Kişisel tarihlerimizin en yıkıcı depremlerini yaşadığımızın üstünden henüz üç ay geçmedi. Bazılarımız bugün neredeyse o depremler yaşanmamış gibi normalimize dönerken bazıları kırk yıldır bu hal içinde yaşıyor gibiler. Benim gibi biraz öyle biraz böyle yaşayanlar dönüp geriye baktıklarında bu 90 günün en çarpıcı hatırası olarak neyi hatırlıyorlar, merak ediyorum. Bu hatıraları bir büyük resme döşesek ya da bir film şeridine eklesek nasıl bir tarih bırakırız acaba?
Benim için bu üç ayın en çarpıcı detayı şuydu: Sanırım ilk 48 saat içinde insanların hayatını kurtarmayı, dayanışmayı kolaylaştıracak bütün teknolojik uygulamalar sivil organizasyonların elinden çıktı. Biri ev paylaşma uygulaması yaptı, diğeri enkaz altından lokasyon paylaşma aplikasyonu. Birbirlerini tanımayan insanların tanımadıkları insanlar için seferber oldukları bu zaman zarfında devlet erkânı birbirimizi ihbar edebileceğimiz bir aplikasyon tanıtımıyla meşguldü.
Türkiye’de az tanındığına hayıflandığım, maruz kaldığı haksızlık karşısında üzgün ve öfke duyduğum çok kıymetli bir insanın, Hakan Altınay’ın geçtiğimiz günlerde çıkan Medeni isimli kitabını okurken yukarıda bahsettiğim detaya birkaç kere dönme ihtiyacı hissettim. Çünkü kitap bu insanların gayet medeni insanlar olduğunun altını çizerken medeniyetin inşa ettiği kurumun yönetimindekilerin aslında medeniyetten uzaklığına işaret ediyor.
Bu yazıyı biraz Hakan’ı biraz kitabını anlatmak üzere yazıyorum. Zira Hakan’ı anlatmadan bu kitabı anlatmak mümkün değil. Çünkü spoiler vermek sayılmayacaksa Hakan bir kitap olsa bu kitap olurdu ve bu kitap ete kemiğe bürünse Hakan diye görünürdü.
Hakan’ı ben 2015 yılında tanıdım. Boğaziçi Avrupa Siyaset Okulu (BASO) diye bir programın duyurusunu görmüş, başvurmuş, kabul edilmiştim. Boğaziçi Üniversitesi’nin nefis güney kampüsünde bir hafta sürecek bir programın başlama vuruşunu yapmak üzere söz almıştı. Sanırım bu deneyimi yaşayan hemen herkesin ilk tespiti, daha önce bu kadar çeşitli bir toplulukla bir araya gelmemiş olmaları. O programa katılan 35 kişinin her birini Türkiye siyasi yelpazesinde bir renkle, konumla örtüştürebilirsiniz. Yerleştirme bittiğinde elinizdeki yelpazenin Türkiye siyasi ve kültürel haritasından yapıldığını göreceksiniz. İşte Hakan, bütün zerafet ve samimiyetiyle, 35 farklı rengin ahengini gözeten bir hoş geldin konuşması yaptı. Ama itiraf etmeliyim ki ben bu nezaket ve zerafete karşı şerbetli olduğumdan Hakan’a, o meşhur videoda Diyarbakırlı sarhoşun “sen ya medyasın ya da…” hissiyatıyla bakmıştım önce. Bugüne kadar bu programdan 1.000 kişiden fazla insan mezun oldu ve Hakan muhtemelen benim gibi bakan herkesi bugüne kadar istikrarlı bir şekilde mahcup etti. Ama dünyanın bütün mahcubiyetleri böyle olsa keşke.
