Kurtuluş Savaşı’nı yürüten kadronun savaştan önce belirlediği ve daha da gerisine çekilmenin kesinlikle kabul edilmeyeceğini ilan ettiği sınır olan Misak-ı Millî, Türkiye’nin güney sınırları bakımından kabaca Suriye’nin kuzeyiyle Musul ve Kerkük dahil Irak’ın kuzeyini kapsıyor. Öte yandan güneyde yeniden Misak-ı Millî sınırlarına dönmenin Türkiye’nin toplam siyasi-bürokratik aklının hiç akıldan çıkarmadığı bir hedef olduğu da malum. Kor halindeki bu ‘Kızıl Elma’ ateşinin zaman zaman alevlendiği birkaç tarihsel ânı hatırlamak için “Son 30 yılda ‘sağ’da ve ‘sol’da Misak-ı Millî sesleri” başlıklı yazıma bakılabilir.
15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin hemen ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkiye’nin bir Misak-ı Millî meselesi olduğundan” söz etmeye başladı. Erdoğan’ın önceki 14 yıllık iktidarı boyunca bir kez bile ağzına almadığı bu kavramı birdenbire keşfetmesi ve ısrarla telaffuz etmesi bunun bilinçli bir tercih ve kullanım olduğunu gösteriyordu.
Erdoğan’ın konuyu ele alırken kurduğu cümleler bazen sadece tarihsel-kültürel bir ilgiyi imâ ediyor gibi görünüyor, bazen de tarihsel bir haksızlığın düzeltilmesi üzerinden düpedüz sınır tartışması açıyormuş izlenimi veriyordu.
Fakat bunlardan biri; Erdoğan’ın eski milli eğitim bakanı Hasan Celal Güzel’in çıkardığı Yeni Türkiye dergisinin Misak-ı Millî sayısına yazdığı önsöz, nevzuhur Misak-ı Millî söyleminin basitçe bir tarihsel-kültürel ilgiye göndermede bulunma amacının ötesinde anlam taşıdığını gösteriyordu. Bir bölümünü aşağıda bulabileceğiniz önsözde Erdoğan Birinci Dünya Savaşı’nın “aslında hâlâ sona ermediğini” söylüyor, “Kapanmamış bir parantez”den söz ediyor ve bunun “kilidinin” de Misak-ı Millî olduğunu savunuyordu. (Misak-ı Millî çağrılarının en radikal olanının, okurlarının çok büyük çoğunluğunu emekli ya da faal devlet aktörlerinin oluşturduğu bir dergide yer almış olması, bugünden geriye baktığımda bana daha anlamlı görünüyor; sanki devlet içinde birilerinin gönül tellerini titretmek amacıyla kaleme alınmış gibi…)
Benim tespitlerime göre Erdoğan’ın Misak-ı Millî vurgulu çıkışları Ekim 2016’da başlıyor ve Kasım 2017’ye kadar sürüyor. Başkaları da vardır muhakkak ama benim Google taramamda karşıma şunlar çıktı (tarih sırasıyla):
15 Ekim 2016 (Rize’deki Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’nin 2016-2017 Akademik Yılı’nı açarken yaptığı konuşmadan): Bizim fiziki sınırlarımız başkadır, gönül sınırlarımız bambaşkadır. Bunu birbirinden ayırmamız lazım. Fiziki sınırlara elbette saygı gösteririz ama gönlümüze sınır çizemeyiz. Çizilmesine de müsaade etmeyiz. Birileri bize, ‘Irak’la niye ilgileniyorsunuz, Suriye’yle niye ilgileniyorsunuz?’ diyorlar. (…) Tarih kitaplarımızda Misak-ı Millî’yi okuyoruz değil mi? Misak-ı Millî’de ne var? Eğer Misak-ı Millî diye bir derdimiz varsa, kusura bakmayın, o zaman bu soruyu kendi içimizde birbirimize soramayız. Tam aksine burada ‘Üzerimize düşen görevler var’ demek zorundayız.
19 Ekim 2016 (Beştepe’deki muhtarlar toplantısında yaptığı konuşmadan): Misak-ı Millî niye rahatsız ediyor. Misak-ı Millî’yi gündeme getiren Gazi Mustafa Kemal. Neden rahatsız oluyorsunuz. Burada bir tarih yok mu? Burada bir milletin geçmişi yok mu? (…) Maalesef hem batı hem de güney sınırlarımızda Misak-ı Millî hedeflerimizi koruyamadık. Dönemin şartları itibarıyla bu durumu mazur görenler, göstermeye çalışanlar olabilir. Bu yaklaşımı bir yere kadar mazur görmek mümkündür. Asıl vahimi, zorunluluklardan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır.
Mart, 2017 (Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Yeni Türkiye dergisi için kaleme aldığı “Kapanmayan parantezin kilidi: Misak-ı Millî” başlıklı önsözden): Bugün Suriye’deki, Irak’taki, Mısır’daki, Libya’daki, Balkanlar’daki, Kafkaslar’daki hadiselerle niçin bu kadar yakından ilgilendiğimizi, ilgilenmemiz gerektiğini ancak geçmişe bakarak anlayabiliriz. Türkiye’nin oralarda ne işi olduğunu soranlara en güzel cevabı tarih verecektir. Gayet açıktır ki, Birinci Dünya Savaşı, aslında hâlâ sona ermiş değildir. Kanı kanla, zulmü zulümle örtmeye çalışanlara karşı biz kendi tarihimizden, kendi kültürümüzden aldığımız güçle çalışmaya, mücadele etmeye devam edeceğiz. Misak-ı Millî’yi unutmamak bu mücadelenin ilk ve en önemli şartıdır.
