaşam tarzını, ideolojisini düşünenlerin Türkiye’sinin ruhu mu?
Ay sonunu nasıl getireceğini, okul ücretini, aşı, kirayı, ailesinin ihtiyaçlarını nasıl ödeyeceğini düşünenlerin Türkiye’sinin ruhu mu; bankaya bavullarla para götürenlerin, çalışanları öldürenleri serbest bırakanların, uyuşturucu patronlarının, kara para aklayanların, vergi vermeden, çalışmadan para kazananların, çalışanlara yukardan bakanların, kibirlik olanların Türkiye’sinin ruhu mu?
Tutunamayanlar, bu iki Türkiye tablosu karşısında nasıl konumlanabilir ve konuşabilir?
İkinci soru, bugünün küreselleşen dünyasının ruhunun ve Türkiye’nin ruhunun ortak noktası var mıdır?
Ortak nokta, her ikisinde de, “radikal belirsizlik- ontolojik (yaşamsal) güvensizlik-endişe ve korku” dan oluşan bir ruh halinin hem bireysel, hem de toplumsal psikoloji düzeylerinde yaşanmasıdır.
Belirsizlik-güvensizlik-endişe duygusunun nedenlerinin ya da kaynaklarının da, eş zamanlı yaşanan:
Birincisi, bir tarafta başta Ukrayna ve Gazze olmak üzere durdurulmayan ve yaygınlaşan “Savaş durumu”, diğer taraftan da kuraklık, sel, yangın, fırtına temelindeki afetlerle yaşanan “İklim Krizi ve Küresel Isınma” sorunu, ki bu iki meydan okuma dünyayı “Kıyamet”e götürebilir;
İkincisi, güvenlik, temel ihtiyaçlar, işsizlik, yoksulluk, farklı olana karşı şiddet ve ötekileştirme alanlarında yaşanan “çoklu krizler”;
Üçüncüsü, II.Dünya savaşı kurulan Batı merkezli liberal düzenin bitimi ve “Batı-sonrası Dünya”nın fikrinin, hem Batı içinde hem de dışında ortaya çıkmasıyla yaşanan, “eskinin öldüğü, yeninin doğamadığı geçiş dönemi”nin başlaması ve hızlanması; ve
Dördüncüsü, başta Gazze, dünyanda ve Türkiye’de sıklıkla yaşadığımız “insanlığın öldüğü gün”lerin çoklaşmasıdır.
Kıyamete Giden Dünya ve Tutunamayanlar
“Türkiye’nin Ruhu”nu tüm bu sorular ve veriler içinde düşünürken gözüm masamın üzerinde duran kitaba kayıyor.
Yunus Emre’nin, Dil Söyler Kulak Dinler Kalp Söyler Kainat Dinler kitabını okuyorum.
Kitabı yayıma hazırlayan Taner Şanlıoğlu’nun “Başlarken” yazısı Pisagor ile başlıyor. İlginç bir başlangıç ama sonunda Pisagor ile Yunus Emre arasındaki metinsel benzerlikleri görebiliyorsunuz.
Pisagor’a göre, üçgen “ruh, zihin ve beden”dir, ve bu üçlü ancak insan da var olabilir. Üçle başlayan sayı dizisinin ilk ikisinin kareleri üçüncünün karesine eşittir. Burada, ruh, zihin ve bedenin bütünlüğünü görürsünüz. Bu bütünlüğü tamamalamak için çaba ilmin de özüdür.
Kare ise, “bir kenarı diğerine ne uzak, ne yakın”, ama eşit mesafede olduğu için, adaleti temsil eder. Ruh, Zihin, Bedenin bütünlüğü ile Adalet birleştiği zaman, Ahlaki benlik ortaya çıkmaya başlar.
Bu nedenle de, Levinas’a göre, Etik, “birinci-ilk felsefe”dir, ki, adalet, “ötekine karşı sorumluluk”la başlar.
Rumi, “kendine bakan aynaya bakar, yaşama bakan cana bakar” derken, Levinas’dan çok önce, ruh-zihin-beden-adalet ilişkisinin bağlantısını “ötekine karşı sorumluluk-can” la tanımlamıştır.