Bu programın en büyük işlevi, kendilerinin de bir araştırma ile tespit ettikleri şekilde “kutuplaşmayı aşma” mekanına dönüşmüş olması. Bu bulgu, kitaptan referansla söyleyecek olursam medeni bir memlekette bu okulların bir kamu politikası ile desteklenmesi, çoğaltılması gerekliliğinin ne kadar hayati olduğunu gösteriyor aslında. Çünkü siyaseten giderek kutuplaşan bir memlekette insanları medeni bir muhabbet mekanında bir araya getirmek ve asgari müştereklerinin aslında pek de asgari olmadığını kendi deneyimleriyle görmelerini sağlamak büyük bir iş. Hakan’ın deyimiyle bu programları yapmamanın fırsat maliyeti bir yandan büyüyor ama daha kötüsü bunun bilinçli bir şekilde yapılıyor olması. Hakan ve arkadaşları bir kamu politikası olması gereken bu çabayı kamu dışı yürütüp ve bugüne kadar bin kişiyi muhabbet masası etrafında buluştururken kamu erki siyasi kazanım için siyasi kutuplaşmayı neredeyse bir kamu politikasına dönüştürüyor. Çünkü maalesef “siyasinin temel derdi güç ve iktidar iken, medeninin odağı müşterekler ve muhabbet.” İşte bu yüzden Hakan, kemale ermiş bir medeniyken onun bugün maruz kaldığı kötülük medeniyetin merkezine sokulmuş bir bedevilik hançeri. Hakan bu cümleyi görse muhtemelen medenilik ile bedevilik arasında kurduğum bu siyah-beyaz ilişkisine de itiraz eder ve onlar arasında da bir müzakere masası kurar, hepimizi de buna ikna ederdi, biliyorum. Ama bu seferlik dışarıda olmanın avantajını kullanacağım, kusura bakmasın.
Hakan hoca, Aristo’nun “insan politik bir hayvandır” olarak bildiğimiz sözünün tercümesine itiraz ederek doğrusunun “insan şehirli bir hayvandır” olduğunu savunuyor ve İbn Haldun ile Farabi’yi defansa çağırarak işi gönlümüzü çelen gole kadar götürüyor. Şöyle diyor:
“Köyün belirleyici özelliği herkesin birbirini tanıyacağı kadar küçük olması. Köyden farklı olarak şehirde yabancı, tanımadık insanlar olması tanımının gereği. Şehirlilik tanımadığımız kişilerle iş tutabilme becerisine sahip olmak demek. Başka bir ifadeyle, şehirli olmak birbirimizle teması yoğun olan tanıdık ve tanımadık akranlarla müşterekleri yönetebilme irfanına sahip olmak demek.” Türkiye’deki kente göç dalgasının şehirde köy gettoları oluşturması Hakan’ın bu tespitiyle birlikte okunduğunda neden hala tam anlamıyla şehirli olamadığımız hakkında da fikir veriyor.
Hakan’ın bu tespitleri anlattığı yazının başlığı Medenisi Kaçmış Siyasi. Benim çıkarımım şu: Şehir birbirini tanıyan ve tanımayanların müşterekleri yöneterek bir medeniyet inşa etmeleriyle medeni bir şehir olabiliyorken medenisi kaçmış siyasiler güç ve iktidar sahibi olduklarında bile medeniyetin birikimiyle oluşmuş müşterekleri bir bedevi gibi çiğneyebiliyorlar. Hakan’ın yargılandığı ve ceza aldığı dava tam böyle bir örnek. Çünkü bu yargılama hikayesinde insanlık tarihinin ortak birikimi olan bütün hukuk normları ve adaleti tesis eden bütün değerler çiğneniyor.
