Ana SayfaHaberlerÇeviriler“Umut vahşi ve akılsız olmalıdır”

“Umut vahşi ve akılsız olmalıdır”

Arundhati Roy, Stuart Hall Vakfı’nın toplantısında “Söylenebilecek ve Söylenemeyecek Şeyler” başlıklı bir ders verdi: “Umudumuz yoksa oturalım ve vazgeçelim. Karamsar olmamız için milyonlarca mükemmel nedenimiz var. Bu yüzden Umud’u Akıl’dan ayırmayı öneriyorum. Umut vahşi ve mantıksız olmalıdır. Yazdığım her satırda, konuştuğum her kelimede, aslında söylediğim şey basit: Biz bir Hiç değiliz. Bizi mağlup edemedin.Sırtını duvara dayamış milyonlarca insan için umut ve umutsuzluk üzerine yapılan bu tartışmalar çok büyük bir lükstür”

Yıllarca bu ânı gerçekleştirmeye çalıştık. Bu kadar çok insanla birlikte bir odada bulunmak gerçekten çok değerli.  Pandemi öyle ya da böyle azaldı, ancak çoğumuz hâlâ Kovid’in yarattığı travmayla mücadele ediyoruz. Stuart ile hiç tanışmadığıma gerçekten inanamıyorum. Öte yandan kitabını okumak sanki onunla birlikte uzun bir zaman geçirmişim hissini veriyor.

Bu dersin ismi olan “Söylenebilecek ve Söylenemeyecek Şeyler”, aktör John Cusack ile birlikte yazdığım küçük bir kitabın başlığıdır. Kitap, Aralık 2013’te Edward Snowden ile tanışmak amacıyla Rusya’ya yaptığımız bir gezi hakkındaydı. Diğer arkadaşımız Daniel Ellsberg’di. Hatırlayamayacak kadar genç olanlarınız için söyleyeyim: Daniel o zamanın Snowden’ıydı, zira kendisi Vietnam savaşıyla ilgili Pentagon Belgelerini kamuoyuna açıklayan bir gazeteci olarak tarihe geçti.

Devletlerin bir gözetim toplumu yaratma eğilimleri konusunda bizlerin umırsamaz bir tavırda olduğunu yıllar önceden söyleyen Snowden, Moskova’da sürgünde yaşamaya devam ediyor. Vücudumuzdaki herhangi bir hayati organ kadar samimi ve vazgeçilmez hale gelen, bizi gözetleyen, en kişisel bilgilerimizi kaydedip aktaran telefonlarla kurduğumuz ilişki, Snowden’ın gözetim konusunda uyarılarını haklı çıkarıyor. Sadece devlet tarafından değil, birbirimiz tarafından da gözetlenir ve kontrol edilir hale geldik.

Karaciğerinizin veya safra kesenizin sizin iyiliğinize hizmet etmediğini düşünün. Bu noktada doktorunuz size ölümcül bir hasta olduğunuzu söyleyecektir. İşte bu tam da bizlerin kendimizi içinde bulduğumuz türden bir durum: bir şeyler olmadan yapamayız ama bu şeyler bizi yiyip bitirecek düzeyde içine çekmekteler.

Konuşmamın ilk bölümü söylenebilecek ve söylenemeyecek şeyler hakkında olacak. İkincisi ise bildiğimiz dünyanın sonuyla ilgili.

Bu yıl İran’da 22 yaşındaki Mahsa Amini, başörtüsünü emredildiği şekliyle takmama günahı nedeniyle İran’da ahlak polisinin nezaretindeyken öldürüldü. Masha’nın ölümü sonrasında başlayan ve devam eden protestolarda da çok sayıda kişi hayatını kaybetti.

Bu arada Hindistan’ın güneydeki Karnataka eyaletinde, sınıflarında başörtüsü takmak suretiyle kimlikleriyle var olmak isteyen Müslüman öğrenciler, sağcı Hindu erkekler tarafından tehdit edildiler. Bu olanlar, Hinduların ve Müslümanların yüzyıllardır birlikte yaşadığı ancak son zamanlarda tehlikeli bir şekilde kutuplaştığı bir yerde yaşandı.

