“Bu savaşım Türkiye ve KKTC hudutları içerisinde kalmayacak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde de son nefesime kadar mücadelesini vereceğim…”
Bülent Ersoy böyle haykırıyorsa, gazabından korkmak lâzım.
Önce onu böylesine öfkelendiren gelişmeyi Serbestiyet’in dünkü (30 Eylül) haberinden hatırlayalım:
“Ağustos ayında bir konser için KKTC’ye giden Bülent Ersoy’un 21 kişilik orkestrası, konser sonrası koronavirüs nedeniyle düzenlenen evraklarının sahte olduğu gerekçesiyle polis denetiminde otelde gözetim altına alındı. 21 kişilik müzisyen ekibi, sahte PCR testi yaptıkları gerekçesiyle yargılandıkları davada tutuklanarak cezaevine gönderildi.”
Bülent Ersoy’u en çok da müzisyen arkadaşlarına sahte PCR testi tanzim eden hastane yetkililerinin ve bu raporları talep eden otel yetkililerinin serbestçe dolaşmaya devam etmeleri öfkelendiriyordu.
Ersoy, paylaştığı sosyal medya mesajında, avukatlarının isteği üzerine bugüne kadar sustuğunu, fakat arkadaşlarını elleri kelepçeli olarak cezaevine giderken gördükten sonra artık susamayacağını belirtip ekliyor: “Hak aramak nasıl olurmuş, göreceğiz, görüşeceğiz.”
Ersoy’un mesajı şöyle bitiyor: “Gereken hukuki savaşı tüm servetim pahasına vereceğim. Ayrıca bu savaşım sadece Türkiye hudutları içinde ya da KKTC hudutları içinde kalmayacak. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde de son nefesime kadar mücadelesini vereceğim.”
Bülent Ersoy, mesajının bir yerinde de “Hayatım boyunca adaletsizliğe hiç prim vermedim” diyor.
Bu çok doğru işte. Bülent Ersoy her zaman bildiğini, inandığını korkusuzca dile getiren, adaletsizlik karşısında yılmadan mücadele eden bir insan olageldi. Türk ünlülerinin en büyük korkusu “aforoz edilme” onun umurunda bile olmadı. Politik doğruculuk ona göre değil, dolayısıyla her çıkışında hem alkışlanıyor hem lanetleniyor.
Türkiye gibi bir ülkede, ordunun sınır ötesi harekât yürüttüğü bir sırada savaşa karşı olduğunu, çocuğu olsaydı bu savaşa göndermeyeceğini ülkenin en çok izlenen televizyon programında dile getirebilmiş bir “doğrucu davut”tan söz ediyoruz. 12 Eylül’de bile otoriteye karşı çıkıp bedelini hapis yatarak ödemiş birinden…
Radikal gazetesinin kuruluşunu hatırlayacak yaşta olanlar, ses getiren reklam kampanyasını da mutlaka hatırlayacaktır. “O bir radikal” başlıklı kampanya, bu toplumun yetiştirdiği, kendi alanının ‘radikal’ isimlerinin geçit resmi suretinde tasarlanmıştı. Kampanyacılar, müzik alanının ‘radikal’i olarak Zeki Müren’i uygun görmüştü. Oysa Bülent Ersoy dururken Zeki Müren’in radikalliğiyle işe koyulmak Radikal’in radikalliğinin hayli sınırlı, hayli cılız kalacağının bir işaretiydi; o kadarına cesaret edememişti gazete.
İki radikallik arasında gerçekten de çok büyük bir fark vardı ve bunu anlamanın en iyi yolu, onları toplumsal ikiyüzlülük ve devlet ceberrutluğuyla sınamaktı. Bir Radikal yazarı, Hasan Bülent Kahraman yıllar sonra Kitle Kültürü Kitlelerin Afyonu adlı kitabında bunu yapacaktı:
“Zeki Müren, müziğin bu eşsiz sesi ve hanendesi, her zaman toplumdaki egemen, ikiyüzlü, ortalama ahlakın bir parçası olmayı benimsedi.
“Zeki Müren bir eşcinseldi, bir travestiydi. Ölene kadar kadın kılığında yaşadı. Fakat kendini erkek diye sunmaktan kaçınmadı. (…) Oysa Bülent Ersoy kendi gerçeğini kabul etmenin ötesinde, toplumun önüne serdi. Belki de en önemli ‘devrim’ olan insanın bedenine müdahalesini en uç noktaya götürdü. Cinsiyetini değiştirdi. Zeki Müren Çankaya’da Kenan Evren’in önünde eğilirken o 12 Eylül’ün askeri rejimiyle didişmekten kaçınmadı.”
Bülent Ersoy’u sadece magazin basınından takip eden Kıbrıs’ın doktorları, otelcileri bilmiyor olabilir, fakat Bülent Ersoy böyle biri.
Ben mesajında bahsettiği hastane yetkilileri, otel yetkilileri ya da Kıbrıslı yargı yetkilileri olsam, doğrusu çok korkardım. Kıbrıs’ı zor günler bekliyor.