Avustralya’nın ABD ve İngiltere’yle imzaladığı nükleer denizaltı yapım anlaşması yüzünden Fransa’nın öfkesini dindirmek henüz mümkün olmadı. En azından Avustralya için…
Fransa’nın ilk tepkisi ABD ve Avustralya’dan elçisini çekmek olmuştu.
Bizim Başbakan Scott Morrison Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’u arayıp görüşmek istediğini söyledi. Hala telefonuna cevap bekliyor. Macron ise cevapsız aramayı gördüğünü henüz belli etmedi. Ancak Macron’un ABD Başkanı Joe Biden’la telefonda görüştüğünü ve Washington elçisinin daha bavulunu boşaltamadan göreve geri dönme emri aldığını biliyoruz. İngiltere’deki elçiyi zaten çekmemişti.
Zaten her geçen gün İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın daha bilge ve çağımızın tüm ikiyüzlülerini yüzümüze ayna gibi yansıtmak için dünyaya gelen bir lütuf olduğuna inanıyorum. Dağınık saçları gelecekte Einstein’ın saçları gibi bir simge olacak.
Washington’da muhabirlere konuşan bu Osmanlı torunu, Fransa’nın tepkisini abartılı bulduğunu söylemiş ve “Bazı sevgili dostlarımızın kendilerine gelmesinin zamanı geldi” demiş. Birkaç gün sonra Johnson ve Macron telefonda konuşup, iki ülke ilişkilerinin ve iş birliğinin önemine dikkat çekti.
Fransa’nın Avustralya büyükelçisi Eiffel gölgesinde bir süre daha kahvesini içecek gibi görünüyor.
Aslında tüm bu gelişmelerden en fazla öfkelenmesi gereken taraf Fransa değildi. ABD, İngiltere ve Avustralya arasındaki denizaltı anlaşması daha kapsamlı bir güvenlik iş birliğinin bir parçası.
İngiltere ve Avustralya zaten Washington ekseninde olduklarını saklamıyor. Bu iki ülke en son Vietnam, Irak ve Afganistan dahil ABD’nin son 50 yıldır tüm savaşlarına asker desteği vermiş ülkeler. Üç ülkenin askeri iş birliğinin isimlerinden oluşan bir kısaltması bile var: AUKUS.
Kısaltma varsa ittifak diyebiliriz artık…
Bir de geçen gün Washington’da ABD, Hindistan, Japonya ve Avustralya devlet ve hükümet başkanlarını bir araya getiren QUAD zirvesi oldu. Bu da dört ülke arasında stratejik diyalog geliştirilmesi için başlatılan bir süreç. QUAD ve AUKUS’un kime karşı başlatıldığı konusunda hiç şüphe yok. Son dönemde yapılan zirveler ve ortak basın toplantılarında “Çin” kelimesi geçmedi. Zaten geçmesine de gerek yoktu.
Çin de aslında eleştirilerinde pek sessiz sayılmaz ancak Fransa’nın çığlıkları yanında pek belli olmuyor.
İlk QUAD zirvesinde, liderler Hint-Pasifik bölgesindeki “liberal demokrasiler olarak” “baskıdan uzak” barış çağrısında bulundu.
Yükselen Çin dünyanın her tarafında olduğu gibi Asya Pasifik bölgesinde de diplomatik ve ekonomik nüfuzunu yaymaya çalışıyor.
Avustralya’nın en büyük ekonomik ortağı olsa da Çin aynı zamanda en büyük stratejik düşmanı haline gelmiş durumda. Zaten içi boş olan “Çin ve ABD arasında denge politikası” yerine hangi takımda olduğunu açıktan gösteriyor artık Avustralya.
Askeri güç doğrudan ekonomik güce bağlı. İran ve Kuzey Kore nükleer bomba üzerinden bir nüfuz sağlamış durumda. Çorbanın içindeki sineğin sağladığı nüfuz kadar olsa da…
ABD’nin ekonomisinin büyüklüğü 22,8 trilyon dolar.
Çin’in ekonomisinin de 15 trilyon dolar büyüklüğünde olduğu tahmin ediliyor.
Önümüzdeki 10 yıl içinde Çin’in ABD’den daha büyük bir ekonomiye sahip olacağına kesin gözüyle bakılıyor.
Görünen o ki yeni soğuk savaş bu iki süper güç ve bu ikisinin etrafında kümelenen orta sıklet güçler arasında olacak.
Avustralya’nın ekonomisi Çin’in yaklaşık onda biri büyüklüğünde. 1,4 trilyon dolar. Orta sıklet yani…
Rusya ise Avustralya’dan biraz büyük. 1,7 trilyon dolar. ABD’nin Rusya’dan ekonomik olarak güçlü eyaletleri var. ABD ile Rusya’nın denk olduğunu düşünenleri biraz uyandıran rakamlar bunlar.
Türkiye’nin ise ne sıklette olduğu, baktığınız kaynağa göre değişiyor.
AK Parti’nin hala internet sitesinde bulunan 2023 hedeflerine bakacak olursak 82 milyonluk Türkiye’de bir buçuk yıl sonra kişi başına düşen gelir 25 bin dolar olacak. Bu da 2 trilyonluk ekonomi demek. Yani cumhuriyetin yüzüncü yılında Rusya’dan büyük bir ekonomik güç olacak. Tabi IMF gibi ‘Batı Uşağı’ kurumlar, şu andaki kişi başına gelirin 10 bin doların altında olduğunu söylüyor.
Türkiye’nin son dönemde unutmuş göründüğü ve aslında hangi takımda olduğunun belli etmesi gereken bir kısaltma da var. Doğrudan Sovyetlere karşı kurulan NATO’nun üyesi bir ülkenin Rusya ve ABD arasında denge politikası yürütüyor olması biraz tuhaf kaçıyor.
En son Soçi Zirvesi’nde gördüğümüz üzere, Türkiye Rusya’yla yakınlaşmaya meyilli…
Ekonomik, askeri ve duygusal olarak.
ABD’ye kafa tutan ülkeler arasında “Hadi ben arkamı Rusya’ya dayayayım” diyen başka bir ülke var mı, bilmiyorum. “21’nci yüzyıl Rusya’nın yükseleceği dönem olacak” diyen uzmanlar da tanımıyorum. Türkiye, geçen yüzyılın Soğuk Savaşı’nı kaybedeninin kalıntısı Rusya Federasyonu’nun bu sefer kazanacağını düşünüyor gibi.
Türkiye’nin coğrafi konumu yüzünden İran ve Rusya gibi ABD’ye düşman ülkelerle her şeye rağmen pratik bir ilişki kurması zorunlu. Ancak son yıllarda Türkiye –sanki özellikle arayıp- dünyanın öte yanındaki ABD düşmanlarını bulup kanka oluyor. Venezüella örneğinde olduğu gibi.
Sonra da “Dostum Biden, küstüm Biden…”
Canberra küstürdüğü Paris’ten telefon bekliyor. Avustralyalı yetkililerin gelmeyen telefon yüzünden uykusunun kaçtığını söyleyemeyiz. Fransa’yı kızdırmanın ekonomik ve diplomatik etkileri çok olumsuz değil. Hatta bundan memnun olanlar bile çıkabilir.
ABD’yi kızdırmanın etkisi ise öyle değil…
Önümüzdeki G-20 zirvesinde Biden’la görüşme fırsatı bulunacağından dolayı siyasi ve ekonomik beklentilerin yüksek olması bile güçler dengesinin önemini ortaya koyuyor.