Bir kadını başörtüsü takmaya zorlamak ya da başörtüsünü çıkarmaya zorlamak başörtüsü ile ilgili değildir. Bu tamamen kişilerin istekleri dışındaki zorlamalar ile ilgili bir şey: Onu giy, onu çıkar. Bu durum, kadınları kontrol etmek ve denetlemekle ilgili asırlık bir takıntı dışında başka hiçbir anlam ihtiva etmiyor.

Ağustos ayında Selman Rüşdi, New York’da Şeytan Ayetleri adlı kitabı nedeniyle İslamcı bir fanatik tarafından vahşice saldırıya uğradı. 1989’da İran Devrimi lideri ve İran İslam Cumhuriyeti’nin ilk yöneticisi Ayetullah Humeyni, Rüşdi’nin ölümünü emreden bir fetva yayınladı. Tam da kitabın tetiklediği öfkenin dindiği ve Rüşdi’nin yavaş yavaş saklandığı yerden çıkıp görünür olmaya başladığı bunca yıl sonra böylesi bir saldırı gerçekleşti.

75 yaşındaki Rüşdi’nin saldırıdan sağ kurtulduğu ve keyfinin yerinde olduğuna dair ilk gelen haberler dışında başka hiçbir haber yok. Bizler sadece onun iyileşmesini ve tüm metanetiyle birlikte edebiyat dünyasına geri dönmesini umabiliriz. Avrupa ve ABD’deki devlet başkanları, Rüşdi’ye sağlam bir destek verdiler. Gerçi bazıları bu desteği sunarken kendilerini örtük olarak övdüler: Onun mücadelesi bizim mücadelemizdir.

Bu arada, bu ülkelerin askerleri tarafından işlenen ve yüz binlerce insanın canına mal olan çok daha korkunç savaş suçlarından bazılarını ifşa eden Julian Assange’ın sağlığı oldukça kötü ve Belmarsh hapishanesinde gözetim altında tutulmak suretiyle ABD’ye iade edilmeyi bekliyor. Assange ölüm cezası ya da müebbet hapis cezasıyla karşı karşıya kalabilir.

Bu yüzden, Rüşdi’ye gerçekleştirilen bu korkunç saldırıyı “Medeniyetler Çatışması” veya “Karanlığa Karşı Demokrasi” gibi klişe terimlerle açıklamaya çaışmadan önce bir durup düşünmeliyiz zira bu sözde “ifade özgürlüğü vaizlerinin” liderliğindeki istilalarda milyonlarca insan canından oldu. Bu ölen insanlar içerisinde milyonlarca yazar, şair ve sanatçı da vardı.

Hindistan’dan gelen haberlere gelince… Haziran ayında, Hindistan’ın iktidardaki Hindu milliyetçisi partisi BJP’nin sözcüsü Nupur Sharma, bir zamanlar talk show’larda sürekli zorbalık yaparcasına provakatif şeyler dile getiren biriydi. Örneğin bir programda Muhammed peygamberle ilgili provoke edici şeyler dile getirdi. Bu olayın ardından Uluslararası bir infial yaşandı ve ölüm tehditleri de aldıktan sonra kamusal hayattan çekildi. Öte yandan, onun yorumlarını destekleyen iki Hindu erkeğin ise vahşice kafaları kesildi.  Olayı takip eden günlerde, Müslüman fanatiklerden oluşan bir kalabalık, “tan se sar juda” (kafayı vücuttan ayırın) ilahisini söylemek ve hükümete bir küfür yasası geçirmesi çağrısında bulunmak için toplandı. Bunun dışında hiçbir şey devleti daha mutlu edemezdi.

Sansürü ve suikasti bir araya getirenler sadece bu türden müslümanlar değil.  Hindu fanatikler tarafından evinin önünde vurulan gazeteci arkadaşım Gauri Lankesh’in uğradığı suikastin beşinci yıldönümü vesilesiyle konuşmak için bu ayın başlarında Bangalore’deydim. Onun uğradığı saldırı aynı karanlık grupla bağlantılı gibi görünen bir dizi suikasttan biriydi: Doktor ve düşünür Narendra Dabholkar 2013’te vuruldu; bir yazar ve Hindistan Komünist Partisi üyesi olan Govind Pansare yoldaşımız Şubat 2015’te öldürüldü.