Kitabın kapağı bana Sarmaşık filmini anımsatıyor. İkisinde de gözümüzü kapatarak bile görmekten kaçamayacağımız bir şeyler var ama ısrarla yoklar da. Filmi söylemeyeceğim ama kitabın sayfalarından, kapağındaki harflerden bir yandan medeniyet “ben buradayım” diye el sallıyorken diğer yandan Hakan ve arkadaşlarının mağduriyetini düşünüp kitap boyunca “o halde nerede medeniyet?” demekten alamıyorsunuz kendinizi. Filmle kitap arasında bir benzerlik daha var: İkisinde de konuşmuyor o şey, ama kör gözüm parmağına kendini gösteriyor. Fakat herhalde gürültü dünyasında yaşadığımızdan olsa gerek, sesi çıkmayanın sureti de göz ardı edilebiliyor.
Hakan, bir yıldan fazladır Silivri 9 No’lu Cezaevinde. “Kafka’yı kıskandıracak kadar gerçek üstü demenin bile yetersiz kalacağı” bir haksızlık yaşıyor. Nisa Suresi 148. ayet, “Allah’ın kötü söz söylemeyi sevmediğini” söylerken “zulme uğrayanları” istisna tutuyor. Yani zulme uğramış birinin sükunetini korumamasını bir hak olarak görüyor. Hakan bu hakkının farkında. Nietzche’den alıntıyla “söz kalpte soğumuş meseleler içindir” diyor ve “benim için bu mesele daha soğumadı” diyerek ekliyor. Fakat ilahi ve dünyevi bütün cevazlara rağmen medeniliğinin altını sükunetle çizerek bizimle dışarıdaki o muhabbet masasındaymış gibi nezaketle konuşuyor, siyasi olanı öncelemenin topluma, ahlaka, insanlığa getirdiği maliyeti gösteriyor.
Medeni kısacık bir kitap, 100 sayfa. Ama bitirdiğinizde Hakan’la uzun sürmüş bir muhabbetin tadı kalıyor damağınızda. Hakan tam bir muhabbet insanı, sahici muhabbetin insanı. Çünkü ona göre muhabbet, sevgi ve dostluk demektir ve iyi niyet bu eyleme içkindir. Yani masaya elde iyi niyetle oturuyor Hakan ve bizi de önyargılarımızı kenara bırakmasak bile cebimize koymaya, muhabbete can kulağıyla katılmaya davet ediyor. Birbirimizden öğreneceğimiz çok şey olduğuna o kadar inanıyor ki, inanamıyorsunuz. Sadece inanmıyor, bununla amel ediyor. Hakan’a göre sahici bir muhabbet sahici bir merakın ve açık bir kalbin ürünü. Hakan sahici bir merak ve açık bir kalbe sahip, şahidiyim.
Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz; Hakan’ın muhabbeti doğalında bir çoğulculuk içeriyor. Birbirine benzer insanlarla bir yere kadar, merakımız ancak bizimle benzemeyen tarafları da olanlarla bir anlam kazanıyor. Birbirimizden farkımızın kabulüyle muhabbet gerçek bir muhabbete, karşılıklı öğrenmeye dönüşebiliyor. Hakan’ın çoğulculuğu “bizde çoğulculuk var” türünden bir obje değil, görüntü vermekten öte, sahici bir çoğulculuk. Çünkü asgari iyi niyet üretebilen bir çoğulculuğu makbul görüyor. Başkasına öğretmek üzere değil, eksiğini gidermek ve öğrenmek üzere masaya oturuyor. Muhabbete öyle başlıyor. Muhabbetin değerini bilen bir toplum olmayı her şeyin üstünde tutuyor.
Türkiye’de yaşıyorsanız Ebu Hanife ile Uğur Mumcu’yu aynı cümlede okumak kolay kolay nasip olmaz. Nazım’ın “yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine” dizelerinin vahdette kesret, kesrette vahdet ile ilişkisini pek düşünmeyiz. Hakan böyle bir insan. Medeni de böyle bir kitap.
