Ana SayfaHaberlerAnalizBetonlaşmaya karşı irfanî gelenekte buluşmak

Betonlaşmaya karşı irfanî gelenekte buluşmak

Bir yandan müreffeh Türkiye diyeceğiz; bir yandan vahşi isteklerimizi insani ihtiyaçlarla bir tutacağız. Arzu ve heveslerimizdeki ölçüsüzlük, bünyeye uygunluğu düşünülmeden her yeniliği gelişme olarak benimsememiz, kendi isteklerimizi başkalarının hak ve hukukunu hiçe sayarak öncelemek gibi pek çok tutarsızlıklarımızla, mimarimizdeki irfanî geleneğe yabancılaştık. Binaların harcını hikmetle değil hırsla karıyoruz artık.

Bulamıyorum akıl alıp verecek insanı / toprağın kıymetini bil be toprak ağası / vermez rahat öbür dünyaya da gitsem  / bunda kadim ataların ruhu.

On yıl kadar önceydi, İstanbul’un canımızdan can koparırcasına gökdelenlere kurban edilişinin üzüntüsünü, isyanını dile getiren bir yazıya niyetlenmiştim. Kırgız şair Omor Sultan’nın “Üzöngü Kuuş ile Vedalaşma” şiiriyle tam da o günlerde tanış oldum. Yukarıdaki mısralar işte o şiirden alıntı.Üzöngü Kuuş, Kırgizistan-Çin sınırlarında yer alan ve kim bilir hangi dünyevi hesaplarla Çinlilere satılan bir dağın adı. Dünyayı, gözün zahirde gördüğü en-boy ölçülerinden ibaret zannedenler, ilk anda Omor Sultan’ın ızdırabını, şair duygusallığı diye hafife alabilirler. Eğer noksanımızı bilmek gibi bir irfandan yoksunsak, kusurlarımıza ayna tutulmasının verdiği rahatsızlıktan çeşitli bahanelerle biran önce kurtulmaya çalışırız. Çalışırız çalışmasına da, yine de bir türlü kurtulamayız. Zira her haksızlık, her günah aldığı ahları beraberinde taşır ve bu ahlar bedelini ödetmeden yakamızı bırakmazlar.

Üst üste yaşadığımız sıkıntılar belki gafletten uyanışımıza vesile olur da, tepeden tabana milletçe hep birlikte geçmişteki hataları telafiye gayret ederiz diye ümit ettik. Bundan böyle inşaat sektörünün dizginlenemez hırsına dur diyecek; medeniyetle şehir, insanla tabiat ve mekân arasındaki derin ilişkiyi göz önünde bulunduracak yasal tedbirlerin alınmasını bekledik. Ama maalesef meydanlarda siyaseten sözlü olarak dile getirilse de fiiliyatta dev inşaat firmaları şehrin ruhunu, gözümüzün ve gönlümüzün ufkunu beton bloklara gömmeye tam yol devam diyorlar. Çünkü meselelere, işin ehemmiyetinin gerektirdiği ciddiyetle derinlemesine bakması icab eden odaların, kurumlar ve meslek kuruluşlarının çözüme yönelik, yol gösterici bir üslûp yerine her fırsatta siyaset kokan suçlama veya savunma dilini tercih etmeleri, tek amacı kâr olan yerden bitme birtakım insanların fırsatçılığına imkân tanıyor. Kültürel anlamda kaygıları olmayan bu tip insanlar, gayeye giden her yolu mübah olarak kabul ettikleri için milletimizin manevî değerlerine gönderme yapan kavramları bile en ufak bir rahatsızlık duymadan reklâm malzemesi olarak kullanmakta beis görmüyorlar. Hatırlayalım; sahtekârlık söylentileri ile maruf bir kişi yapmaya kalkıştığı bilmem kaç yıldızlı büyük bir otelin tanıtımını, “bir tarih yazılıyor” cümleleriyle başlatarak kendini Fetih ve Fatih Sultan Mehmet’le eşleştirme hadsizliğine cürret edebilmişti. Daha sonra kara mizaha örnek takipçileri, 1453 tarihini kullanarak aynı basitliği devam ettirdiler.

