Öncelikle sizi tanıyalım…
İstanbul doğumluyum. Arnavutköy Kız Lisesi’ni ve İstanbul Üniversitesi Amerikan Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdim. Şalom gazetesinde 1989’da yazılarım yayınlanmaya başladı. Yıllarca Şalom gazetesinde her kademede görev yaptım. Uluslararası haber ajanslarında, Nokta, Sabah, Milliyet gibi ulusal yayın kuruluşlarında çalışmalarım yayınlandı. 1910’dan beri yayınlanan Şalom Dergi’nin 2016’dan bu yana yayın yönetmeniyim. Bugüne kadar beş kitabım yayınlandı: ‘Bir Sabah Galata’da Uyandım’, ‘Çek Kayıkçı Balat’a’, ‘Kuşaktan Kuşağa Kuzguncuk Yolculuğum’, ‘Baba Bize Neden Dönme Diyorlar?’ ve ‘Anlatmak İçin Yaşadım: Bir Dönem Tanıklığı’. ‘Baba Bize Neden Dönme Diyorlar?’ uluslararası alanda da ilgi gördü. İngilizceye de tercüme edildi.
Son kitabınızı konuşmaya geçmeden önce ‘Baba Bize Neden Dönme Diyorlar?’ ile ilgili bir parantez açalım. Sabetaycı cemaatini anlatan bir sözlü tarih çalışması olan bu kitap Türkiye’de alanında bir ilk. Öyle değil mi?
Evet ama sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde de bir ilk. Bu çalışmaya başlarken bunu bilmiyordum. Ben ‘Sabetayist’ demiyorum, ‘dönme’ diyorum çünkü bu kelime uluslararası literatürde de yer alıyor. Ayrıca Sabetayist deyince de homojen bir gruptan söz etmiş olmuyoruz. 17. yüzyılda mesihliğini ilan etmiş Sabetay Sevi’nin yolundan gittiğini iddia eden farklı gruplardan oluşan bir topluluktan söz ediyoruz.
Bugüne kadar yayınlanan beş kitabınızın da ortak özelliği, sözlü tarih çalışması olmaları. Ağırlıklı olarak da Türkiye Yahudi toplumundan kişilerle yapılan sözlü tarih çalışmalarına dayanıyor bu kitaplar. Türkiye’de Yahudilerin ‘içine kapalı’ bir cemaat olduğuna dair bir algı var. Son yıllarda sizin çalışmalarınızın da gösterdiği gibi, Yahudilerin bir ‘dışa açılma’ dönemine girdiklerini söyleyebilir miyiz?
Evet, öyle diyebiliriz. Türkiye Yahudi toplumunun biraz önce değindiğimiz ‘dönmeler’ ya da Sabetayistler gibi içe dönük olarak fark edilmeden yaşamaya çalışmaları bir yaşam biçimiydi çünkü hepsi Cumhuriyet’in kuruluş döneminde ayrımcılık gördüler, ötekileştirildiler. 1934’teki ‘Trakya olayları’ gibi, ‘Varlık Vergisi’ gibi, ‘6-7 Eylül’ gibi zulüm gördükleri dönemler oldu. Bu nedenle benim annem ve babam gibi 20. yüzyılın ilk döneminde doğanlar, içine kapanık kalmaya mecbur kaldılar. Kendilerini korumak için kimliklerini gizlemek zorunda kaldılar. Mesela Yahudi isimleri pek kullanılmıyor. Hem isimler hem de soyadları mümkün olduğu kadar Türkleşti. ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ gibi şovenist kampanyalar insanları içine kapanmaya zorladı. Tabii bu sadece Yahudi toplumu için değil, diğer azınlıklar için de geçerli. Ben daha çok orta yaş ve üstüyle konuşmak istedim ki onların Cumhuriyet’in kuruluş dönemlerinde yaşadıklarını aktarabileyim. Onlar artık özgürleşmişlerdi ve zamana imzalarını atmak istiyorlardı. Bu açıdan çok şanslıydım. Anılarını, kalplerini bana samimiyetle açan insanlarla özellikle, Galata, Balat-Hasköy ve Kuzguncuk’u anlatan kitaplarımı hazırlarken karşılaştım. Ama dönmelerle ilgili kitabımda, konuştuğum kişilerin çoğunluğu isimlerini vermekten çekindiler. Bazıları benimle görüşme yaptıktan sonra bunların yayınlamasını istemediler. Bazıları da daha sonra kendi söylediklerine otosansür uyguladılar.
