Serbestiyet: Oruç Reis gemisinin daha önce ilan edilen araştırma süresini doldurmadan Antalya limanına dönmesini iktidar “bakım, ikmal, tamir” gibi gerekçelere bağladı ve geminin araştırmalarına devam edeceğini açıkladı. Ana muhalefet Partisi CHP ise bunu “taviz” olarak niteledi ve iktidarı “milli” tavırdan uzaklaşmakla suçladı.
Muhalefetin öbür partileri de böyle durumlarda hep olduğu gibi ne diyeceğini bilemedi ve muhtemelen onların aklına da CHP’nin aklına gelenden başka bir şey gelmeyecek.
Muhalefet gerçekten çaresiz mi? Ulusal çıkarların savunulmasıyla kaba milliyetçilik arasında fark olduğunu topluma anlatamaz mı? Toplumda buna açık kulakların sayısı çok mu az?
Sizce, iktidarın dış politikasını eleştirmede muhalefetteki muhafazakâr partilere özel bir rol düşüyor mu?
Özaltınlı: Hamasete dayalı tehditçi, militer, popülist milliyetçiliğin, siyaseti ve toplumun algı dünyasını zehirlediği bir gerçek. Eziklik duygularını kaşıyan bu meydan okumacı, insanları gaza getirmeye yönelik söylemle, ulusal çıkarların doğru, gerçekçi tanımlanması ve etkili savunulması arasında hiçbir reel ilişki yok. Türkiye’de, gerçeklerle iktidarın ürettiği söylem arasında uçurum olan sektörlerden birisi ekonomi ise diğeri de dış politika. Son yıllarda sıklıkla “oyun kuruculuk”, “dünya liderliği” gibi abartılı roller ilan edildiğine tanık olduk. İşin ilginci, bölgeyi ve hatta dünya dengelerini belirleme iddiası içeren iddialara (bu abartılı güçlülük söylemine) “beka korkusu” eşlik eder oldu. Toplum, kendisine güvensin, gelecek günlerin yüzüne güleceğine mi inansın, yoksa varlığını tehlikede görüp endişelensin mi bilemez hale geldi.
Özellikle yerel seçimlerden sonra Libya’da vekalet savaşına dahil olma ve doğu Akdeniz’de egemenlik arayışı ile birlikte, “beka söylemi”, yerini giderek meydan okuma, silah gösterme, yedi düveli dize getirme söylemine bıraktı. Hak aramada, uluslararası hukuk ve hakkaniyet kuralları ulusal çıkarlarımıza yeterince meşruiyet sağlamıyormuş gibi, belirgin biçimde güç kullanımı, savaş tehdidi argümanlarına yaslanılmaya başlandı.
Daha önce de söylemiştim; bu kaba böbürlenmelerin her zaman hazır müşterisi var Türkiye’de. Günlük minör meselelerini bile şiddete dökmeye hazır öfkeli bir toplumuz. Norm sevmeyiz. Sabır göstermeyiz. Karşımızdakinin haklarına çok aldırış etmeyiz. Hepimiz böyleyiz demiyorum tabii. Ama yaygın bir kültüre işaret ediyorum. Üstelik bu toplum, 1974 Kıbrıs harekâtı gibi hasar bırakmamış bir çatışma hariç tutulursa savaşın yıkıcılığını tecrübe etmemiş bir toplum. Kürt savaşı üzerinden itiraz edenler yanlış yapar. Metropollerin hayatına esaslı bir dokunuşu olmayan; etkili, yıkıcı, kitlelerin toplu olarak canını yakma, kamusal düzeni allak bullak etme kapasitesine sahip bir devletler arası savaşla karşılaştırılabilecek bir durum değil bizim içeride yaşadığımız terör. Kısacası İkinci Dünya Savaşı felaketinin teğet geçmesinin “asarız keseriz, dersinizi veririz” şımarıklığında rolü olduğuna inanıyorum doğrusu.
Soruya dönersek; geminin Antalya’ya dönmesi gerçeklerle söylemler arasındaki uçurumun bir işareti olabilir. Dün (14 Eylül) gazeteduvar.com’da İlhan Uzgel’in konuyu oldukça kapsamlı tartışan bir analiz yazısı yayınlandı. Çok sarsıcı tespitler yer alıyor. Eğer bu tespitler geçerli ise bu “asarız keseriz dersinizi veririz”ci kaba hamasetin sınırına gelmiş olabilir iktidar. Çünkü hayat o kadar kolay değil ve dünyada tek başımıza yaşamıyoruz. Dış politikanın eğer bir “öz”ünden bahsedilebilecekse, o da sizden yana olanlarla size karşı olanların dağılımının nasıl gerçekleştiğidir. Müttefiksiz kalmış bir dış siyaset, iflas etmiş bir siyasettir.