Çamlıca’nın kalbine saplanan hançer

Kazanç hırsı benliği esir edince ister istemez insani değerlerin de içi boşaltılıyor. Birkaç hafta önce Çamlıca sırtlarına yuvalandırılan lüks apartmanların reklâm afişini gördüğümde Namık Kemâl’in Vatan Mersiyesi’ni hatırladım;“Yine erbâb-ı hevâ seyrine çıkmış bakıyor.” Çamlıca tabii güzelliği ile olduğu kadar kültürel geçmişimiz itibariyle de İstanbul’un en değerli tepelerindendi; maalesef şimdiki zaman kipini kullanıp -dendir diyemiyoruz. Zira kırpıla kırpıla bir avuç bırakılmasına göz yumduk. Bahsettiğim apartmanların arazisi askeriyenin elindeydi. Askeriyenin de, elindeki arazilerde tabiatı çok iyi koruduğuna hepimiz şahidiz. Araziler askeriyeden herhâlde inşaat katliamı için alınmadı. Böyle bir vebalin altından kimse kalkamaz. Reklâmın spot cümlesi şu: “Çamlıca’nın tam kalbinde.” Manzaraya baktığımızda ise vicdanlarımızda başka anlama dönüşüyor cümle; “Çamlıca’nın kalbine saplanan hançer.” Belli bir azınlığa hitapla oksijen üreten semt tarifi, milletle alay ediliyor gibi geliyor insana. Betondan oksijen üreten bir teknolojiden söz ediliyor sanki. Peki, milletin ciğerlerinin soluklandığı arazileri kim için, ne için feda ediyoruz? Kültür dünyamızdaki fikir ve sanat insanlarının ilham sığınaklarından olan Çamlıca, ne yazık ki, artık dünyevi hırsları kamçılıyor. Kılıfı kitabına uygun şekilde hazırlansa bile, kul hakkına, hattâ toprağın hakkına girdiğinden bu kılıfın manen hükmünün olamayacağının farkında mıyız acaba? Böylesine ağır vebal öyle üç beş sadaka ile yok olacak gibi bir yük değil. Lüks apartmanlar için yeşil alanları daraltan inşaat sahiplerinin isimlerine her zaman afişlerde yer verilmemesi, dikkat çeken ayrı bir husus.

Parasal güç manevî değerlerimizin yerine mi geçiyor?

Temsil ettiği değer bakımından yapanına yakıştıramadığımız diğer bir üzücü örnekle devam edelim: Marmara İlahiyat Fakültesi’nde seneler evvel hocaların ortak kararıyla mevcut üç binaya Ebu Hanife, Hoca Ahmet Yesevi ve Yunus Emre Hazretlerinin isimleri verilmişti. Yenilenme projeleri çerçevesinde, yıkılana kadar binalar bu isimleri taşıdılar; yıkılınca da isimler silinmiş oldu. Üç bina yerine iki bina yapıldı. Üçüncünün yapımı devam ediyor. Gelin görün ki, akla zeval bir cürretle işadamlarının isimleri mübarek zatlara tercih edildi ve yeni iki binaya onların adı verildi. Üstüne üstlük tepkilere karşılık fakülte idaresi, bina isminin değiştirilmediğine dair kamuoyuna gerçek olmayan beyanda bulundu ve yeni diye, yıkılacağı belirli eski dekanlık binasının resmini koydu. Peki sormazlar mı, meselâ mevcut binalardan diye zikredilen Yunus Emre binası nerde? Ülkenin bilinir bilinmez imkânlarıyla parasal anlamda güçlenmiş birinin ismini o büyük zatların önüne geçirmek, en hafifinden büyük bir ahlâki zafiyettir. İnşallah ve umarız fakültenin yeni yönetimi temsil ettiği değerlere daha fazla gölge düşürmeden bu ayıbını biran önce telafi eder.