Suikast elbette yaşadığımız tek sansür türü değil. 2022 yılında Hindistan, Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Pakistan, Sri Lanka ve Myanmar’ın altında konumlanmak suretiyle 180 ülke arasında 150. sırada yer alıyor. Sadece hükümet tarafından değil, sokaklardaki çeteler, sosyal medya trolleri ve ironik bir şekilde medyanın kendisi tarafından da denetleniyoruz.

Sıklıkla ‘Radyo Ruanda’ olarak adlandırdığımız yüzlerce haber kanalında, sunucularımız Müslümanlara ve “anti-ulusçu”lara karşı öfke saçıyor ve muhaliflerin tutuklanması, görevden alınması ve cezalandırılması çağrısında bulunuyorlar. Hesap verme sorumluluğu olmaksızın birçok insanın hayatını ve itibarını mahvettiler. Aktivistler, şairler, aydınlar, avukatlar ve öğrenciler neredeyse her gün tutuklanıyor. Keşmir’e gelince… Burası dev bir hapishane. Yakında orada sivil vatandaştan daha fazla asker olabilir.

Keşmirlilerin gerek özel gerek de kamusal alandaki her iletişimi, hatta nefeslerinin ritmi bile denetlenmekte. Okullarda Gandhi’yi sevmek kisvesi altında, Müslüman çocuklara Hindu bhajanları öğretiliyor. Bugünlerde Keşmir’i düşündüğümde, karpuzların küp şeklinde yetişmesi için kare kalıplara konduğu deney aklıma geliyor. Keşmir’deki durum tıpkı buna benziyor ancak bir farkla: Keşmir vadisinde, Hindistan hükümeti bu deneyi karpuz yerine insanlar üzerinde silah zoruyla uyguluyor.

Kuzey Hindistan’ın Ganj ovalarında, kılıçlı Hindu çeteleri, Müslümanların soykırıma uğramasını ve Müslüman kadınların tecavüze uğramasını talep etmekteler

2002’de Gujarat’ta binden fazla Müslüman’ın (hükümet dışı rakamlar bu sayıyı iki bin olarak bildiriyor) ve 2013’te Muzaffarnagar’da yüzlerce Müslümanın lince uğramasına ve soykırım benzeri bir biçimde katledilmesine tanık olduk. Ne manidardır ki her iki katliam da gerçekleşecek kritik seçimlerden hemen önce yaşandı.

Gujarat katliamı, Narendra Modi’nin başbakanlığı altında gerçekleşti ve bunun neticesinde kendisinin “Hindu İmparatoru” olarak konumunun pekiştiğine ve ülkedeki en yüksek siyasi görevi üstlenmek için yükseldiğine şahit olduk. Yaşananlardan dolayı asla pişmanlık duymadı ve özür dilemedi. Aksine süreç içerisinde, Modi’nin tehlikeli ve alaycı bir Müslüman karşıtı söylemden siyasi sermaye devşirmeye devam ettiğine şahit olduk. Dahası, ülkedeki en yüksek mahkemenin onu hem yasal hem de ahlaki sorumluluklardan muaf tuttuğuna çok açık bir biçimde tanık olduk. O süreçte sözde Özgür Dünya liderlerinin Modi’yi bir devlet adamı ve demokrat olarak kucaklamasını mide bulandırıcı bir şekilde izledik.

Geçen ay Hindistan, bağımsızlığının 75. yıldönümünü kutladı. Modi, Kızıl Kale’deki yüksek kürsüsünden Hindistan’daki kadınları güçlendirme hedefini açıkladı. Tutkuyla konuşmuştu ve Hindistan bayrağının renkleriyle bezeli bir sarık takmıştı.

Erkeklerin kadınların bedenleri üzerinde hak kullanma yetkisine sahip olduğuna inandıkları kast sistemi temelinde inşa edilmiş bir toplumda kadınların konumunu güçlendirmek, yalnızca bir politika meselesi değil, bir sosyalleşme ve inanç sistemi ile ilgili bir meseledir.

