Ana SayfaHaberlerÇEVİRİ | Judith Butler şiddet ve şiddetin kınanması üzerine yazdı: Bir matem...

ÇEVİRİ | Judith Butler şiddet ve şiddetin kınanması üzerine yazdı: Bir matem mektubu

Çağdaş medya, çoğunlukla, Filistin halkının on yıllardır bombalamalar, keyfi saldırılar, tutuklamalar ve cinayetler şeklinde yaşadığı dehşeti detaylandırmıyor, göz ardı ediyor. Eğer son günlerde Hamas’ın sebep olduğu korkunç olaylar, medya için son yetmiş yılın dehşetinden daha büyük bir ahlaki önem taşıyorsa, o halde an’ın ahlaki tepkisi, işgal altındaki Filistin'in ve zorla yerinden edilen Filistinlilerin maruz kaldığı radikal adaletsizliklerin yanı sıra şu anda Gazze'de yaşanan insani felaket ve can kayıplarının anlaşılmasını gölgeleme ve engelleme tehlikesini doğuracaktır. Basın, Hamas ve İsrail arasındaki bir 'savaştan' bahsettiğinde, durumu anlamak için bir çerçeve sunmuş olur. Fakat esasında durumu önceden anlamış, kabul etmiş oluyor. Ahlaki pozisyonu yalnızca kınama ile sınırlı olanlar için durumu anlamak ana hedef değildir. Bu tür bir ahlaki öfke tartışmalı bir şekilde hem anti-entelektüel hem de bugüncü olacaktır.

Kamusal tartışmaya en çok ihtiyaç duyan ve en acil şekilde tartışılması gereken konular, şu anda elimizde bulunan yapılar veya çerçeveler içinde tartışılması zor olanlardır. Ne yazık ki, insan doğrudan elindeki meseleye yönelmek istese de, söyleyeceklerini söylemeyi neredeyse imkânsız kılan bir çerçevenin sınırlarına toslayıverir. Şiddetten, şimdi ve burada yani şu anda gerçekleşen şiddetten, şiddetin tarihinden ve birçok biçiminden bahsetmek istiyorum. Ancak şiddeti belgelemek isteyen, yani Hamas’ın İsrail’de gerçekleştirdiği kitlesel bombardıman ve cinayetleri bu tarihin bir parçası olarak gören bir kişi ‘göreceleştirme’ ya da ‘bağlamsallaştırma’ yapmakla itham edilebilir. Bunları ya kınayacağız ya da onaylayacağız, bizden bu bekleniyor ve bir açıdan da mantıklı bir beklenti. Ancak etik açıdan bizden beklenen sadece bunlar mı? Esasında, Hamas tarafından uygulanan şiddeti herhangi bir niteleme yapmaksızın kınıyorum. Yaptıkları korkunç ve iğrenç bir katliamdı. Benim birincil tepkim buydu ve bu tepkimi sürdürüyorum.

Ancak elbette başka tepkiler de var:

İnsanlar hemen hangi ‘tarafta’ olduğunuzu bilmek ister ve bu tür cinayetlere verilebilecek tek yanıtın kesin bir kınama olduğu açıktır. Ancak neden bazen doğru dili kullanıp kullanmadığımızı ya da tarihsel durumu iyi anlayıp anlamadığımızı sormanın güçlü bir ahlaki kınamanın önünde engel teşkil edeceğini düşünüyoruz? Tam olarak neyi kınadığımızı, bu kınamanın kapsamının ne olması gerektiğini ve karşı çıktığımız siyasi oluşumu ya da oluşumları en iyi nasıl tanımlayacağımızı sormak gerçekten bu kadar göreceli ve değişken midir? Bir şeyi anlamadan ya da iyi tanımlamadan ona karşı çıkmak elbette tuhaf olacaktır. Bilginin sadece göreceli bir işlev görebileceği ve yargılama kapasitemizi zayıflatacağı korkusuyla, herhangi bir kınamanın onu anlamayı reddetmeyi gerektirdiğine inanmak ise özellikle daha garip olacaktır.