Son kitabınızın başlığı zaten biraz önce söylediklerinizi doğrular nitelikte: ‘Anlatmak İçin Yaşadım’. Miriam Saltiel Friedmann’ın namı diğer ‘Mimika’nın ailesinin yaşam öyküsü. ‘Mimika’ mı sizi buldu? Siz mi ona ulaştınız?
‘Mimika’ Türkiye Yahudi toplumunda hayırseverliğiyle tanınan saygın bir hanımdır. 85 yaşında ve halen ciddi sağlık sorunları yaşıyor. Beni geçen ilkbaharda yanına çağırdı ve Şalom Dergi’de kendisiyle bir röportaj yapmamı istedi. Hikâyesini dinleyince bunun bir dergi röportajıyla sınırlı kalmaması gerektiğini düşündüm. Kendisine bu röportajı bir kitap haline getirmemi önerince bana “Ama benim ömrüm buna vefa eder mi?” diye sordu. Ben de “edecek” deyip hayatımda ilk defa deyim yerindeyse “gaza bastım”. Kitap matbaadan çıkar çıkmaz da kendisine götürdüm. Kitabı göğsüne bastırdı ve “çok teşekkür ederim” dedi. Bu kitap, aslında Mimika’nın babasının vasiyeti. Mimika’nın babası Hayim Saltiel, Holokost öncesi ve sonrasında yaşadıklarını kızına anlattı ve bunların bilinmesini istedi. Hayim Saltiel’in vermek istediği temel mesaj ise ‘bir daha asla’ ve ‘unutma’ idi. Kitabımda aktardığım tanıklıklar, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasında geçen süreçte ve sonrasında Balkanlar’da yaşananlardan bir kesit sunuyor okuyucuya. Bulgaristan, Yunanistan ve Türkiye üçgeninde geçen bir aile serüveni bu. Saltiel Ailesinin serüveni… Tabii biliyorsunuz, Balkanlar’da geçen hemen her olay, tıpkı Saltiel Ailesinin öyküsü gibi Türkiye’nin yakın tarihinin de bir parçası.
Aslında Hayim Saltiel’in ve ailesinin hikâyesi Holokost’tan kurtulanların pek çoğunun Holokost sonrası oldukça ciddi acılar yaşadıklarını gösteriyor bize…
Tabii ki… Hayim Saltiel’in ailesinin Holokost sonrası bölünmüş olması, kızlarını sadece yaz aylarında sınırlı bir sürede görmek zorunda kalması öte yandan da Mimika’nın baba hasretinin nerdeyse tüm hayatına yayılmış olması bunun en çarpıcı göstergeleri. Mimika’nın Yunanistan’da yaşayan babasıyla bağının kopmaması için İstanbul Zapyon Rum Lisesi’ne gitmiş olması da öyle… Bu arada Mimika okulun tarihinde Zapyon Lisesi’ne kabul edilen ilk Yahudi öğrenci. Bunda tabii dönemin okul müdürü Aleksandros Hacopulos’un gösterdiği anlayış da çok dikkate değer. Aslında Mimika’nın bize anlattıkları hem kendisinin hem de babasının hikâyesi. Keşke Hayim Saltiel’in hikâyesinin kendi ağzından da dinleyebilseydik.
Söyleşimizin başında sizin de belirttiğiniz gibi 60 yaş üstü kuşaklar geçmişte yaşadıklarını anlatıyorlar, anlatmak istiyorlar. Peki genç kuşaklar buna nasıl bakıyor? Kitap bağlamında soracak olursam, Mimika konuşmak istemiş ama Mimika’nın çocukları ya da torunları buna nasıl bakıyor?