Hindistan’da kadınlara karşı işlenen suçlarla ilgili yükselen bir dalga var ve bu da Hindistanı kadınlar için dünyanın en güvensiz yerlerinden biri haline getiriyor. Suçluların mevcut iktidarın üyelerinden olduklarını ya da bu insanlarla ilişkide olduklarını görmek bugünlerde kimseyi şaşırtmıyor. Bu gibi durumlarda tecavüzcüler lehine halka açık mitingler gördük. 19 yaşındaki bir kızın tecavüz edilip öldürüldüğü bir davada, yerel bir lider kızın babasını “aç kedilerin önüne süt saçmakla” suçladı.

Modi Bağımsızlık Günü konuşmasını yaparken bile Gujarat eyaletindeki Bharatiya Janata Partisi hükümeti, 2002’de 19 yaşındaki Bilkis Bano’ya toplu tecavüz ettikleri ve bununla da kalmayıp kızın annesi, ablaları, bebek erkek kardeşleri, halalaı, amcası, kuzenleri ve kuzenlerinin 1 günlük bebeklerinin de içerisinde olduğu 14 kişinin ölümüne neden oldukları için müebbet hapis cezasına çarptırılan 11 erkeğe özel af ilan etti. 

Diğer birçok benzer suçtan biri olan bu tüyler ürpertici suç, daha önce bahsettiğim 2002’deki Müslüman karşıtı Gujarat pogromunun bir parçasıydı. Bu kişilerin salınmalarını onaylayan kurulda BJP’den birkaç üye vardı.

Merkezi Soruşturma Bürosu tarafından soruşturulan davalarda hükümlülere af verilmesine ilişkin herhangi bir kararın, Narendra Modi hükümeti tarafından onaylanması yasal olarak zorunludur. Dolayısıyla, bu onayın Modi tarafından verildiğini görüyoruz.

Hükümlüler dışarı çıktıklarında, BJP’ye bağlı Hindu grupların üyeleri tarafından adeta bir kahraman gibi karşılandılar. Birkaç ay sonra Gujarat sandık başına gidecek.

Hindistan’da özgür ve adil seçimlerimizden hemen önce garip şeyler yaşanır. Seçim zamanları ülkedeki en sorunlu zamandır.

Tecavüzcü katiller toplumun saygın üyeleri olarak yerlerini almak için geri döndüklerinde, Adalet ve Barış İçin Yurttaşlar Örgütü aktivisti Teesta Setalvad, Gujarat hükümetinin ve özel olarak da Modi’nin 2002 katliamındaki suç ortaklığına dikkat çeken bir dizi kanıtı titizlikle derledi. Bunun ardından kendisi sahtekarlıkla suçlanarak tutuklandı.

İşte bunlar içinde yaşadığımız ve çalıştığımız koşullar. Her şeyde olduğu gibi yasa; kast, din, cinsiyet ve sınıfa göre uygulanmakta. Bir Müslüman, Hinduların söyleyebildiği şeyleri söyleyemez. Bir Keşmirli, herkesin söyleyebildiği şeyleri söyleyemez. Dayanışma ve başkaları için konuşmak her zamankinden daha önemli ancak bu da tehlikeli bir faaliyet haline geldi.

Diğer ülkelerde olduğu gibi Hindistan’da da kimliğin silahlaştırılması, ülkedeki havayı bir tür sapkınlıklarla mücadele etme ve avlama makinesine dönüştürdü.  Kimliğin bu türden bir işlev ihtiva etmesi, birçok mikro kimlik yarattı. Bu mikro kimlikler bile bir güç hiyerarşisi geliştirmiş durumdalar. Filozof Olufemi O. Taiwo, Elite Capture adlı kitabında, belirli bireylerin, bu mikro kimlik grupları arasında nasıl yükseldiğini  anlatıyor.

Bu, tarihi acılara ve aşağılanmalara karşı anlaşılabilir bir tepkidir ama devrimci bir yanıt değildir. Bazı ampirik araştırmaların gösterdiği üzere, bir yasak ve sansür kültürünü benimsediğimizde, orantısız bir şekilde bundan yararlanan tek grup Sağ’dır. PEN America tarafından yapılan bir araştırmaya göre, yasaklanmış ders kitaplarının ezici çoğunluğunun cinsiyet ve ırklar hakkında ilerici şeyler içerdiğini gösteriyor.