Peki, bu suçlamamızı, medya tarafından sürekli olarak ön plana çıkarılanlar kadar dehşet verici suçları da kapsayacak şekilde genişletmek ahlaki açıdan bir zorunluluksa? Böyle bir kınama ya da suçlama ne zaman ve nerede başlar ve nerede biter? Ahlaki ve siyasi kınamaya eşlik edecek eleştirel ve bilinçli bir durum değerlendirmesine de ihtiyacımız yok mu? Ve tüm bunları bilgili ve bilinçli olmanın bizi başkalarının gözünde iğrenç suçlara ortak olan ve ahlaki açıdan başarısız olmuş kişilere dönüştüreceğinden korkmadan yapamaz mıyız?

İsrail’in bölgedeki şiddet geçmişini Hamas’ı aklamak için kullananlar var, bu amaca ulaşmak için yozlaşmış bir ahlaki akıl yürütme biçimi kullanıyorlar. Açık olalım, İsrail’in Filistinlilere uyguladığı şiddet düzeyi çok büyük: Acımasız bombardımanlar, her yaştan insanın evlerinde ve sokaklarda öldürülmesi, hapishane işkenceleri, Gazze’de uygulanan aç bırakma teknikleri ve insanların evlerinin ellerinden alınması…

Bu şiddet biçimleri, birçok şekilde, apartheid kurallarına, sömürge yönetimine ve vatansızlığa maruz bırakılan bir halka karşı uygulanıyor. Yine de, Harvard Filistin Dayanışma Komitesi, Hamas’ın İsrail hedeflerine yönelik ölümcül saldırıları konusunda ‘tek suçlunun apartheid rejimi olduğunu’ iddia eden bir açıklama yayınladığında hata yapmıştır. Sorumluluğun bu şekilde paylaştırılması yanlıştır ve hiçbir şey Hamas’ı işlediği korkunç cinayetlerin sorumluluğundan muaf tutmamalıdır. Fakat aynı zamanda bu grup ve üyeleri kara listeye alınmamalı ya da tehdit edilmemelidir. , Harvard Filistin Dayanışma Komitesi bölgedeki şiddet tarihine işaret etmekte kesinlikle haklıdır: ‘Sistematik toprak gasplarından rutin hava saldırılarına, keyfi göz altılardan askeri kontrol noktalarında yapılanlara, ailelerin zorla ayrılmasından hedef gözeterek öldürmelere kadar, Filistinliler hem yavaş yavaş hem de aniden, sürekli bir ölüm korkusuyla yaşamaya zorlanmışlardır.

Yukarıdaki doğru bir tanımlamadır ve elbette dile getirilmesi gerekir. Ancak bu Hamas’ın şiddet eylemlerinin yalnızca isim değişikliği yaşamış İsrail şiddet eylemleri olduğu anlamına gelmez. Oslo’da verilen sözlerin tutulmaması veya işgal altında yaşayan pek çok Filistinlinin varlığını tanımlayan aynı anda “hem yavaş hem de aniden gelen ölüm hali” gibi nedenlerle Hamas gibi grupların neden ve nasıl güç kazandığına dair bir anlayış geliştirmemiz gerektiği de doğrudur. Bu nedenler ister sürekli gözetim ve hukuki süreçler işlemeksizin idari gözaltı tehdidi olsun, ister Gazzelileri ilaç, gıda ve sudan mahrum bırakan yoğun kuşatma olsun, bunları anlamak zorundayız.

Bununla birlikte, Hamas’ın eylemleri için örgütün geçmişine atıfta bulunarak ahlaki veya siyasi bir gerekçe elde de edemeyiz. Harvard Filistin Dayanışma Komitesi’nin bizden talep ettiği gibi, Filistinlilerin şiddetini İsrail şiddetinin bir devamı olarak anlamamız istendiğinde, ahlaki suçluluğun tek bir kaynağı olacaktır ve Filistinliler bile şiddet eylemlerini kendilerine ait olduğunu iddia edemezler. Filistinlilerin eylemlerinin özerkliğini tanımanın yolu kesinlikle bu değildir.