Bu yazıyı okuyanlar Hakan’ın çiçek-böcek işlerin peşinde olduğunu düşünebilirler. Haklılık payları yok değil. Çünkü Hakan memleket meselelerinin çiçek-böcek muhabbetlerle daha kolay konuşulabileceğine inanıyor. Bu yüzden kitapta bence memleketin en netameli meselelerinden ikisine, üçüne oldukça sert sayılabilecek ama bir o kadar da zarif müdahalelerde bulunuyor. Onları burada söylemeyeceğim ama hakkımız olanın bizi sorumluluktan kurtarmayacağını, içinde yaşadığımız toplumla iyi niyeti esas alan bir ilişki kurmanın da önemli olduğunu vurguluyor.
Türkiye iki hafta sonra tarihinin en önemli ve bir o kadar gerilimli seçimlerine gidiyor. Zaman zaman siyasi olanlar, zaman zaman da siyasi olanla medeni olanın rekabetine şahitlik ediyoruz. Doğrudan bununla ilgili olmasa bile “endişeli muhafazakârlar” için de kabul edebileceğimiz kapılar açıyor. Endişeli olanın “haklı olabileceği” ihtimalini göz ardı etmiyor, kategorik reddiyeleri eleştiriyor. Sözün şehvetinden, müdanasızlıktan yorgun ve münazara yerine yine muhabbetin güçlülüğüne sığınıyor. Bizi de çelişkilerimizle barışmaya, muhabbetin tadına varmaya çağırıyor.
Zaman zaman adını koyamadığınız iyi hasletler olmuştur mutlaka. Bir yerde aleyhinize sonuçları olabilecekken adil şahitlik etmişsinizdir, bir emeğin kıymetini bilmişsinizdir, bir dostluğun hakkını vermişsinizdir vesaire. Hakan ve kitabı bu konuda da elimden tuttu, hakkını vermesem eksik kalırdı. Örneğin hakikatle ilişkimizin bizden sonrakiler için de bir miras, o halde onların hatırı için de hakikate şahitlik etme sorumluluğumuz var. Bilenler için bunun Nisa,135 / Maide,8 ve Hûd, 112 ayetleriyle yakın ilişkisi izahtan vareste, ama elbette bunlarla sınırlı değil. Demek istediğim, Hakan adını koyamadığım iyi hasletlerin adını koyan ve bunları üzerinde taşıyan biri.
Toparlayacak olursam; Hakan memleketin en has muhabbet insanlarından biri. Sizden her zaman öğreneceği bir şeyler vardır ve bu yüzden muhabbeti iyi niyeti içeren bir ilişkidir. Bu kitapta çok soru soruyor ve daha ilginç olanı kesin cevaplar aramıyor. Buyrun, konuşalım, birbirimizden öğrenelim diyor. Karşılıklı güvenin en temel mesele olduğunu ve bunun da iyi niyet içeren bir muhabbetle inşa edilebileceğini iddia ediyor, savunuyor.
Hakan iyi bir insan. Alicenap ve kalendermeşrep. Devranı “fiyat” üzerinden dönmekte olan dünyaya “değer” çağrısında bulunuyor. İnsanın insanın kurdu olduğu kabulüne karşı bizi insan ve medeni yapan şeyin rekabet değil iş birliği olduğu hatırlatmasını yapıyor. “Dünyayı ismini bilmediğimiz insanların iyilik ve erdem yetkinlikleri ayakta tutuyor” cümlesini okuduğumda “şükür ki” dedim, “ben çoğunun adını biliyorum, Hakan onlardan biri.”
Kitap, Murat Sevinç’e göndermeyle söyleyecek olursam medeni bir insanın el kitabı mahiyetinde. İçeriden dışarıya bir umut aşılayan bir manifesto. Bu medeni insan ağır bir hukuksuzlukla Hande’den, Ege’den bir yıldır ayrı. Bir senedir her saniyesi çalınıyor hayatından. O konuda da kendinden emin, başı dik, şöyle diyor: “Kimin bir sonraki neslin gözünün içine utanmadan bakabileceğini hepimiz göreceğiz.”