Toplulukları mühürlemek ve kimliklerini düzleştirmek tehlikeli olabilir. Aynı zamanda bu, dayanışmayı engeller. İroniktir ki Hindistan’daki kast sisteminin nihai hedefi buydu. Yani: bir halkı aşılamaz hiyerarşilere hapsetmek ve sürekli çatışma içinde oldukları için hiçbir topluluğun bir diğerinin acısını hissetmeyeceği bir durumu toplumun olağanı haline getirmek. Bu sistem, toplumun kendi kendini gözetlediği ve kendi kendine işleyen, karmaşık bir idari gözetleme makinesi gibi çalışıyor ki bu, baskı mekanizmalarının yerinde kalmasını sağlıyor. En tepedeki ve en alttakiler dışında herkes birileri tarafından ezilecektir.

Böylesine bir labirent bir kez döşendikten sonra, neredeyse hiç kimse saflık ve doğruluk testini geçemez. 

Kamusal söylemdeki bu hengamenin ortasında, bir tür entelektüel tıkanıklığa doğru hızla yol alıyoruz. Dayanışma güçlü ve kurnaz olmak zorunda: tartışılmalı, üzerine düşünülmeli ve eksik yanları düzeltilmeli. Eğer bunu yapmazsak savaştığımızı iddia ettiğimiz şeyi güçlendirir ve pekiştiririz.

Ve şimdi konuşmamın alt başlığına dönmek istiyorum: bildiğimiz dünyanın sonu. Kraliçeler ve cenazeleri hakkında birkaç kelam etmek istiyorum.

Kraliçe hayatını kaybettiğinde bazı İngiliz gazeteleri benden ölümü hakkında bir yazı yazmamı talep etti. Doğrusunu söylemek gerekirse bu talep beni şaşırttı. İngiltere’de hiç yaşamadığım için Kraliçe II. Elizabeth zihnimde hiç de var olan bir figür değildi. Öte yandan teklifi kabul ettim ama yazacağım şeyin onların zihnindeki kraliçeyle ilgili olmayacağını da belirttim.

Benim zihnimdeki kraliçe, bu ayın başlarında hayatını kaybeden ve ölmeden bir lise kurup işleten annemdi. Annem hayatımdaki en eşsiz ve en derin tesire sahip kişiydi. Birbirimiz için hem tehlike arz eden düşman hem de en iyi arkadaştık. O, gençlik yıllarımdan beri etrafımda konuşlanan engel yarışıydı. Bu konferansı her iki cenazenin de siyasi tarafı ile ilgili yapmaya karar verdim. Biri dünyanın gözü önünde kalkan bir cenaze, diğeri ise Güney Hindistan’da küçük bir kasabada.

Belki de artık Söylenmemesi Gereken İlk Şeyi Söylemenin Zamanı Gelmiştir ama bunun yeri burası, yani Londra değil. 

Kraliçenin cenazesindeki ritüellerin gösterişine, ihtişamına ve televizyonda bitmek bilmeyen yayınlara inanamadım. Commonwealth’te  yüksek görevlerde bulunan karanlık insanların saygıyla ve huşuyla Kraliçenin önünde eğilmeleri beni büyüledi. Her ne kadar adı Commonwealth olsa da bu zenginlikte ortak hiçbir şey yoktu. Commonwealth anlayışı çıkarcıydı ve bütün maddi refah tek yönde akıyordu. Kolonilerdeki bizler o kostümlerin, o kürklerin, o mücevherlerin ve o ihtişamın parasını ödedik.

Sömürgeler, sömürgecilik ve tarihin bu medeniyet dışı (barbar) döneminde yöneticilik yapan Hükümdarlar hakkında söylenecek çok şey var. Bize bu hikayeyi Stuart Hall’dan daha iyi kim anlatabilir? Tarihçi Mike Davis, 19. yüzyılın son çeyreğinde, Hindistan, Çin ve Brezilya’daki çoğunlukla insan kaynaklı kıtlıklarda 30 ila 60 milyon insanın açlıktan öldüğünü tahmin ediyor. Davis bunu Büyük Viktorya Dönemi Holokost’u olarak niteliyor.

