Amsterdam’da bugünlerde ilgi çekici bir sergi var: “Tussen Tompouce en Baklava” yani Tompouce ve Baklava Arasında. Mimar ve sanatçı Emin Batman öncülüğünde kurulmuş Studio Batman tarafından düzenlenen bu sergi, Amsterdam’ın kültürel çeşitliliğini ve 750 yıllık tarihini, Türk göçünün 60. yılıyla birlikte kutlamayı amaçlıyor.
Tompouce ve Baklava Arasında, adını Hollanda’nın meşhur tatlısı tompouce ile Türkiye’nin simgelerinden baklava arasında kurulan kültürel köprüden alıyor. Bu isim iki farklı coğrafyanın mimari, kültürel ve toplumsal deneyimlerinin birleşimini simgelerken, göçün getirdiği çok katmanlı kimlik ve aidiyet meselelerine de işaret ediyor. Serginin amacı, yalnızca geçmişe bir bakış sunmak değil; göçün bugüne ve geleceğe dair anlamlarını sorgulamak.

Serginin Amsterdam’ın göçmen geçmişine sahip topluluklarının yoğun yaşadığı Nieuw-West bölgesinde gerçekleşmesi de tesadüf değil. Bölgenin çok kültürlü yapısı, serginin merkezinde duran kimlik, aidiyet ve kültürel etkileşim temalarını doğrudan besliyor.
Sergide yer alan eserler, göçün katmanlı ve çoğu zaman çelişkili deneyimlerine ışık tutuyor. Mimari yerleştirmelerden kavramsal eserlere kadar geniş bir seçki sunan sergi, özellikle “Rüya” isimli yerleştirmesiyle dikkat çekiyor ve hatta tartışmalara yol açıyor.
Geçtiğimiz günlerde Studio Batman’ın sosyal medya hesabından minarenin anlamını açıklayan bir reels videosunun paylaşılmasının ardından bu eser birçok kişi tarafından tepkiyle karşılandı. Tepkilerin sebebi serginin merkezinde sekiz metrelik ters bir minarenin yer alması.
https://www.instagram.com/reel/DL-BHLIN1kN/?igsh=bGpzcDE5eGc3c3Uw
Minarenin alışılageldiği üzere göğe doğru değil de zemine doğru olması insanlarda kutsala saygısızlık olarak algılandı. Tepki gösterenlere göre “Dini sembollerin bir kaç söz edip ters yüz edilmesi sanat değil saygısızlıktı”, “Minareyi baş aşağı göstererek kendilerine ebedi alemde güzel bir son hazırlıyordu” ve “Başörtülü olmaları da ortaya çıkan rezaleti meşrulaştırmıyordu.”
“Rüya”ya gelen tepkileri serginin mimarı Emin Batman ve eş küratörü Hale Albayrak ile konuştuk.

Öncelikle “Rüya”da anlatılmak istenen nedir, neye dikkat çekmek istediniz?
Batman: Çocukluğumdan beri, özellikle Türkiye’ye gidip geldiğim zamanlarda minareye, özellikle de minarenin tepesindeki aleme herkes gibi hep uzaktan bakarken, onu yakından görme ihtiyacı içimde hep çok yüksekti; bir arzuydu âdeta. Bu yüzden her zaman, onu daha yakından görmenin yollarını düşünürdüm ve bir yandan da neden sürekli uzaktan baktığımı sorgulardım. Şimdi, Amsterdam’da, Hollanda’da, minareyi bir müzede ve böylesine yakınımda görebilmek, yıllardır hissettiğim o içsel arzuyu somut şekilde yaşamak anlamına geliyor. Üstelik bu deneyim, günün sonunda ona herkesle birlikte yakından bakma fırsatını da beraberinde getiriyor. Bu sebeple kişisel tarihim açısından da oldukça anlamlı.
Albayrak: “Rüya”, klasik İslam düşüncesindeki kutsal arayışın mekânsal ve yönelimsel temsillerine alternatif bir bakış sunan bir yerleştirme. Eserde yere yaklaşan bir minare ile karşılaşıyorsunuz. Bu tersine çevirme sadece fiziksel bir değişim değil; kutsalla kurduğumuz ilişkiyi sorgulamamıza yol açan bir müdahale gibi. Yansıtma havuzu, minareyi başka bir zeminden bize düz şekilde yansıtarak ilahî olanın, şimdi ve buradaki tecellisinin bir tür sembolizasyonunu sunuyor.