Üsküdar’a reva görülen vefasızlık

Bir başka yürek yarası Üsküdar gibi tarihi bir semte reva görülen büyük ve ezici kütlenin yapımı. Karar veren müsebbibler bu semti hiç mi sevmedi, ruhaniyetini hiç mi hissedemedi de vicdanları sızlamadan Üsküdar’ın çehresini böylesi bir heyula ile kararttılar? Toprakla, tarihle, kültürle bu denli aidiyet bağlarını koparmalarının sebebi ne ola? Nev Çarşı diye adlandırılan karabasan kütle, gerçekte izan ve irfan yokluğuna örnek olarak tarihe geçecektir. Üsküdar’ın eski sakinleri, yerli olmayan kafe şubelerinin semtlerine sokulmadığı için duydukları memnuniyeti “Üsküdar teslim olmadı” diye ifade ediyorlardı. Ne yazık ki, “Nev Kabus!”la böylesine masum güven duygusu da hoyratça biçilmiş oldu. Yapım süreciyle hayli sıkıntılara ve üzüntülere sebep olan devasa kütlenin neticesi ise ayrı bir huzursuzluk. Şu anda havalandırma sisteminin gürültüsü Valide-i Atik Camii yakınında oturanları bile rahatsız ediyor. Ayrıca, ne akla hizmet ettiği belli olmayan bir iştaha ile yükseltilen kitle, arkada kalan pek çok evin manzarasını ve rüzgârını da kesti. Ah üstüne ah alarak bu kadar gözü karartmaya değer ne vardı acaba? Hesabı Allah’a kalmış.

Kusurda ortak sorumluluğumuz

Bu yazının maksadı inşaat sektöründeki birkaç somut örnek üzerinden genelde inancımızdaki ve ahlâkî inceliklerimizdeki yozlaşmayı dile getirmektir. Yoksa günahlardan tek bir sektör mesul değil elbet; meseleyi irdelersek kendi sorumsuzluklarımızla da yüz yüze geliriz. Bir yandan müreffeh Türkiye diyeceğiz; bir yandan vahşi isteklerimizi insani ihtiyaçlarla bir tutacağız. Arzu ve heveslerimizdeki ölçüsüzlük, bünyeye uygunluğu düşünülmeden her yeniliği gelişme olarak benimsememiz, kendi isteklerimizi başkalarının hak ve hukukunu hiçe sayarak öncelemek gibi pek çok tutarsızlıklarımızla, mimarimizdeki irfanî geleneğe yabancılaştık. Binaların harcını hikmetle değil hırsla karıyoruz artık. Ayrık otu gibi şehirleri istilâ eden çarpık yapılaşmanın temelleri şüphesiz bu gün atılmadı. Ancak, yavaş çekim hâlinde seyreden değişim giderek hız kazanıyor. Eğer bir an önce önlemler alınmazsa, şehirlerimiz kurgu bilim filmlerindekine benzer şekilde betonların arasına tıkılmış hayatların hapishanesine dönüşecek. O yüzden şehirlerimize fıtrata uygun şekilde çeki düzen vermeyi gerçekten istiyorsak, konuyu siyasi çekişmelerin malzemesi hâline getirmeden, hep birlikte ülkemizin hayatî meselesi olarak gündemimizde tutmalıyız. Ufkumuza perde çeken görüntülerle gelecek inşa edilmez.  Aksine, toprağına sevdalı Omor Sultan’ın söyleyişiyle onmaz yaralara düçar oluruz; “biri gözbebeğimden kan alır benim / dik tepelerde hapse düşmüş gibiyim / kalksam, yürüsem de titrer bütün bedenim / onmaz yara alıp gider gibiyim.”

____________

Belkıs İbrahimhakkıoğlu, 1950 Erzurum doğumlu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu. Yeni Şafak ve Akit gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. Türk Edebiyatı başta olmak üzere çeşitli dergilerde yazdı. Türk Edebiyatı Vakfı ve dergisinde yöneticilik yaptı. Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi’nde iki dönem yönetim kurulunda bulundu. Kudüs Platformu’nun başkanlığını yürüttü. Bazı eserleri: Aşk ile An Seyretmek, Çocuklar için Peygamber Öyküleri (11 kitap), Kadın Oradaydı kitabında Hz. Asiye bölümü. 

- Advertisment -