Bizi aşağılayanları neden sever ve hayranlık duyarız? Bu, zamanımızın en uygun siyasal ve bireysel sorusu olabilir.

Bu kulağa sömürgecilik üzerine yaptığım nüanssız bir yorum gibi geliyorsa özür dilerim. Bu benim bağlı olduğum pozisyon değil. Kendimi sömürgeciliğe öfkelenen ama kendi toplumlarındaki yanlışlar konusunda sessiz kalmayı seçen Hintli entelektüellerden saymıyorum. Örneğin Hindu kast sistemi, dünyanın şimdiye kadar bildiği en acımasız toplumsal hiyerarşi sistemlerinden biridir. Birçoğu buna İngiliz sömürgeciliğini önceleyen ve bugün bile yaygın olan bir sömürgecilik biçimi diyebilir. Kast sistemi, modern Hindistan’ı çalıştıran motor olmaya devam ediyor. Birçok Hintli yazar ve entelektüelin kast sorununu tamamen görmezden gelmeyi başarması hayli dikkat çekicidir. Her günün neredeyse her anında yüzümüze dimdik bakan bir şeyi görmemek için, çok ayrıntılı ve dolambaçlı bir yoga asanasının edebi veya akademik olanını üstlenmeleri gerekir. 

Bütün bu anlattıklarım, yazılarımın çoğunun temel konusu. Bu yüzden şimdilik Kraliçe’nin cenazesiyle ilgili şaşkınlığıma dönmek istiyorum. Gerçekten cenaze ne hakkındaydı? Lütfen biri bana yardım etsin zira anlamıyorum.

Cenaze, küçük bir ada ülkesinin 96 yaşındaki hükümdarının ölümüyle ilgili olamaz. Bu sadece nostaljik bir yakarış ya da Üzerinde Güneşin Hiç Batmadığı İmparatorluğun ruhuna bir ağıt mıydı? Yoksa bundan daha fazlası mıydı? Geçmişle mi ilgili yoksa gelecekle mi ilgili?

Ukrayna’daki savaş devam ederken ve bildiğimiz modern dünya parçalanırken, tüm bu gösteriler aslında bir pandomim mitingi ya da gelmekte olan bir savaş bağlamında dostlar ve müttefikler için organize edilmiş bir tören miydi?

Bu, bana Barbara Tuchman’ın The Guns of August’unun I. Dünya Savaşı’na giden yolu anlatan giriş bölümünü hatırlattı:

“1910 yılının Mayıs sabahı ne gösterişliydi ama! Dokuz kral İngiltere Kralı VII. Edward’ın cenazesine doğru yola çıkmışlardı ve etrafta sessizce ve kasvete bürünmüş bir huşu ile bekleyen kalabalık öyle bir hayranlık içerisindeydi ki nefeslerini zar zor tutuyorlardı. Hükümdarlar kırmızı, mavi, yeşil ve mor renklerde tüylü miğferler; altın kurdeleler, kızıl kemerler ve güneşte parıldayan mücevherli kuşaklarla saray kapılarından üçer üçer atlarını sürdüler. Onlardan sonra ise beş varis, kırk tane daha imparatorluk ya da kraliyet üyesi, yedi kraliçe ve özel elçiler geldi. Bu görüntü şimdiye kadar tek bir yerde toplanmış en büyük kraliyet toplululuğuydu ve birlikte yetmiş ulusu temsil ettiler. Kortej saraydan ayrılırken Big Ben saat dokuzu çalıyordu ama tarihin saatinde durum farklıydı. Tarihin saatinde gün batımı yaşanıyordu ve eski dünyanın güneşi bir daha asla görülmeyecek şekilde yok olmakta olan bir ihtişam dünyasında batıyordu.”

Ukrayna’daki tehlikeli durum, her iki tarafta vuku bulmakta olan propagandanın gürültüsü nedeniyle bir şekilde örtbas ediliyor. Ancak tarihin saati gün batımına doğru hızla ilerliyor olabilir.

