Ana SayfaHaberlerÇEVİRİ | Gazze’de yaşananlardan sonra uluslararası hukuk tamir edilemeyecek kadar...

ÇEVİRİ | Gazze’de yaşananlardan sonra uluslararası hukuk tamir edilemeyecek kadar hasarlı hale mi geldi?

Cenevre'deki Graduate Institute of International and Development Studies'de uluslararası hukuk profesörü olan Fuad Zarbiyev yazdı: "Herhangi bir uluslararası hukuk profesörü öğrettiği disiplinin meşruiyeti ve yararlılığı konusunda hiç bu kadar derin bir şüphecilik hissetmemişti. Gözlerimizin önünde cereyan eden dehşet verici çatışma, kibrin ne kadar boş olduğunu muazzam bir açıklıkla ortaya koymadı mı?” Bu cümleler bir hukuk profesörü tarafından 1914’de Almanya Belçika’yı işgal ettiğinde söylenmişti. Uluslararası hukuk eğitimine 29 yıl önce başladım. Uluslararası hukuk fikrinin önemine olan inancımı hiçbir zaman kaybetmedim. Bu inancım bugünlerde ciddi biçimde sarsılmış durumdadır.

“Herhangi bir uluslararası hukuk profesörü öğrettiği disiplinin meşruiyeti ve yararlılığı konusunda hiç bu kadar derin bir şüphecilik hissetmemişti. Gözlerimizin önünde cereyan eden dehşet verici çatışma, kibrin ne kadar boş olduğunu muazzam bir açıklıkla ortaya koymadı mı? Ya da en azından devletler arasındaki ilişkilerde sözde bir hukuk düzeninin, aşırı kırılganlığını gözler önüne sermedi mi? Dolayısıyla, gücün son sözü söylediği bir alanda insanları hukukun rasyonelliğine güvenmeye teşvik etmek çok ciddi bir hata ve tehlike değil midir?”

Bu sözler kolaylıkla 2024 yılında uluslararası hukuk hakkında söylenmiş bir yakınma örneği olarak düşünülebilir. Birçok okuyucu bu sözlerin Dionisio Anzilotti tarafından 1914 yılında Almanya’nın Belçika’yı işgalinden sadece birkaç hafta sonra Roma Üniversitesi’ndeki açılış konferansında söylendiğini öğrendiğinde şaşıracaktır.

Seksen yıl sonrasına hızlı bir şekilde gelelim: Bir başka uluslararası hukuk profesörü, 1993’te Irak’a yapılan Amerikan füze saldırılarına tepki göstererek “Perişan Bir Profesörden EJIL Okuyucularına Mektup” başlıklı bir makale yazdı ve şöyle dedi:” Öğrencilerimize gerçekten ne öğretiyoruz? Kitaplarımızda uluslararası hukukta güç kullanımı hakkında ne gibi saçmalıklar yazıyoruz?”

Birbiriyle yan yana getirildiğinde bu ifadeler pek çok ilginç fikre ilham kaynağı olabilir. Birileri çıkıp hiçbir şeyin yeni olmadığını ve uluslararası hukukun uluslararası ilişkilerde güç kullanımını kısıtlama konusunda her zaman umutsuzca etkisiz kaldığını söyleyebilir. Biraz alaycı düşünen ve daha bilgili bir gözlemci, “Bana uluslararası hukukçuların herhangi bir zamanda neden şikayet ettiklerini söyleyin, ben de size uluslararası hukukun o tarihte ne kadar etkili olduğunu söyleyeyim” diyebilir.

Bu bağlamda, örneğin Anzilotti yukarıda alıntılanan açıklamasını yaptığında güç kullanımının henüz yasaklanmamış olduğunun altı çizilebilir. Benzer şekilde, daha sonra tanık olduklarımız göz önüne alındığında, Amerika’nın eski ABD Başkanı George H. W. Bush’a suikast girişimine misilleme olarak Irak İstihbarat Servisi’nin merkezine 23 seyir füzesi fırlattığı Haziran 1993, uluslararası hukuk açısından tartışmasız bir masumiyet çağı gibi görünmektedir.

Fakat bu yazıda başka bir şeye odaklanmak istiyorum: uluslararası toplumun yaşadığı bazı olayların uluslararası hukukçuları duraksattığı ve onları uluslararası hukuk öğretimi konusunda kendilerine derin sorular sormaya zorladığı fikrine… Gazze’nin, Ukrayna’nın işgali olayıyla birlikte düşünüldüğünde, içinde bulunduğumuz şu zamanların böyle bir anı teşkil ettiğini iddia ediyorum.