Minare daima göğe ve uzaklara yönelen manevi arayışın klasik temsillerinin yanında, hem mimari hem geleneksel bir form olarak bu yönelimi en iyi ifade eden yapıydı. Emin’in minareye hepimiz gibi uzaktan bakması, özellikle alem’i yakından görme arzusuna rağmen onun hep çok yukarıda ve ulaşılmaz oluşu, minareden yola çıkarak bu sembolik anlatıyı kurmamıza olanak tanıdı.
Serginin en dikkat çekici parçası olması gerçekten çok normal. Hem boyutu, hem İslam kültüründeki yeri, hem de görmeye alışık olduğumuz bir formun tamamen farklı bir şekilde karşımıza çıkması nedeniyle, insanın ilk bakışta bir rahatsızlık, şaşırma ve tepki verme isteği uyandırıyor. Aslında bu tepkiyle birlikte açılan boşluğu, tepkiyi düşünmeye ve sorgulamaya dönüştürmek istiyoruz. Bu sorgulama, ilahî ya da aşkın olanın ne olduğu üzerine değil; bizim kurduğumuz ilişkinin ne kadar alışıldık olduğuna ve bu ilişkinin kültürle bağlantısına dikkat çekmek üzerine. Kutsallık algımızla kültürel olanın, algısal olarak alışıldık olanın birbiriyle ne kadar geçtiği üzerine…
https://www.instagram.com/reel/DOElzKAjKu4/?igsh=MW1keGxuczd0YTcycg==
Amsterdam’da sergiyi ziyarete gelenler nasıl karşıladı “Rüya”yı?
Batman: Sergi açılışı sonrasında minarenin fotoğrafını görüp bunun ne olduğunu anlamak ve konuşmak için gelen çok sayıda ziyaretçi oldu. Onlarla konuşurken, bu eserimin benim için ne ifade ettiğini ve sergideki önemini paylaştım; ortak duyguları paylaştığımızı fark ettim. Özellikle bir kadının tepkisi beni derinden etkiledi. 20 yıldır Hollanda’da yaşayan ve açılan sergileri, yer alan müzeleri düzenli olarak takip eden bir kadın, bu sergiye gelip minarenin karşısında ağladı ve şunları ifade etti:
“20 yıldır burada yaşayan ve sayısız sergiyi, müzeyi ziyaret etmiş bir göçmen olarak hayatımda hiç bu kadar temsil edildiğimi hissetmemiştim. Amsterdam’daki bir müzeye gelip, hem göçmen deneyimini, hem göçün tüm çelişkilerini, hem de kutsalla kurduğumuz ilişkiyi, tüm katmanlarıyla üstelik nesneleştirilmeden görmek; kendimi temsil edilmiş hissettirdi. Kendi deneyimimin böylesine görünür olduğunu ve yalnız olmadığımı hissetmek inanılmaz bir duygu.”
Bu yorum beni çok etkiledi ve yaptığımız işin ne kadar isabetli olduğunu bir kez daha farkettim.
Albayrak: İnsanlar tabii sergiye ve minareye Hollanda’daki ziyaretçilerden nasıl tepkiler geldiğini merak ediyor. Açılış gerçekten çok çeşitli bir kalabalığa ev sahipliği yaptı; farklı dinî inançlardan, toplumsal sınıflardan ve kuşaklardan ziyaretçiler vardı. Türkiye’de sanat sektöründe çalışan biri olarak böyle bir çeşitliliği daha önce hiçbir sergi açılışında görmemiştim. Bu, kuşkusuz Studio Batman’ın da başarısı. Kurucusu Emin Batman hem doğup büyüdüğü göçmen mahallesi ve oradaki toplumsal çevreyle yakın ilişkiler içinde olan hem de içinde yaşadığı Hollanda kültürüyle hesaplaşmış, bu deneyimleri içselleştirmiş biri. İnancını ve kültürel aidiyetini saklamıyor; sosyal medyada da açıkça paylaşıyor. Amsterdam’da sergiyi gezip deneyimleyen izleyicilerden, özellikle minare özelinde, olumsuz bir geri dönüş almamamızın önemli bir sebebi de bu bence. İzleyiciler Emin’i ve çalışmalarını önceden tanıyordu ve minareyi gördüklerinde şaşırmış olsalar da açıklamasıyla birlikte tekrar baktıklarında herkesin beğenisini topladı.

