Bu dizinin uzun süreceğini söylemiştim… Şu anda Erdoğan’ın devletle bütünleşmesi sürecinin ‘viraj’ ve ‘otoyol’ aşamaları arasındayız, yani 2015 ve 2016’nın ilk yarısında…
Şimdi böyle yazınca, diziye yeni başlayanlar için ‘viraj’ ve ‘otoyol’ aşamalarından neyi kast ettiğimi kısaca da olsa özetleme gereği duydum.
Önceki bölümlerde ‘viraj’ı, Gezi’den ve 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarından sonra toplumdaki ve -Gülen cemaati üzerinden tesis ettiği- devletteki etkisi ve gücü belirgin bir biçimde azalan Erdoğan’ın o çaresizlik içinde bir zamanlar kendisini boğmak için elinden geleni ardına koymayan güçlerle yakınlaşmasını (ve sonra ittifakını) anlatmak için kullanmıştım.
‘Viraj’ aşamasını dördüncü bölümde ayrıntılı olarak ele almıştık.
‘Otoyol’a gelince; bu da 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle birlikte Erdoğan’ın girdiği geriye dönüşsüz yolu anlatmak için müracaat ettiğim bir metafordu. Geçen yazılarda ‘otoyol’a sadece bir göndermede bulunmuştum. Kronolojik gidiyoruz; bu aşama önümüzdeki yazıların konusu.
Peki ‘viraj’ ve ‘otoyol’ aşamaları arasında, yani kabaca 2015 boyunca ve 2016’nın Temmuz’una kadar neler yaşandı?
Bu aşamada iktidar söyleminde dikkatle izleyince anlaşılabilecek ilginç bir değişim olmaya başladı, ki zaten dördüncü bölümün sonunda süreci tam bu konuya getirmiş, beşinci bölüme şu pası atmıştık:
“Fakat ‘otoyol’a girmeden önce (yani 15 Temmuz’dan önce) Erdoğan muhafazakâr kitleleri ‘millîliğe” davet eden bir dil geliştirmeye başlamıştı; iktidarını artık laiklik temelli bir kutuplaşma üzerinden götüremeyeceğini anlamıştı, ‘millîlik’ çok daha elverişli bir kutuplaşma vesilesiydi. Ve kararını verdi: Türkiye siyasetindeki temel saflaşma eksenini ‘laiklik’ten ‘millîliğe’ çevirecekti.”
Ocak 2016’daki “laiklik kutuplaşması yerine millîlik kutuplaşması” yazılarım
Ben, 2016 yılının başında, tıpkı 2014’tekine benzeyen (“Cemaat ile hesaplaşmada Hükümet-Ergenekon işbirliği muhtemel”, Al Jazeera Turk, 20 Nisan 2014) ‘riskli’ bir tespitte bulundum ve peş peşe kaleme aldığım üç yazı boyunca siyasi mücadelenin ekseninin ‘laiklik’ten ‘millîlik’e kaydığını, daha doğrusu Erdoğan tarafından kaydırıldığını öne sürdüm. “Temel saflaşmanın ekseni değişiyor: Laiklik yerine ‘millîlik” başlığını taşıyan ve 17, 20 ve 25 Ocak 2016’da Serbestiyet’te yer alan yazıların ikincisinde, bu sürecin sembolik başlangıcı olarak Erdoğan’ın “yerli ve millî”yi ilk kez telaffuz ettiği Eylül 2015’i zikrettim:
“Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 1 Kasım 2015 seçimleri öncesinde, seçmenlerden ‘Meclis’e 550 yerli ve millî aday göndermelerini’ istemesi (20 Eylül 2015), o günlerde gürültülü bir tartışmanın konusunu oluşturmuştu. Çağrının, ‘Milyonlarca Nefes Teröre Karşı Tek Ses’ mitinginde yapılmış olması nedeniyle, Erdoğan’ın sözleri en iyimser bir yorumla ‘teröre destek veren milletvekillerinin seçilmemesi’ne yönelik bir çağrı olarak algılandı. Bu sözler ağırlıklı olarak ise, ‘Erdoğan Meclis’te sadece Türk milletvekili istiyor’ biçiminde yorumlandı. Oysa bizzat AK Parti’den, kendilerini açıkça ‘Türk olmayan’ diye tanımlayan adayların varlığını düşündüğümüzde, bu sözlerden ‘teknik’ olarak böyle bir anlamın çıkmayacağı hemen anlaşılır.