Argümanımın öncülleri oldukça basittir: (i) Ukrayna’nın işgalinin uluslararası hukuk açısından haklı gösterilebileceğine dair hiçbir makul iddia yok; (ii) İsrail’in meşru müdafaa hakkı olsa da, hiçbir şey Gazze’deki sivil halkın ayrım gözetmeksizin kitlesel ölçekte öldürülmesini uluslararası hukuk açısından haklı gösteremez; (iii) her iki durumda da söz konusu olan kuralların önemi yaygın ve otorite tarafından kabul edilmektedir; (iv) güçlü Batılı ülkeler Ukrayna’nın işgalini şiddetle kınama ve Rusya’ya karşı geniş kapsamlı yaptırımlar uygulama konusunda görüş birliği içindeyken, İsrail’in Gazze’deki eylemleri söz konusu olduğunda böyle bir durum gözlenmemiştir. Bu ülkelerin çoğu İsrail’in eylemlerine muhtemelen katkıda bulunan silahları tedarik etmeye devam ediyor. Ayrıca ABD, yakın zamana kadar BM Güvenlik Konseyi’nde ateşkes kararlarını defalarca veto ederken İsrail’i mali ve askeri olarak destekliyor.

Bu durumu bu kadar benzersiz kılan nedir? Bourdieu’den tutarlılığın nadiren herhangi bir sosyal pratiğin ayırt edici özelliği olduğunu ve pratik mantığın “mantıklı olmanın pratik olmaktan çıktığı noktaya kadar mantıklı olmak” olduğunu öğrenemedik mi? Emile Giraud’nun unutulmaz bir şekilde ifade ettiği gibi, hukukun siyasete üstün gelmesi gerektiğini en başından beri bilmemiz gerekirken, uluslararası hukuk ve siyaset arasındaki sıkı bağları keşfetmek için gerçekten Ukrayna ve Gazze’de yaşananları mı beklemek zorundaydık?

Tüm bunlar doğru olmakla birlikte gerçeğin tamamı değildir. Hukuk pekala bir siyaset olsa da, herhangi bir siyaset türü değildir. Foucault’nun siyaset hakkındaki ünlü ifadesi (“siyaset savaşın başka araçlarla devamıdır”), “uluslararası hukuk siyasetin başka araçlarla devamıdır “a çevrilebilir. Bu ise ifadedeki hayati noktanın, uluslararası hukukun gücü sınırlama kapasitesine şüpheyle yaklaşanların aceleyle varacağı gibi “siyasetin devamı” ibaresinde değil, “başka araçlarla” ibaresinde olduğu anlaşıldığında mümkün olacaktır.

Uluslararası hukuk aracılığıyla ifade edilen siyasetler, uluslararası hukukun kendi özelliklerine ve işleyiş mantığına tabidir. Uluslararası hukuk güçlü devletlerin elinde ideolojik bir araç olabilir, fakat bu onun daha kapsamlı amaçlara hizmet eden bir araç olmasını engellemez. Bu dinamiğin mantığı, EP Thompson’ın Whigs and Hunters adlı eserindeki hukukun üstünlüğüne ilişkin ünlü tartışmasında iyi bir şekilde açıklanmıştır:

İnsanlar bazı yapısalcı filozofların sandığı kadar aptal değildir. Peruğunu başına geçiren ilk adam onları şaşırtmayacaktır. Bir kurallar ve prosedürler bütünü olarak hukukun, evrensellik ve hakkaniyet standartlarına atıfta bulunan mantıksal kriterleri uygulaması, hukukun özel karakterinin doğasında vardır…

Çoğu insan, en azından kendi çıkarları söz konusu olduğunda, güçlü bir adalet duygusuna sahiptir. Eğer hukuk açıkça taraflı ve adaletsiz ise, o zaman hiçbir şeyi gizlemeyecek, hiçbir şeyi meşrulaştırmayacak ve hiçbir sınıfın hegemonyasına katkıda bulunmayacaktır. Hukukun ideoloji olarak işlevinde etkili olmasının temel önkoşulu, kaba manipülasyondan bağımsız olması ve adil görünmesidir. Kendi mantığını ve hakkaniyet kriterlerini korumadan, hatta bazen gerçekten adil olmadan da bu şekilde adaletli görünemez.

Forbes dergisinde The Russia Hand blogunun yazarı Mark Adomanis bir keresinde, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali sırasında gerçekleşen Politbüro toplantılarının tutanaklarını inceleyen bazı tarihçilerin, halka kapalı toplantılarda bile Sovyet Komünist Partisi liderliğinin komünizme yönelik “tarihin ileriye doğru ilerleyişi” fikrine gerçekten bağlı göründüğünü fark ettiklerinde şaşırdıklarını bildirmişti.