İsrail devletinin yaygın ve acımasız şiddetini anlamayı, şiddeti meşrulaştırmaktan ayırma gerekliliği, sömürge yönetiminden kurtulmanın, İsrail hapishanelerindeki keyfi tutuklama ve işkenceyi durdurmanın ve sınırlarını kontrol eden ulus-devlet tarafından su ve gıdanın karneye bağlandığı Gazze kuşatmasına son vermenin başka hangi yolları olduğunu düşünmek için çok önemlidir.

Sömürge yönetiminden kurtulmanın, İsrail hapishanelerindeki keyfi tutuklama ve işkenceyi durdurmanın, sınırlarını kontrol eden İsrail ulus-devleti tarafından su ve gıdanın karneye bağlandığı Gazze kuşatmasına son vermenin başka ne gibi yolları olduğunu gündemimize alacak isek; İsrail devletinin yaygın ve acımasız şiddetinin anlaşılması meselesi ile şiddetin meşrulaştırılmasının birbirinden ayrılması hayati önem taşımaktadır.

Başka bir deyişle, bu bölgenin tüm sakinleri için bir dünyanın hala mümkün olup olmadığı ya da bu dünyanın nasıl olacağı problemi, oradaki yerleşimci-sömürgeci yönetimi sona erdirmenin yollarına bağlıdır. Hamas’ın bu soruya korkunç ve dehşet verici bir yanıtı var. Ancak bu probleme pek çok farklı şekilde yanıt verilebilir.

Yinede ‘işgal’den (ki bu işgal çağdaş Alman Denkverbot’unun bir parçasıdır) bahsetmemiz yasaksa, İsrail’in bölgedeki askeri yönetiminin ırksal apartheid mı yoksa sömürgecilik mi olduğu tartışmasını bile yapamıyorsak, geçmişi, bugünü ya da geleceği anlama umudumuz kalmamış demektir.

Katliamı medya aracılığıyla izleyen pek çok insan kendini oldukça umutsuz hissediyor. Umutsuz olmalarının bir nedeni de olayları medya aracılığıyla izliyor olmaları, bunun da ötesinde umarsız ahlaki öfkenin sansasyonel ve geçici dünyasında yaşıyor olmalarıdır. Farklı bir siyasi ahlak geliştirmek zaman alır, sabır ve cesaretle kuşanmış bir öğrenme ve saptama yöntemi gerektirir, ancak bu yolla ahlaki kınamaya ahlaki vizyon eşlik edebilir.

Hamas’ın uyguladığı şiddete karşıyım ve bunun için sunabileceğim hiçbir mazeretim yok. Bunu söylediğimde, ahlaki ve siyasi bir pozisyonu açıkça ortaya koyuyorum. Bu kınamanın neyi varsaydığı ve ima ettiği üzerine düşündüğümde ikircikli davranmıyorum.

Bu kınama pozisyonunda bana katılan herkes, ahlaki kınamanın neye karşı çıkıldığına dair belirli bir anlayışa ya da bilgi birikimine dayanıp dayanmaması gerektiğini sormak isteyebilir. Şöyle denebilir: Hayır, eylemlerinden hangilerinin doğru hangilerinin yanlış olduğunu bilmek ve kınamak için Filistin ya da Hamas hakkında bir şey bilmeme gerek yok. Ve eğer kişi tam bu noktada burada kendini durdurursa, yani gerçekten doğru ve faydalı olup olmadıklarını, geçmişlerinin anlatılmasına izin verilip verilmediğini hiç sormadan, tartışmadan yalnızca medya temsillerine güvenirse, o zaman belirli bir cehaleti kabul etmiş olur ve kendilerine sunulan çerçeveye güvenir. Sonuçta hepimiz meşgulüz ve hepimiz tarihçi ya da sosyolog olamayız. Bahsettiğimiz akıl yürütme herhangi bir insan için düşünmenin ve yaşamanın olası bir yoludur ve iyi niyetli insanlar bu şekilde yaşarlar.

Peki ama ne pahasına?

Ya ahlaklılığımız ve politik pozisyonumuz kınama eylemiyle son bulmasaydı? Ya bölgeyi bu tür şiddetten kurtaracak yaşam/yönetim biçiminin ne olduğunu sormakta ısrar etseydik? Ya ahlaksızca işlenen suçları kınamanın yanı sıra, şiddetin sona erdiği bir gelecek yaratmak istemiş olsaydık? Bu, anlık kınamaların ötesine geçen normatif bir istektir.