10 Kasım 2017 (Beştepe’deki muhtarlar toplantısında yaptığı konuşmadan): Biz Kurtuluş Savaşımıza başlarken ilan ettiğimiz Misak-ı Millîmize de sahip çıkamadık. Suriye ve Irak’taki gelişmelerde zaman zaman dillendiriyorum. Biz Misak-ı Millîmize yeniden sahip çıkmak zorundayız diyorum. Eğer o hudutlar içinden ülkemize saldırılar oluyorsa buradan buyurun devam edin deme lüksümüz yoktur. Gereğini, gerektiği şekilde yapma zorunluluğumuz var. İdlib’de yapılmakta olan budur. Açıklıyorum; Afrin’de yapılmakta olan da budur.
Lozan da ‘Türkiye’nin Misak-ı Millî meselesi’ne dair…
Erdoğan’ın Misak-ı Millî çıkışlarının sadece bugün Suriye ve Irak devletlerinin parçası olan topraklarla ilgili olmadığını da hatırlamak gerekir; bu çıkışların bir de Yunanistan’la olan sınırlar ve adalar bölümü var; Erdoğan’ın yine aşağı yukarı aynı tarihlerde başlattığı Lozan eleştirilerinden söz ediyorum.
Cumhurbaşkanı, yüz yıl önceki anlaşmalara yönelttiği itirazların Yunanistan’ı ilgilendiren bölümlerini ‘Lozan’, Suriye ve Irak’ı ilgilendiren bölümlerini de ‘Misak-ı Millî’ başlıkları altında dile getiriyordu. Fakat neticede bunların tümü, Erdoğan’ın sürekli olarak hatırlattığı ‘Türkiye’nin Misak-ı Millî meselesi’nin parçalarıydı…
Dolayısıyla, tabloyu tamamlamak için tıpkı Misak-ı Millî gibi 15 Temmuz’un hemen ardından başlatılan ‘Lozan’ söylemine de bakmalıyız. Bu amaçla, Erdoğan’ın Lozan eleştirilerini başlattığı ilk çıkışıyla (Eylül 2016), Yunanistan ziyareti (8 Aralık 2017) öncesinde ve sırasında sergilediği yaklaşımı hatırlatmak istiyorum (uzatmamak için bu iki tarih arasında söylediklerini ihmal ediyorum):
29 Eylül 2016: İşte şu an Ege’yi görüyorsunuz değil mi? Bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’da verdik. Zafer bu mu? Oralar bizimdi. Oralarda bizim camilerimiz, mabetlerimiz var ama şu anda hâlâ Ege’de kıta sahanlığı ne olacak, havada, denizde ne olacak bunları konuşuyoruz, hâlâ bunun mücadelesini veriyoruz. Niye? İşte o anlaşmada masaya oturanlar sebebiyle. O masaya oturanlar, o anlaşmanın hakkını vermediler. Veremedikleri için şimdi onun sıkıntısını biz yaşıyoruz.
7 Aralık 2017 (8 Aralık’taki Yunanistan ziyaretine saatler kala Yunan televizyonuna verdiği mülakattan): Lozan’ın da bir güncellenmeye ihtiyacı var. Güncelleme derken, A’dan Z’ye bir değerlendirmeye tâbi tutulabilir.
Bunun devamı ertesi gün Yunanistan Cumhurbaşkanı Prokopis Pavlopulos ile buluşmada geldi. Erdoğan, ortak basın toplantısında Lozan Antlaşması’nın güncellenmesi gerektiği görüşünü yineledi, Pavlopulos ise Lozan Antlaşması’nın “iki ulusun ulusal toprakların sınırlarını çizen bir anlaşma olduğunu” ve uluslararası antlaşma hukukunda güncellenme diye bir şeyin bulunmadığını savundu. Erdoğan da buna karşılık kendisinin hukukçu olmadığını, fakat ‘siyaset hukuku’nu iyi bildiğini ve siyaset hukukunda buna yer olduğunu söyledi.
Hülâsa edersek…
Darbe girişimi: Temmuz 2016… Erdoğan’ın ‘Lozan’lı konuşmalarının başlangıcı: Eylül 2016… Erdoğan’ın ‘Misak-ı Millî’li konuşmalarının başlangıcı: Ekim, 2016…
Bu tablo, Erdoğan’ın 15 Temmuz’dan sonra içeride yaptıklarıyla dışarıda yaptıkları arasında bariz bir senkronizasyon olduğunu göstermiyor mu? İçeride “Tahakkümcü, topluma rehberlik yapan, onun adına düşünen ve karar alan bir devlet anlayışı”, dışarıda “Türklüğün haksızlığa uğramış olduğu ve hakkını geri alması gerektiğine dayanan yayılmacı bir dış politika…”
Siz İttihatçılığın modern bir versiyonuna inansanız, Türkiye’nin en büyük partisinin uzattığı bu eli sıkmaz mıydınız?