Ancak bir ideolojiyi etkili kılan şey, tam da öznelere bir tür bilişsel komplo ile dayatılan bir dizi mantıksız fikir olmadığı gerçeğidir; bir ideoloji ancak onu destekleyenlerin kendileri de buna inanıyorsa etkili olabilir. E. P. Thompson’ın ifade ettiği gibi, “yöneticiler bile güçlerini meşrulaştırma, işlevlerini ahlaki hale getirme, kendilerini yararlı ve adil hissetme ihtiyacı duyarlar.”

Bugün ABD’de anayasa hukuku öğretiminde yaşanan krizi açıklayan da bu dinamiğin bozulmasıdır. Yakın zamanda yapılan atamaların bir sonucu olarak, ABD Yüksek Mahkemesi bugün partizan bir şekilde o kadar keskin biçimde bölünmüş durumda ki, pek çok anayasa hukuku profesörü hukukun siyasetten farklı olduğunu iddia etmekte zorlanıyor.

Bugün uluslararası hukukta da benzer bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Güçlü Batılı ülkelerin Gazze’ye yönelik tutumu, uluslararası ilişkilerde hukukun üstünlüğünün en temel ilkelerinden biri olan hukukun eşitlikçi bir şekilde uygulanmasının bir efsaneden başka bir şey olmadığını acımasızca ortaya koymuştur.

Bu durum, güçlü Batılı ülkelerin gözünde tüm insan yaşamlarının korunmaya değer olmadığına ilişkin popülerleşen görüşleri resmen teyit etmektedir. Ukraynalı ve Afrikalı mültecilere yapılan farklı muamele zaten bu acı gerçeği hatırlatıyordu. Haziran 2023’te kendilerini taşıyan bir balıkçı teknesinin batmasının ardından Akdeniz’de ölen 650 göçmenin akıbetine neredeyse tamamen kayıtsız kalınması ve Titanik’in enkazını ziyaret etmek için her biri 250.000 USD ödeyen beş kişiyi kurtarmak için çok sayıda ülke ve özel kuruluşun neredeyse eş zamanlı olarak seferber olması, bazı hayatların diğerlerinden daha değerli görüldüğünü bir kez daha ispatlamış oldu.

Judith Butler’ın 2010’da İsrail-Filistin çatışmasıyla bağlantılı olarak canlı bir şekilde tanımladığı gibi, İsrailli yaşam, ölüm ve gözaltı grafiklerinin daha parlak ve görünür olduğu bir dünyada yaşıyoruz; çünkü İsrailliler düşünüldüğünde bu halihazırda kurulmuş olan insan yaşamı normuna uyuyor, dolayısıyla bunun değeri daha fazla, bu değerli bir yaşam anlamına geliyor. Oysa Filistinlilerin hayatları ya yaşamdan sayılmaz, ya bir gölge yaşamdır veya bildiğimiz şekilde yaşam(lar)a ve hayatlara yönelik bir tehdittir.

Bu son haliyle Filistinliler bir propaganda cephaneliğine ya da hayal ürünü olan bir tehdide dönüşmüş, sınırsız bir “savunmanın” kendisini formüle ettiği sonsuz bir tehdit olarak tasvir edilmiştir. Bu sınırsız savunma daha sonra sınırsız saldırı ilkelerini (utanmadan ve savaş suçlarına ilişkin yerleşik uluslararası protokolleri dikkate almadan) somutlaştırır.

Gazze’deki çifte standart, uluslararası hukukun seçici bir şekilde uygulandığı diğer pek çok vakadan farklıdır. Zira inkâr edilemeyecek kadar bariz, gizlenemeyecek kadar zor ve rasyonelleştirilemeyecek kadar keyfidir. Gözlerimizin önünde cereyan eden dehşetin büyüklüğü, her namuslu ve erdemli insanın insanlık adına utanç duymasına neden olacaktır. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres “Gazze bir insani krizden daha fazlasıdır. Bu tüm insanlığın toptan yaşadığı bir krizdir” derken tam da bundan bahsetmektedir.

Peki umut için imkan kaldı mı? Kafka’nın sözleriyle ifade edecek olursam, evrende sonsuz miktarda umut olduğunu söylemek isterdim ama uluslararası hukukun geleceği için aynı şeyi söyleyemem. 15 Mart’ta Ukrayna’nın Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi Sergiy Kyslytsya, Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’nın Geçici Olarak İşgal Edilen Topraklarında Başkanlık Seçimleri Düzenlemesine Yanıt Olarak, bu tür seçimlerin uluslararası hukuk uyarınca geçerliliğini reddeden bir Ortak Bildiri yayınladı.