Bunu başarmak için meselenin tarihini, Post-Oslo döneminin Gazze’de özyönetim vaatleri hiçbir zaman yerine getirilmeyen insanlar için yarattığı yıkım içinde militan bir grup olarak Hamas’ın nasıl büyüdüğünü; farklı taktik ve hedefleri olan diğer Filistinli grupların oluşumunu; Filistin halkının tarihini; Filistinlilerin özgürlük, kendi kaderini tayin hakkı, sömürge yönetiminden ve yaygın askeri ve jandarma şiddetinden kurtulma isteklerini bilmemiz gerekir. Ancak bundan sonra Hamas’ın ortadan kalktığı veya yerini şiddet içermeyen birlikte yaşama arzuları olan grupların alacağı özgür bir Filistin için verilen mücadelenin bir parçası olabiliriz.

Ahlaki pozisyonu yalnızca kınama ile sınırlı olanlar için durumu anlamak ana hedef değildir. Bu tür bir ahlaki öfke tartışmalı bir şekilde hem anti-entelektüel hem de bugüncü olacaktır. Yine de öfke, bu gibi olayların nasıl meydana gelebileceğini ve koşulların şiddetin olmadığı bir geleceği temin edecek şekilde değişip değişmeyeceğini öğrenmek için insanları tarih kitaplarına yönlendirebilir.

Her ne kadar suçu başka yöne çekmek ya da aklamak için kullanılabilecek bağlamsallaştırma biçimleri olsa da, ‘Bağlamsallaştırma’ ahlaki açıdan sorunlu bir faaliyet olarak görülmemelidir. Peki, iki bağlamsallaştırma biçimi arasında ayrım yapabilir miyiz? Bazılarının şiddeti bağlamsallaştırmanın onu saptırdığını ya da daha kötüsü rasyonalize ettiğini düşünmesi, tüm bağlamsallaştırma biçimlerinin bu şekilde ahlaki açıdan göreceli olduğu iddiasına teslim olmamız gerektiği anlamına gelmez.

Harvard Filistin Dayanışma Komitesi, Hamas’ın saldırıları için ‘tek suçlunun apartheid rejimi olduğunu’ iddia ettiğinde, ahlaki sorumluluğun kabul edilemez bir versiyonunu benimsemiş oluyor. Öyle görünüyor ki bir olayın nasıl meydana geldiğini ya da ne anlama geldiğini anlamak için biraz tarih bilmek gerekiyor. Bu da merceği, dehşetini inkâr etmeden, aynı zamanda bu dehşetin temsil edilecek, bilinecek ve karşı çıkılacak tüm dehşeti temsil etmesine izin vermeyi reddederek, korkunç şimdiki an’ın ötesine genişletmemiz gerektiği anlamına gelir.

Bu da merceğimizi dehşet verici şimdiki an’ın, ötesine genişletmemiz gerektiği anlamına geliyor. Elbette bunu olayların dehşetini inkâr etmeden yapmalıyız. Fakat aynı zamanda şu anda İsrail’in yaşadıkları konusunda, dehşetin temsil edilmesi, bilinmesi ve karşı çıkılması gereken tüm dehşeti temsil etmesine de izin vermemeliyiz.

Çağdaş medya, çoğunlukla, Filistin halkının on yıllardır bombalamalar, keyfi saldırılar, tutuklamalar ve cinayetler şeklinde yaşadığı dehşeti detaylandırmıyor, göz ardı ediyor. Eğer son günlerde Hamas’ın sebep olduğu korkunç olaylar, medya için son yetmiş yılın dehşetinden daha büyük bir ahlaki önem taşıyorsa, o halde an’ın ahlaki tepkisi, işgal altındaki Filistin’in ve zorla yerinden edilen Filistinlilerin maruz kaldığı radikal adaletsizliklerin yanı sıra şu anda Gazze’de yaşanan insani felaket ve can kayıplarının anlaşılmasını gölgeleme ve engelleme tehlikesini doğuracaktır.