Sosyal medya üzerinden gelen tepkilerle ilgili ne düşünüyorsunuz peki?
Albayrak: Aslında gelen yorumlar, bizim düşündürmeyi amaçladığımız konunun ne kadar yaygın olduğunu göstermesi açısından çok ilginçti. Tabii ki bu tepkilerle karşılaşmayı bekliyorduk, bunu göze aldık ve üzerine konuştuk. Ama zaten amacımız insanları şaşırtmak ve tepki verme, reflekslerini sorgulamaya yönlendirmekti. Tepkiler aslında bunun ne kadar doğru bir hedef olduğunu gösterdi. İnsanların bir kutsala zarar verilmiş ya da ihanete uğramış gibi hissetmeleri, tam da sorgulamak istediğimiz şeyin yaygınlığını ortaya koydu.

Minarenin kutsal bir yapı olmadığını biliyoruz. Hz. Peygamber’in vefatından yaklaşık 100 yıl sonra Emeviler döneminde ortaya çıkıyor. Yani sonradan eklenmiş bir unsur. Dolayısıyla minare üzerine koparılan fırtınalar, hakikatte dinî bir kaygıdan ziyade kültürel bir alışkanlığı mutlaklaştırma çabasından kaynaklanıyor. Biz herhangi bir nesneye, forma, objeye kutsallık atfetmeyi bir maharet zannediyoruz. Daha paradoksal olanı ise, kutsallık atfeden kişinin kendisinin bunu yapabileceğini, yani bir şeyi kutsal kılabileceğini sanması. Bence bu trajikomik bir durum.

Çünkü kutsal, doğası ve tanımı gereği, kendinden menkul bir şekilde kutsaldır. Hiçbir toplum, kültür, kanaat önderi ya da birey ona sonradan kutsallık atfetmesiyle gerçekleşen bir şey değildir. Aynı şekilde, insan eliyle, kültürle, ideolojiyle kutsalın alaşağı edilmesi ya da kutsallıktan çıkarılması da mümkün değildir; bu da kutsalın doğasına aykırıdır. Dolayısıyla bu süreç, kutsal ile kültürel alışkanlık arasındaki farkı, insanların algısal reflekslerini ve kendi kurdukları ilişkiyi sorgulamamıza olanak sağladı.

Sosyal medyadaki olumsuz yorumlar ağırlıklı olarak Türkiye’den geldi. Bu tepkilerin arkasında hem toplumsal kutuplaşma, hem radikal İslamcı grupların söylemleri hem de hâlâ varlığını sürdüren İslamofobik algı ve söylemler bulunuyor. Yani tepkiler sadece bireysel değil; kültürel normlar ve kolektif değer yargılarıyla şekillenmiş toplumsal refleksler de devrede. Tüm bunlar bir araya geldiğinde, insanların olaylara verecekleri tepkiler konusunda doğrudan belirleyici oluyorlar. Bu durum, tepkilerin sosyolojik ve kültürel bağlamını anlamamız açısından da çok önemli bir veri sunuyor.

Umarım bir gün, bu sergiyi Türkiye’de açmayı mümkün kılacak toplumsal ve politik bir zemin de oluşur. Zira gelen pek çok olumlu yorum da vardı ki bu yorumlar oldukça bilinçli, sorgulayıcı ve ne söylediğinin farkında bir yerden yükseliyordu; bu da geleceğe dair umudumu pekiştiriyor.