Bu dizinin üçüncü bölümünün sonunda, okumakta olduğunuz dördüncü bölüme şöyle bir bağlantı pası atmıştım:
“(Gezi sonrası) artık otoriter özellikleri kuvveden fiile çıkmış Erdoğan için Gezi’ye rağmen toplumla baş etmek o kadar da zor olmayabilirdi, meğerki devlet gücünü gerektiğinde toplumu zapturapt altına alabilmek için kullanabilsin; fakat işte (17-25 Aralık’tan sonra) o imkândan da yoksun kalmıştı. Üstelik sadece toplumu zapturapt altına almak için değil, ülkeyi yönetebilmek için de ‘devlet’ (bürokrasi) lazımdı Erdoğan’a.
“İhtiyaç bu iken gerçek tablo şöyleydi: Erdoğan devletin yarısıyla (eski Türkiye unsurları) yıllardır süren ve son 4-5 yılda iyice yoğunlaşan (Ergenekon ve Balyoz davaları) bir kavganın içindeydi ve şimdi öbür yarısı da (Gülen Cemaati’nin devlet içindeki varlığı) elden gitmişti. İşte o çaresizlik içinde Erdoğan ‘eski’ devletle barışmaya karar verdi ve bir daha geri dönmemek üzere virajı aldı.”
Ben sana mecburum…
2014’ün Nisan ayında o zaman için hayli riskli sayılabilecek bir yazı kaleme aldım: “Cemaat ile hesaplaşmada Hükümet-Ergenekon işbirliği muhtemel” (Al Jazeera Turk, 20 Nisan 2014). Hayır, ‘risk’i hukuki anlamda kullanmadım, yazarını ileride muhcup edebilecek fazla iddialı bir tahmin olduğu için ‘riskli’ dedim. Çünkü 2014 Nisan’ında Ergenekon’la ittifak gibi bir şey ufukta bile görülmüyordu. İddianın (iddiamın) dışarıdan bakanlar için fazla afaki olduğunu biliyordum, o nedenle dile getirmeden önce girişte okurlara, meslektaşlara “tamam, şu anda inandırıcı görünmeyebilir ama böyle örnekleri yaşamadık mı Türkiye’de” gibisinden adeta dil dökmüştüm. “Patlama ânı gazeteciliği” diye bir kavram uydurmuştum ve bu kavram üzerinden sözümün (iddiamın) duyulmasına gayret etmiştim. Şöyle yazmıştım:
“İdeolojileri ya da iktidar karşısındaki pozisyonları ne olursa olsun, Türkiye’deki ‘reel’ gazeteciliklerin hiçbirinin dışında kalamadığı bir sorun var: ülkede medya süreçleri, ancak nihai noktalarına yaklaşırken, hatta çoğu kez ‘patlama’ ânından itibaren izlemeye başlıyor. Sonuç: bazı çok önemli gelişmeleri ıskalamak ve süreç işbâ noktasına ulaşıp da patladığında afallamak!
“Türkiye, süreçleri izlemeyip, süreç işbâ noktasına varıp da patladığında şaşkınlıklar içinde kalan ‘patlama ânı gazeteciliğinin’ kendisini hazırlaması gereken yeni bir durumla karşı karşıya. Öyle anlaşılıyor ki, önümüzdeki dönem, Ergenekon davası sanıklarının ihbarcı ve şikâyetçi, Gülen Cemaati’nin devlet içinde ‘paralel bir yapı’ oluşturmakla itham edilen bağlılarının ise ‘şüpheli’ ve ‘sanık’ konumunda yer alacakları yeni bir soruşturma ve dava bombardımanıyla karşılaşılacak bir dönem olacak.”
İtiraf edeyim ki bu sonuca varmak için kullandığım olgular o kadar da güçlü değildi. Fakat güçlü sezgilerim vardı, AK Parti’nin ve Erdoğan’ın devlette nasıl yalnızlaştığını görebiliyordum, ‘nüve’sini Uludere’de (2011) gördüğüm devletle yakınlaşma çabaları zihnimde hâlâ canlıydı, bütün bunları Erdoğan’ın sınırsız pragmatizmiyle birleştirdiğimde Ergenekon-Hükümet işbirliği olmayacak bir şey gibi görünmüyordu gözüme. O yazı şu satırlarla sona eriyordu:
“Bütün bunlar, Cemaat’e karşı hükümetin başlatacağını söylediği mücadelenin önemli bir parçasının da Ergenekon sanıklarının lojistik desteği üzerinden yürüyebileceğini gösteriyor. Şimdilik bölük pörçük bir görüntü arz ettiği için kamuoyunun dikkatini çekmeyen gelişme yakın bir zamanda sistemli bir biçime bürünebilir ve bu da fazla şaşırtıcı olmaz.”