“Peki, Erdoğan ne demek istemişti ‘550 yerli ve millî milletvekili’ çağrısıyla? Erdoğan bu sözlerle, aslında epeydir, nispeten daha az vurgulu cümlelerle dile getirdiği ayrımın Türkiye’de artık temel bir ayrım ve saflaşma ekseni haline geldiğini anlatıyordu: ‘Millî bir çizgi izleyenler’ ve ‘millî bir çizgi izlemeyenler…’”
İşareti alan iktidar medyasındaki değişim: Artık CHP’nin ‘laikçiliği’ değil ‘gayri millîliği’ sorun
Tıpkı Erdoğan gibi iktidar partisinin sözcüleri ve iktidarı destekleyen köşe yazarları da son bir-iki yıldır millî olmak ve millî olmamak üzerine yazılar yazıyorlardı. Fakat Erdoğan’ın 20 Eylül 2015’teki vurgusundan itibaren bu yazıların tonunda belirgin bir değişiklik olmaya başladı. Yazılarda “millîlik” kriteri her şeyi domine eden bir değer olarak öne çıkıyordu artık. Keza partiler ile başka siyasi güçler ve örgütlenmeler de esasen bu kritere göre değerlendirilip sınıflandırılıyordu. Mesela Cumhuriyet Halk Partisi değerlendirmeleri bu açıdan açıklayıcı bir örnek gibi görünüyor. Eskiden bu partinin devletçiliği, vesayetçi güçlerle bağını bir türlü koparamaması, bir türlü özgürlükçü bir parti haline gelememesi vb. sorun teşkil ederken, günümüzde artık “millî olmayan tavrı” öne çıkartılıyor, “gerçek Atatürkçü CHP’lilerin partilerindeki gayrı millî savruluşu görmeleri, partilerine el koymaları” çağrıları yapılıyordu.
Türkiye’nin neredeyse kurumsal bir özellik taşımaya başlamış güçlü iktidarının ülkedeki ‘temel çelişme’nin böylesine radikal bir biçimde değiştiğini ilan etmesi, doğal olarak safını laiklik-dindarlık eksenine göre belirlemiş güçlerin kendilerini yeniden gözden geçirmeleri sonucunu da doğuruyordu.
Bu çerçevede en dikkat çekici tavır değişikliği ülkenin Atatürkçü-Kemalist-ulusalcı kesimlerinde görülmeye başlamıştı. İktidar partisinin en sert muhalifleri olan bu kesimlerin iktidarla ilişkilerini hızla yumuşattığı gözleniyordu. Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun, “millîlik” tartışmasının tepesine oturan akademisyenler bildirisiyle ilgili olarak söyledikleri, bu açıdan son derece önemli bir işaret teşkil ediyordu. Feyzioğlu’na göre bildiriyi imzalayanlar, “mütareke döneminin işgal altındaki İstanbul’unun sözde aydınlarının kalıntıları”ydılar.
Bu arada televizyonlara çıkan emekli askerler de, iktidarın “laikliğe savaş açtığı, irtica peşinde olduğu” eleştirilerini bir yana bırakmıştı. Askerler, iktidarın Kürt sorunu konusundaki sert tutumuyla Batı karşısındaki tavrını genel olarak “millî” çizgide buluyorlardı; onlar da memnun görünüyordu.
Nihayet, özellikle Balyoz ve Ergenekon davaları sırasında iktidarı en fazla zorlayan eylemlere öncülük etmiş, seçim başarılarına rağmen AK Parti’nin meşruiyetini kabul etmemiş olan başta Vatan Partisi olmak üzere ulusalcı çevreler de AK Parti’yi gayri millî güçlere karşı ittifak yapılacak bir güç olarak gördüklerini açıkça dile getirmeye başlamışlardı.
Yani kabaca, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bazı iç ve dış güçlerce “çökertilmesi” temelinde bir projenin varlığına dayandırılan yeni bir ittifak ekseni artık iyiden iyiye görünür hale gelmişti. (Bugün Mehmet Ali Çelebi, Aslı Baykal, Metin Feyzioğlu ve iktidar televizyonlarında sık sık ‘millîci Erdoğan’ çıkışlarıyla boy gösteren eski CHP yöneticileri o günlerde başlayan dalganın devamı.)