Herhalde insanlığın kabileler halinde var olduğu ilk zamanlarda da iş birlikleri ve düşmanlıklar vardı. Ortak çıkarlar etrafında birleşenler diğer birleşen kabilelerle kavga ediyordu. Ama modern ulus devletler çağında ittifaksız bir dış siyaset asla düşünülemez oldu. Özellikle orta ölçekte bağımlı değişken nitelikte bir devletseniz ittifak haritanız yaşamsal değer taşıyor günümüzde. “Yalnızlaşma” ile “ulusal çıkarların savunulması” bir arada telaffuzu mümkün olmayan kavramlar. Çünkü sizin yalnızlaşmanız çıkar çatışması yaşadığınız devletlerin çoğalması, güçlenmesi anlamına geliyor; bu kadar açık ve basit. Böyle bir yalnızlık diplomasi performansını da zayıflatıyor. Bu yıkıcı sürüklenişi iç kamuoyuna “tam bağımsızlık” diye yutturabilmeniz de sürdürülebilir bir durum değil. Toplumun algısını yönetmenin de sınırları var çünkü. Toplumun şimdi gerçekleşmekte olanın ne olduğu sorusuyla değil, kürsülerden savrulan sözlerin heyecanıyla ilgileniyor olmasına çok güvenemezsiniz.
Muhalefetin durumuna gelince; CHP’yi çok hazırlıksız, çok sıkışık buluyorum. Kanımca refleks olarak milliyetçi popülist dalganın ezici biçimde yükselebileceği korkusunu yaşıyor. Çok zayıf, acıklı argümanlarla hamaset yarışına giriyor. Tank palet fabrikasını, Süleyman Şah türbesini, bazı Ege adalarının Yunanistan’a terk edildiğini doladı diline. Bu dalganın dinmesini bekler bir hali var biraz da. Oysa ulusal çıkarları kendi bakışı içinde tanımlayarak geçerli, kişilikli bir ittifaklar siyaseti ile hamasetin ve yalnızlaşmanın bedelini tamir etmeyi taahhüt edebilir topluma. Batı’yla topyekûn çatışma ile kişiliksiz bir tâbiyet arasında sıkışmak zorunda olmadığımıza; saygın ve barışçı bir dış siyaset alanı olduğuna toplumu ikna etmeye çalışabilir. Eleştirisinin odağına yalnızlaşmayı, dolayısıyla etkisizleşmeyi alabilir. Fakat şimdilik en yapmaması gereken şeyi yapıyor. Geminin dönüşünü “taviz” olarak değerlendirdi ve iktidarı sertliğe, güç ve tehdit siyasetine çağırıyor. Onu “dış güçlere boyun eğmekle” suçlamaya hazırlanıyor. Buradan onu sıkıştıracağını, aşırı milliyetçi hassasiyetler üzerinden yara açacağını umuyor. Bu gerçekten hazin.
Muhafazakâr ve milliyetçi duyarlılık alanından vücut bulmuş; kökleri oradan gelen muhalefet partilerinin ellerinin daha rahat olabileceğini düşünebiliriz. Tarihsel kimliklerinin avantajıyla “gayrı milli” şantajına yüz vermeyip iktidar politikalarının ulusal çıkarlarımızı yaraladığını anlatabilmekte daha cesur olabilirler.
Türkiye’nin Ortadoğu ve Batı dünyası ile ilgili bütün dış siyasetinin köklü bir revizyona ihtiyacı olduğu açık. Bu, iktidarla hamaset yarışına girerek, ultra milliyetçilikte el yükselterek sağlanabilecek bir şey değil. Uluslararası hukuka yaslanarak, hakkaniyeti esas alan barışçı siyasetin zorlayıcısı olarak yeni bir rota oluşturmak, ittifak politikalarını yeniden yapılandırmak gerekir. Bu ülkenin gücünün yanlış çatışmacı siyasetlerle heba edildiğini topluma cesaretle anlatmak gerekir. Muhalefetin işi budur.