Bildiri, çoğunluğu Küresel Kuzey’den olmak üzere 56 devlet tarafından desteklendi. Bu Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’nın Donetsk, Kherson, Luhansk ve Zaporizhzhia bölgelerinde referandum düzenleme girişimlerini kınayan BM Genel Kurulu’nun 12 Ekim 2022 tarihli kararına (ESS/11/4) oy veren 143 ülkenin üçte birinden biraz fazlası demekti. E.P. Thompson’ın sözleriyle ifade etmek gerekirse, Küresel Güney artık uluslararası hukukun belki de ilk kez gündeme gelmesiyle “şaşırmış” görünmüyor.

Kısa süre önce verdiği bir mülakatta Fransız Dışişleri Bakanı çifte standart tartışmalarından endişe duymuş görünüyordu ve “çifte standart fikrine” son vermek istediğini ifade etti (çifte standardın kendisine değil “çifte standart fikrine” son vermekle ilgilendiğini de not edelim). Ancak, dışişleri bakanı olarak kamuoyuna yaptığı ilk açıklama “Yahudi devletini soykırımla suçlamak ahlaki bir eşiği aşmaktır” şeklinde olan bir kişiden gelen bu açıklamanın içi boştur (daha yakın bir zamanda, konunun Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından karara bağlanacağını açıklayarak üzerine daha mantıklı bir şey de söylemiştir).

Tarih, Philipp Allott’un “hükümetler, en azından en gelişmiş liberal demokrasilerde, geçmişin ve daha uzun vadeli geleceğin giderek önemsizleştiği sürekli bir şimdiki zamanda yaşarlar” şeklindeki bilgece sözlerini doğrular niteliktedir. Ne yazık ki hükümetler için uluslararası hukukun kapsadığı olayların ve vakıaların zaman dilimi şimdikinden çok daha geniştir.

Sadece anlık tatminlerle ilgilenen bir hükümet tarafından yapılan her uluslararası hukuk ihlali, aynı şeyi yapmak isteyen başka bir hükümet tarafından kullanılmaya hazır dolu bir silah niteliğindedir. Çin’in bir hakem kararına uymadığı her olay için, ABD’nin Nikaragua’da UAD’nin kararına uymadığı olaylar mevcuttur. Ukrayna’nın uğradığı işgal düşünüldüğünde, ABD ve Birleşik Krallık liderliğindeki koalisyonun 2003’te Irak’ı işgal etmesi akla gelmektedir.

Ukrayna’da “savaş” kavramı yerine kullanılan her “özel askeri operasyon” kavramı için, ABD’nin Guantanamo’da işkenceyi meşrulaştırmak için kullandığı “geliştirilmiş sorgulama teknikleri” kavramı mevcuttur. Soyut felsefi spekülasyonlar sanki küresel yönetişimin bir tekniğiymiş gibi, whataboutizmin teorik eksikliklerine işaret ederek gerçeği görmezden gelemeyiz. Burada felsefeden çok daha önemli olan şey, Allott’un “‘hatalar konsensüsü’ dediği şeydir. “Ama bunu diğer herkes yapıyor” der ülkeler. Dolayısıyla uluslararası hukuku ihlal etmek isteyen her hükümet bunu kullanmaktan her zaman mutluluk duyacaktır.

Shirley Scott’un harika bir şekilde ifade ettiği gibi, “uluslararası hukukun gücü ancak bizatihi uluslararası hukuk fikrinin gücü olabilir.”

Uluslararası hukuk eğitimine 29 yıl önce başladım. O zamandan bu yana pek çok uluslararası hukukçunun disiplinlerine şüpheyle yaklaşmasına neden olabilecek pek çok olay yaşandı. Kendi adıma, hukuk kurallarının bireysel ihlalleri ile hukukun üstünlüğüne zarar verenler arasında bir ayrım yaparak, uluslararası hukuk fikrinin önemine olan inancımı hiçbir zaman kaybetmedim. Bu inancım, uluslararası ilişkilerde hukukun üstünlüğünün giderek daha fazla saçmalık gibi göründüğü günümüzde ciddi şekilde sarsılmış durumdadır.

Kaynak: https://www.ejiltalk.org/damaged-beyond-repair-international-law-after-gaza/?utm_source=mailpoet&utm_medium=email&utm_campaign=ejil-talk-newsletter-post-title_2

Çeviri: Hasan Ayer.

- Advertisment -