Bazı insanlar haklı olarak Hamas tarafından işlenen şiddet eylemlerinin ‘bağlamsallaştırılmasının’ Hamas’ı aklamak için kullanılacağından ya da ‘bağlamsallaştırmanın’ dikkatleri Hamas’ın yaptıklarının korkunçluğundan uzaklaştıracağından korkmakta. Peki ya bizi bağlamsallaştırmaya iten şey dehşetin ta kendisiyse? Bu dehşet nerede başlıyor ve nerede bitiyor? Basın, Hamas ve İsrail arasındaki bir ‘savaştan’ bahsettiğinde, durumu anlamak için bir çerçeve sunmuş olur. Fakat esasında durumu önceden anlamış, kabul etmiş oluyor. Gazze’nin işgal altında olduğu anlaşılırsa ya da Gazze’den ‘açık hava hapishanesi’ olarak bahsedilirse, o zaman farklı bir yorum ortaya çıkacaktır. Bu bir tanımlama gibi görünse de, dil neyi söyleyebileceğimizi, nasıl tanımlayabileceğimizi ve neyin bilinebileceğini kısıtlar ya da kolaylaştırır. Evet, dil tarif edebilir fakat bunu konuşulabilir veya söylenebilir olana getirilen sınırlara uyduğu takdirde yapma gücü kazanır.

Bu yıl veya işgal yılları boyunca Batı Şeria ve Gazze’de kaç Filistinli çocuk ve gencin öldürüldüğünü bilmemize gerek olmadığına, bu bilginin İsrail’e yönelik saldırıları ve İsraillilerin öldürülmesini bilmek veya değerlendirmek için önemli olmadığına karar verilmişse, o halde Filistinlilerin yaşadığı şiddet, yas ve öfke tarihini bilmek istemediğimize (daha baştan) karar ver(il)miş oluruz.

Sadece İsrailliler tarafından yaşanan şiddet, yas ve öfke tarihini bilmek istiyoruz. Kendini ‘anti-Siyonist’ olarak tanımlayan İsrailli bir arkadaşım, internette ailesi ve arkadaşları için dehşete düştüğünü, insanlarını kaybettiğini yazıyordu. Kalbimiz onunla birlikte atmalı, benimki de kesinlikle onunla birlikte atıyor. Bu kesinlikle korkunç bir durum, evet. Fakat bu kişinin arkadaşları ve ailesi için yaşadığı korku ve kayıp deneyiminin, diğer tarafta bir Filistinlinin hissedebileceği ya da yıllarca süren bombardıman, hapsetme ve askeri şiddetten sonra Filistinlilerin hissettikleri olarak hayal edildiği bir an oldu mu? Ben de benim gibi insanlara karşı işlenen zulümlerin ardından kuşaklar arası travma yaşayan bir Yahudiyim. Ancak bu suçlar ve şiddet eylemleri benim gibi olmayan insanlara karşı da işlendi. Gördüğüm vahşeti adlandırmak için bu yüzle, bu isimle veya bu kimlikle özdeşleşmek zorunda değilim. Ya da en azından bunu yapmamak için mücadele veriyorum.

Yine de sonuçta sorun basitçe bir empati yoksunluğundan ibaret değildir. Zira empati esas olarak özdeşleşmeye ya da bir başkasının deneyimi ile benimki arasında bir tercüme yapılmasına olanak tanıyan bir çerçeve içinde şekillenir. Ve hâkim çerçeve anlatılar bazı hayatların diğerlerinden daha fazla yas tutulabilir olduğunu düşünüyorlarsa, o zaman bir dizi kaybın diğer bir dizi kayıptan daha korkunç olduğu sonucu çıkar. Kimin hayatının yas tutmaya değer olduğu sorusu, kimin hayatının değer görmeye değer olduğu sorusunun ayrılmaz bir parçasıdır. Tam bu noktada ırkçılık belirleyici bir şekilde devreye girer.