Yani devletle bütünleşme macerasının geri dönüşsüz hale geldiği 15 Temmuz darbe girişiminden önce, bu işin harcı niteliğindeki millîlik söylemi topluma etkili bir biçimde zerk edilmişti.
Millîlik siyaseti tabii ki otoriterleşme üretecekti. Yani bir bakıma 2015’te ve 2016’nın ilk yarısında yaşanan süreç 15 Temmuz’dan sonra başlatılacak dizginsiz otoriterleşme sürecinin bir provası niteliğindeydi.
“Laiklik kutuplaşması yerine millîlik kutuplaşması” yazılarından iki ay sonra, 15 Temmuz’dan da dört ay önce kaleme aldığım “‘Millîlik’ siyaseti ‘ilâhiyat’ haline gelirken…” başlıklı yazıda işte millîlik siyasetinin yol açacağı bu kaçınılmaz sertliği ele almıştım. Bu yazıyı o yazıdan geniş bir özetle bitiriyorum. Sonraki yazı tabii ki 15 Temmuz’la girilen ‘otoyol’ olacak.
“‘Millîlik’ siyaseti ‘ilâhiyat’ haline gelirken…” (Serbestiyet, 7 Mart 2016)
Serbestiyet’te ocak ayı içinde kaleme aldığım biribirini izleyen üç yazıda (“Temel saflaşmanın ekseni değişiyor: Laiklik yerine ‘millî’lik”, 1-2-3), Türkiye’deki büyük siyasi mücadelelerin 1960’lardan bu yana hangi eksenler etrafında şekillendiğini özetledikten sonra, günümüzde yeni bir eksenin doğmakta olduğunu öne sürmüştüm.
Aradan geçen zaman içinde gördük ki: Gerek başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere iktidar çevrelerinde, gerekse de iktidar blokunu destekleyen yazarlar arasında “millîlik”, en sık başvurulan kelime ve değer haline gelmiş bulunuyor.
‘Millîlik’ siyasetinin pratiği
Yazıların üçüncüsünde, ülkenin bir beka sorunuyla karşı karşıya olduğu tespitinden üretilen “millîlik” siyasetinin, eşyanın tabiatı gereği ifade özgürlüğünü sınırlayıcı sonuçlar doğuracağını da söylemiştim: “Öyle ya da böyle, doğru ya da yanlış, ‘beka’ tespiti ve onu izleyen ‘millî çizgiye davet’ her zaman otoriterleşme lehine ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere özgürlükler aleyhine işleyen sonuçlar doğurur. Türkiye’de bir süredir böyle bir süreç yaşanıyor.”
Aradan geçen iki ayda farklı fikir ve yaklaşımlara gösterilen tahammülsüzlüğü; onların sahiplerine yönelik kampanyaları; hazırlanmakta olan bazı sınırlayıcı-kısıtlayıcı kanun ve kararnameleri “millîlik” siyasetinin doğal, kaçınılmaz sonuçları olarak görmek abartı sayılmamalıdır.
Peki, millîlik siyaseti neden “doğal ve kaçınılmaz olarak” otoriterleşme lehine ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere özgürlükler aleyhine sonuçlar doğurur?
Bu yazıda bu soruların cevabını vermeye çalışacağım.
Tehlikeli bileşim: Büyük korku – büyük ideal
Millîlik ekseninin etrafında oluşacak bir siyasi mücadelenin, tıpkı önceki (sağ-sol, laik-dindar) eksenlerin etrafında oluşan siyasi mücadeleler gibi şiddetli kutuplaşmalar yaratacağı âşikâr… Fakat bu nevzuhur eksenin, öncekilerden daha şiddetli bir kutuplaşmaya yol açacağını; sahiplerine, “karşı taraf”a yönelik baskıları meşrulaştırmada daha geniş imkânlar sunacağını söylemek yanlış olmaz.