Benin Mimika’nın kızıyla iletişimim oldu. Kendisine “Kitaba göz atmak ister misin?” dediğimde “Hayır, annem sana güveniyorsa ben de güveniyorum” cevabını aldım. Kitap yayınlandıktan sonra da sevinçle karşıladılar ve “Sayende annemizin hatıraları ölümsüzleşmiş oldu” dediler. Türkiye dışında yaşayan akrabaları da kitabı sevinçle karşıladılar. Öte yandan geçmişte kendi yaşadığım tecrübelerden biliyorum ki insanlar kendi yaşadıkları travmaları, acıları anlatmakta zorlanıyorlar. Bazı şeyleri anlatmak kolay değil. Mimika da belki bazı şeyleri bizzat kendisi yaşamış olsaydı, onun için de kolay olmayacaktı. Fakat bu, bizzat babasının vasiyetiydi. Bu nedenle de kalbini açarak anlattı, ben de anlattıklarına sadık kaldım.
Önümüzdeki dönemde bu tür çalışmalarınız devam edecek mi?
Holokost döneminden çok ilginç bir Fransa’dan Türkiye’ye kaçış öyküsü var. Öte yandan Holokost öyküleri anlatmak benim için de hiç kolay olmuyor. Benim babaannem de Fransa’da yaşayan iki kardeşini Auschwitz-Birkenau’da kaybetti. Şu anda üstünde çalışmakta olduğum konu bizlerin 1960’larda, 70’lerde yaşadıklarımız üzerine… Elimdeki bu çalışma bittikten sonra kendimi hazır hissedersem diğer öyküye geçebilirim.
***
Kitaptan: “Unutma, Almanların katlettiği ailemizi unutma! Anneniz benim hayatımı kurtardı. Unutma!”
(…) Yunanistan’dan kötü haber geldi. Hayim Saltiel’in karaciğerinde büyük bir tümör görülmüştü. Doktoru ile cerrahı ameliyat üzerinde tartışıyorlardı. Kararı ailesi verecekti. Arlet lise son sınıftaydı, Mimika çalıştığı şirkette henüz bir yılını bile tamamlamamıştı. İzinler alındı ve hemen babalarının yanına gitmek için hazırlandılar. Hayim onları görünce çok sevindi. Hayim ameliyat oldu, çok kısa bir iyileşme halini takiben komaya girdi ve 26 Aralık 1955’te, 55 yaşında, kızlarını gelin edemeden, adlarını sayıklayarak gözlerini ebediyen kapattı. Atina’daki cenaze Yahudi Mezarlığı’nda gerçekleşti. Daha sonra Kavala’ya geçtiler. Kavala ertesi Atina’ya döndüklerinde mezarlığa gittiler. Mimika o günleri şöyle anlatıyor:
“Toprak daha tazeydi, mezar taşı yerleştirme zamanı daha gelmemişti. Orada nihayet anladım ki babamı bir daha canlı göremeyeceğim. Tanrı rahmet eylesin. Babam ölmek için çok genç, yaşadığı acılardan dolayı çok yorgun ve yaşlıydı. Kısa ömründe, mutlu seneleri o kadar az, mücadeleyle geçen seneleri o kadar çoktu ki… Rahat uyu baba, sana verdiğim sözü asla unutmayacağım. Kulağımda hep onun sesi: ‘Unutma, Almanların katlettiği ailemizi unutma! Anneniz benim hayatımı kurtardı. Unutma!”
Hayim Saltiel bir hayat mağduruydu. Savaş onu mahvetmişti, gerçek bir kurbandı. Mimika bunu çok sonraları idrak etmişti; çünkü ihtiyacı olan, yardıma muhtaç durumda olan babası, yardım edebilen annesiydi. Babasına acıdığında, annesine karşı olan tepkisi artarak büyüyordu. Babasına acıyordu çünkü onun tek yaşam kaynağının kendileri, kızları olduğunu biliyordu.