Eğer İsrail savunma bakanının ısrar ettiği üzere Filistinliler ‘hayvan’ ise ve eğer Biden’ın ısrar ettiği gibi İsrailliler artık ‘Yahudi halkını’ temsil ediyorlarsa (gericilerin talep ettiği gibi Yahudi diasporasını İsrail’e indirgemek gibi), o halde sahnedeki tek kederli insanlar, kederlenmeye uygun olanlar İsraillilerdir. Çünkü ‘savaş’ sahnesi artık Yahudi halkı ile onları öldürmeye çalışan ‘hayvanlar’ arasında sahnelenmektedir. Bu, sömürgeci zincirlerden kurtulmak isteyen bir grup insanın sömürgeci tarafından hayvan olarak görüldüğü ilk olay da değildir.

İsrailliler insanları öldürdükleri zaman Filistinliler gibi ‘hayvan’ mı oluyorlar? Çağdaş şiddetin bu ırkçı çerçevesi, ‘uygar olanlar’ ile ‘uygarlığı’ korumak için bozguna uğratılması ya da yok edilmesi gereken ‘hayvanlar’ arasındaki sömürgeci karşıtlığı tekrar etmektedir. Ahlaki karşıtlığımızı ilan ederken bu çerçeveyi benimsersek, kendimizi söylemlerin ötesinde olan ve Filistin’deki gündelik yaşamın yapısına kadar uzanan bir ırkçılık biçimine bulaşmış olarak buluruz. Ve bu tavır için radikal bir telafi kesinlikle gerekli olacaktır.

Ahlaki kınamanın herhangi bir bağlama ya da bilgiye atıfta bulunmaksızın açık, dakik bir eylem olması gerektiğini düşünürsek, kaçınılmaz olarak bu kınamanın yapıldığı şartları, diğer seçeneklerin düzenlendiği temeli de kabul etmiş oluruz. Bu en son bağlamda, bu terimleri kabul etmek, çözülmesi gereken yapısal sorunun, üstesinden gelinmesi gereken adaletsizliğin bir parçası olan sömürgeci ırkçılık biçimlerini tekrarlamak anlamına gelir. Dolayısıyla, ahlaki kesinlik adına adaletsizliğin tarihine gözlerimizi kapatamayız, zira bu daha fazla adaletsizlik yapma riskini almak demektir. Bu açıdan bir noktada kesinliğimiz bu sağlam olmayan zeminde bocalayacaktır.

Neden düşünme, bilme ve yargılama gücümüzü kaybetmeden ahlaki açıdan iğrenç ve korkunç eylemleri kınayamıyoruz? Elbette her ikisini de yapabiliriz ve yapmalıyız.

Medyada tanık olduğumuz şiddet eylemleri korkunç. Medyanın ilgisinin arttığı bu dönemde, gördüğümüz şiddet bildiğimiz ve bilebileceğimiz tek şiddettir. Tekrar etmek gerekirse: Bu şiddetten üzüntü duymakta ve dehşetimizi ifade etmekte haklıyız.

Günlerdir midem bulanıyor. Tanıdığım herkes İsrail askeri makinesinin bir sonraki adımının ne olacağından, Netanyahu’nun soykırım söyleminin Filistinlilerin toplu katliamında somutlaşıp somutlaşmayacağından endişe ederek yaşıyor. Kendime, görecelik ve eşitlik tartışmalarına saplanıp kalmadan, İsrail’de ve Gazze’de kaybedilen hayatlar için yas tutup tutamayacağımızı soruyorum.

Belki de yasın geniş kapsamı, daha esaslı bir eşitlik idealine hizmet ediyordur. Yaşamların eşit derecede mağdur olduğunu kabul eden ve bu yaşamların kaybedilmemesi gerektiğine, ölenlerin daha fazla yaşamı ve yaşamları konusunda eşit tanınma hak ettiklerine dair bir öfkeye yol açan bir yastan bahsediyorum.

Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi’nin de belgelediği üzere, İsrail güçleri ve yerleşimcilerin 2008 yılından bu yana Batı Şeria ve Gazze’de mevcut eylemler başlamadan önce bile yaklaşık 3800 Filistinli sivili öldürdüğünü bilmeden, gelecek nesillerin eşitliğini nasıl hayal edebiliriz? Dünyanın Filistinliler için tuttuğu yas nerede? İsrail’in Hamas’a karşı ‘intikam’ amaçlı askeri eylemlerine başlamasından bu yana yüzlerce Filistinli çocuk öldü. Önümüzdeki günlerde ve haftalarda çok daha fazlası ölecek.