Bunun temel nedeni, millîlik çağrısının çok daha geniş kitleler üzerinde çok daha derin etkiler yaratabilme gücüdür. Çünkü sağ-sol ya da laik-dindar eksenli siyasi mücadeleler, özünde iç iktidarı ele geçirmeye yönelik siyasi mücadelelerdir. Oysa millîlik siyaseti, kendi önerisinin etrafında toplanılmadığı takdirde, içindeki herkesle birlikte bütün bir ülkenin felakete sürükleneceği yönündeki çağrısı sayesinde çok daha büyük, çok daha yaygın bir etki yaratma yeteneğine sahiptir.
Bu çağrı hem büyük bir korkuyu (ülkenin çökmesi) hem büyük bir ideali (ülkenin bekası) imâ eder ve gücünü de esasen buradan alır.
Büyük korkular da büyük idealler de, o korkuları ve idealleri kullanarak siyaset yürütenlerin eline, “karşı taraf” üzerinde sınırlayıcı-baskılayıcı tedbirler uygulama hususunda çok geniş meşruiyet imkânları verir. Yasaların sağladığı-sağlayacağı meşruiyetten söz etmiyorum: Büyük korkuların ve büyük ideallerin insanda yarattığı neredeyse ona her şeyi yapma meşruiyeti sağlayan yüksek haklılık duygusundan söz ediyorum. (Mikro bir örnek olarak: Mesela çocuğuna işkence edilen babanın, eline geçirdiği tabancayla işkencecileri öldürmeye giderken taşıdığı yüksek haklılık duygusundan söz ediyorum.) Keza, aynı korkuları ve idealleri paylaşan geniş kitlelerin, “karşı taraf” üzerinde sınırlama-baskı politikaları uygulayan siyasetçileri desteklerken taşıdıkları yüksek haklılık duygusundan söz ediyorum.
Öte yandan millîlik, “kutsal”ın sınırlarında gezinen, geniş kitlelere “selâmet” (kurtuluş) vaat eden bir kavram olarak da sahiplerine çok yüksek bir haklılık duygusu verir. Buradan devşirilen yüksek haklılık duygusunu da mutlaka hesaba katmalıyız.
Bir siyasetçi, yönettiği toplumu, ülkelerinin beka sorunuyla yüz yüze olduğu hususuna ikna edebilirse, yegâne selâmet yolunun, aykırı seslerin silindiği bir millîlik çizgisinden geçtiğine de ikna edebilir.
Rumen felsefeci Emil Cioran’ın saptamasıyla: “Yaşadığımız dünya insanın selâmet saplantısının hayatı soluksuz bıraktığı bir yer, toplum ise bir kurtarıcılar cehennemidir.”
Yalnız ‘dış’a karşı değil ‘iç’e karşı da müsamahasız
Büyük korkulara ya da büyük ideallere atıfla üretilen bütün siyasetlerde görülen ortak bir özellik de, “çatlak ses”lere karşı duyulan öfkedir. Yani böyle siyasetler yalnız “dış”a karşı değil kendi içlerine karşı da müsamahasızdır. Çünkü bu türden siyasetlere yön veren esas güdü “inanç”tır; tartışma ve “çatlak ses” inancı zayıflatan bir şey olarak reddedilir ve derhal boğulur.
Yüksek haklılık duygusunun mutlaklık boyutlarına vardığı, yani “ne yapılıyorsa doğrudur ve haklıdır”a ulaştığı durumlar ise kelimenin tam manasıyla boğucu siyasi atmosferlere yol açar. Isaiah Berlin, “Hiçbir şey bir kişinin ya da milletin hatasızlığına inanması kadar yıkıcı değil. Bu, başkalarının vicdan azabı duyulmadan yok edilmesine yol açar” demişti.
Elbette henüz millîlik siyasetini üretenlerin “hatasızlığına” inanıldığı bir noktada değiliz. Fakat o siyasetin medyadaki taşıyıcılarının performansının bizi o noktaya taşımakta olduğunu sanırım söyleyebiliriz.
Millîlik siyaseti yavaş yavaş onlar aracılığıyla bir “ilâhiyat” haline geliyor ve galiba süreç böyle devam ederse Cioran’ın dediği şey gerçekleşecek: “Hiçbir ilâhiyat, kendine tapan zihniyetten daha bağnaz değildir.”
Sonraki yazı: 15 Temmuz ‘otoyol’u…