Öyle de oldu; hep birlikte izledik. Devletle bütünleşme yönündeki bu viraj hamlesi kaynağını hiç kuşkusuz gönüllülükten değil mecburiyetten alıyordu; AK Parti’nin büyük çaresizliğinin bir türeviydi. Bunun mecburiyet eseri olduğunun işaretlerinden biri bu kararın AK Parti’de bıraktığı, zaman zaman alevlenen teessürdü. AK Partili yetkililerin durup durup dillendirdikleri “bir darbeci örgütlenme olarak Ergenekon sapına kadar vardı” çıkışlarının bu teessürün bünyeye yüklediği ağırlığı seyreltme ihtiyacından kaynaklandığı kanaatindeyim. Tabii bu çıkışlar ayrıca “zamanında mecbur kaldık sizinle barışmaya ama işin aslını biliyoruz, öyle çok da ileri gitmeyin” mesajı da içeriyor.
AK Parti’nin büyük çaresizliği: Devlette kim güçlüyse ittifak mecburiyeti
AK Parti’yi Ergenekon’la ve devletin Ergenekoncu kanadıyla ittifaka iten çaresizliğe, bu çaresizliği doğuran koşullara biraz daha yakından bakalım…
AK Parti’nin 2002-2013 arasında Gülen Cemaati’yle, o tarihten sonra da Türkiye’nin eski müesses güçleriyle ittifaka yönelmesi neredeyse mukadderdi.
Çünkü devletin silahlı ve silahsız bürokrasisi bu iki güç tarafından parsellenmiş durumdaydı ve AK Parti, Milli Görüş geleneğinden gelen bir parti olarak “devlete sızma” perspektifine sahip olmadığı için, iktidara geldiğinde devlet içinde dayanabileceği kadrolar son derece sınırlıydı.
Dolayısıyla, kendisini gayri meşru yollardan alaşağı etmek isteyen iki güçten birine karşı öbürüyle ittifaka bir anlamda mecbur kaldı. AK Parti’nin bu ittifaklara girmemesi için, bu iki odağın devlet içindeki güçlerini iktidarı hal’etmek amacıyla kullanmaya kalkmamaları gerekirdi; fakat biliyoruz ki, öyle olmadı. Bürokrasiyi oluşturan iki büyük güç, artık hangisi nöbetteyse o, iktidarı devirmeye çalıştı, iktidar partisi de kendisini devirmeye çalışan güce karşı öbürüyle ittifak yapmak zorunda kaldı.
Şu soruların cevaplarının fazla bir anlamı kalmadı ama mademki müsvedde de olsa tarih yazıyoruz, not düşmekte fayda var: AK Parti iktidarı hangi koşullarda Gülen Cemaati’yle ittifak kurdu ya da buna mecbur kaldı? AK Parti, 2002’den itibaren düşmanca bir atmosferle karşılanmak yerine meşru bir iktidar olarak kabul görseydi Cemaat’le bu kadar yakın bir ilişki içine girer miydi?
Bir siyasi iktidarın, sonunda darbeye kalkışacak bir cemaatle yıllar boyunca ittifak yapmasını ‘aldatıldık’ diyerek izah etmesinde sayısız sorunun olduğu muhakkak. Fakat madalyonun öbür yüzü de var. İktidarın hangi denizde o yılana sarıldığına bakmazsak, tablo eksik kalır.
Maalesef bu hikâyenin devamı için de aynı faydasız sorular ve cevaplar var: Gülen Cemaati, devlete yerleşme sürecinin bir aşamasında iktidarı paylaşmak için attığı adımları sonrasında iktidarı zorla ele geçirme aşamasına vardırmasaydı, AK Parti ve Erdoğan, Ergenekoncuları da kapsayan ‘Cemaat dışı-eski’ devlet unsurlarıyla ittifaka yeltenir miydi? Yani bugün yeni ittihatçılık dediğimiz noktaya varır mıydık? Gelişmeler muhtemelen başka türlü seyreder, muhtemelen bu noktaya varılmazdı.
Ergenekoncularla 2014’ün başından itibaren başlayan yakınlaşma (sonrasında ittifak), Erdoğan-devlet bütünleşmesinde ‘viraj’ın alınması anlamına geliyordu. O noktadan geriye dönüş yine de ihtimal dahilindeydi fakat 15 Temmuz’dan itibaren bunun mümkün olmadığı bir yola girildi, çünkü o bir otoyoldu ve geriye dönüş artık mümkün değildi.
Fakat ‘otoyol’a girmeden önce (yani 15 Temmuz’dan önce) Erdoğan muhafazakâr kitleleri ‘millîliğe” davet eden bir dil geliştirmeye başlamıştı; iktidarını artık laiklik temelli bir kutuplaşma üzerinden götüremeyeceğini anlamıştı, ‘millîlik’ çok daha elverişli bir kutuplaşma vesilesiydi. Ve kararını verdi: Türkiye siyasetindeki temel saflaşma eksenini ‘laiklik’ten ‘millîliğe’ çevirecekti.