Sömürgeci şiddetin tarihini öğrenmek için zaman ayırmak ve şu anda bu bölgede olup bitenleri raporlamak veya açıklamak (ya da önceden yorumlamak) amacıyla kullanılan dili, anlatıları ve çerçeveleri incelemek ahlaki pozisyonumuzu tehdit etmez. Bu tür bir bilgi kritik öneme sahiptir. Fakat mevcut şiddeti rasyonalize etmek veya daha fazla şiddete izin vermek amacıyla değil. Bu tür bilginin amacı, mevcut durumun tartışmasız bir çerçevesinin tek başına sağlayabileceğinden daha doğru bir anlayışı ortaya koymak, insanlara sağlamaktadır.

Esasında, halihazırda kabul ettiklerimize eklenecek başka ahlaki muhalefet pozisyonları da vardır: Bölgedeki Filistinlilerin yaşamlarından bezdiren, yas tutma haklarını gasp eden, öfke ve dayanışabileceklerini bilme, bunu ifade etme ve özgür bir geleceğe doğru kendi yollarını bulma haklarını ellerinden alan askeri ve polis şiddetine karşı çıkmak da buna dahil edilebilir.

Şahsen ben, her durumda uygulanacak mutlak bir ilke olarak işlemesinin mümkün olmadığını bilerek şiddetsizlik politikasını savunuyorum. Şiddetsizliği uygulayan kurtuluş mücadelelerinin, hepimizin içinde yaşamak istediği şiddetsiz dünyayı yaratmaya yardımcı olduğunu savunuyorum.

Diğer pek çok kişi gibi ben de, Hamas gibi grupların ortadan kalkmasını, işgalin sona ermesini, yeni siyasi özgürlük ve adalet biçimlerinin gelişmesini sağlayacak türden gerçek eşitlik ve adalet idealini düşlemenin ve elbette tüm bunlar verilen mücadelenin bir parçası olmak istiyor, aynı anda da şiddeti kesin bir dille kınıyorum.

Eşitlik ve adalet olmadan, kendisi de Yahudilere karşı uygulana şiddetin sonucunda kurulmuş bir devlet olan İsrail’in uyguladığı devlet şiddeti sona ermeden, hiçbir gelecek hayal edilemez, barış için hiçbir gelecek düşünülemez. Barış derken de eşitsizlik, haksızlık ve ırkçılık yapılarını yerinde tutmak ve sürdürmek anlamına gelen ve normalleşme için bir ambalaj olarak yapılan bir ‘barış’ı kastedmiyorum.

Ancak unutulmamalı ki böyle bir gelecek ve barış imkânı, İsrail devlet şiddeti de dâhil olmak üzere her türlü şiddetin adını koyma, tanımlama, karşı çıkma özgürlüğüne sahip olmadan gerçekleşmeyecektir. Ve bunu yapabileceksek ancak ve ancak sansür, kriminalize edilme ya da kötü niyetli bir şekilde anti-semitizmle suçlanma korkusu olmadan yapabiliriz.

Arzu ettiğim dünya, sömürgeci yönetimin normalleşmesine karşı çıkacak ve Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkı ve özgürlüğünü destekleyecek bir dünyadır. Aslında bu topraklarda yaşayan herkesin özgürlük, şiddetsizlik, eşitlik ve adalet içinde bir arada yaşama yönündeki en derin arzularını gerçekleştirecek bir dünyadır hayallerimdeki!

Bu umut şüphesiz pek çok kişiye naif, hatta imkânsız görünmektedir. Yine de bazılarımız, şu anda var olan yapıların sonsuza kadar var olacağına inanmayı reddederek bu umuda çılgınca sarılmalıyız. Bunun için şairlerimize ve hayalperestlerimize, evcilleşmemiş aptallara ve nasıl örgütleneceğini bilen insanlara ihtiyacımız var.

-13 Ekim 2023.

Kaynak: https://www.lrb.co.uk/the-paper/v45/n20/judith-butler/the-compass-of-mourning

Çeviri: Hasan Ayer

- Advertisment -