Dostoyevski, Karamazov Kardeşler’de, alınan bir kararın, yapılan bir tercihin “vicdan muhasebesi”yle başlaması gerektiğini önerirken, liderlerin ve yöneticilerin yönetirken vicdan muhasebesini daha da önemsemesi ve yönetimin kurucu unsuru olarak düşünmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Bu yazının başında işaret ettiğim gibi, bugünün küreselleşen dünyasının ve “Türkiye’nin Ruhu”nun tüm bu noktaların tam tersi istikamette hareket ettiğini ve her gün insanlığın ve yaşamanın ölümünü sahnelediğini söyleyebiliriz.
Ukrayna’dan sonra Gazze’de her gün insanlık ölürken, savaşı kendi çıkarlarına durdurmayanlar, sadece aynaya bakanlar, dünyayı da kıyamete götürmektedirler.
Birleşik Arap Emirlikleri gibi tüm zenginliği ve kibri petrolden gelen bir yerde iklim krizi ve küresel ısınmaya karşı ne yapılması gerektiği üzerine küresel ölçekte tartışma için yapılan COP-28’de “fosilleden uzaklaşarak geçiş (transitioning away)” gibi jargonlar içinde kendi çıkarları için çalışanlar da dünyayı kıyamete götürmektedirler.
Savaş ve İklim Krizi: eşitsizlik, işsizlik, yoksulluk, v.b çoklu küresel krizlerle beraber dünyayı kıyamete götüren bu iki meydan okuma, bugünün Dünyasın ve Türkiye’nin Ruhunun iki boyutunu oluşturmaktadır.
Kendimizden başlayarak, birlikte olarak, sivil insiyatifler, sivil toplum örgütleri ve düşünce kuruluşları içinde, bugünün ruhunu sorunsallaştırmak, insanlığın öldüğü anlara karşı direnmek, ötekine karşı sorumluluk içinde aynaya değil cana bakmak ve vicdan muhasebesi ile adaleti savunmak: 2024 yılına girerken siyaseti düşünmek ve siyasi tavır almanın başlangıç noktası olmalıdır diye düşünüyorum.
İktidara ve muhalefete değil, aksine topluma bakmak; siyasi partiler ve parti liderlerine odaklanmak yerine, aksinebireysel düzeyden sivil topluma “ne yapabiliriz”i düşünmek ve tartışmak tercihimiz olmalı.
Tutunamayanlardan adalet haykırışına giden yol, siyasi liderlerden, siyasi partilerden değil, aksine bizden, sivil toplumdan başlamalı.
Ahlaki benlik, ötekine karşı sorumluluk aldığımız zaman ortaya çıkar.
Yaşamın hakları için çalışmak, ötekileşme ve şiddete karşı mücadele etmek, sağlıktan gıdaya temel ihtiyaçlar için politikalar üretmek vb. çalışmaların ve etkinliklerin her biri ve hepsi, ahlaki benlik ve ötekine karşı sorumluk duygusuyla başarılabilirler.
Tam da bu anlamda, sivil toplum ve düşünce kuruluşlarının, kimlik olarak, aktif-erdemli vatandaş olarak hareket etmeyi benimsemeleri, kendilerine aynı zamanda “ahlaki benlik” olarak karar almayı ve hareket etmeyi olanaklı kılacaktır.
Radikal belirsizlik ve ontolojik güvensizlik içinde olan bugünün çok krizli küresel dünyası ve içinden geçtiğimiz geçiş dönemi için, sivil toplumun ve düşünce kuruluşlarının, başarılı ve etkili olabilmeleri için, aktif-erdemli vatandaşlık ve ahlaki benlik ilkelerini kendilerinin kurumsal kimliği olarak benimsemelerinin öneminin ve faydasının altını çizmek isterim.
Sivil toplumu, “insanlığın öldüğü” anlardan “başka bir dünya-Türkiye mümkün”e uzanan alanda yeniden canlandırma ve etkili aktöre dönüştürme çabası Türkiye Ruhunun önemli bir tanımlayıcı unsuru olabilir.
“Her şeyin bir vakti vardır”: belki de o vakit bugün gelmiştir.