Savaşa dair çeşitli bakış açıları, kendinizi nereye yerleştirmeye karar verdiğinize bağlı olarak bazı dolambaçlı yoga asanalarını içerir. Örneğin birçok solcu Ukrayna’nın Rusya’ya karşı öfkesinin tamamen Batı Emperyalizmi tarafından şekillendirildiğine ve yeşertildiğine inanıyor. Örneğin 1930’lardaki Ukrayna kıtlığının asla yaşanmadığını düşünüyorlar. Milyonlarca Ukraynalının 1930’ların başındaki kıtlıkta Stalin’in politikası altında can verdiğini inkar ediyorlar.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini NATO’ya karşı bir savunma savaşı olarak görüyorlar. Bu yanlış değil. Rusya’nın çok ciddi bir tehditle karşı karşıya olduğu gerçeğini inkar etmek gerçekten de zor. Sorun şu ki, mevzubahis “savunma” savaşı Ukrayna topraklarında ve Ukrayna halkına karşı saldırgan bir şekilde yürütülüyor.

Soğuk Savaş sona erdiğinde, silahsızlanma ve nükleer silahsızlanma başlamalıydı. Bunun yerine NATO tam tersini yaptı. Daha fazla silah biriktirdi, daha fazla savaşa girdi ve müttefiklerinin ya da vasallarının topraklarını, birliklerin ve füzelerin konuşlandırılması için kullandı. Rusya, NATO’nun kendisine yaptığını Avrupa veya ABD’deki vasalları aracılığıyla yapmış olsaydı, ahlaki argümanların ve batı medyasının haberlerinin nasıl olacağını hepimiz biliyoruz.

Bunların hiçbiri Vladimir Putin’i devrimci bir anti-emperyalist ya da bir demokrat yapmaz. Bunların hiçbiri, en sevdiği iki ideolog Alexander Dugin ve Alexander Prokhanov tarafından teorize edilen faşist, Yahudi karşıtı, eşcinsel karşıtı, Hıristiyan milliyetçisi ideolojiye meftun olduğu gerçeğini değiştirmez.

Valdemar’ın MS 988’deki vaftizine ilişkin bin yıllık bir efsaneye dayanan bir teori olan Ukrayna, Kırım ve Beyaz Rusya’nın Eski Rus’u oluşturan ayrılmaz bölgeler olduğu iddiası kitleler tarafından haklı olarak alay konusu oldu.

Ancak mesele İsrail’in Filistinlilere karşı tutumu ve Filistin’in Yahudi halkı için “Vaat Edilmiş Topraklar” olması iddialarına gelince, aynı çevrelerin bu tutumu neden daha az “alay konusu” oluyor diye sormamız gerekiyor. 

Rusya ekonomik yaptırımlara yanıt olarak Avrupa’yı gaz arzını kesmekle tehdit ettiği için, Avrupa’daki sıradan halk yaklaşmakta olan sert kışla yüzleşmeye hazırlanıyor. Ukraynalılar amansız bir cesaretle savaşmaya devam ediyor ve müzakereye dayalı bir çözüm ihtimali azalıyorken, savaşın tırmanma olasılığı üzerinde artmakta olan bir endişe var. Putin, ne anlama gelirse gelsin 300.000 askerin ‘kısmi seferberliğini’ ilan etti. Belki de şimdilik ABD yeterince uzakta ve yeterince güvenli, ancak tüm Avrupa dahil olmak üzere Rusya ve Asya’nın çoğu, dünyanın şimdiye kadar görmediği bir savaşın eşiğine gelebilir. Adını koyalım; bu, kazananı olmayan bir savaş.

Gerçekten de herkesin geri adım atmasının zamanı gelmedi mi? Nükleer silahsızlanmayı hakiki bir şekilde konuşmaya başlamanın zamanı gelmedi mi?

Rusya nükleer silahlar hususunda ABD’nin mantığına başvuruyor.  MIT eski başkanı Karl K. Compton, Aralık 1946’da yayınlanan If the Atomic Bomb Had Not Been Used’ başlıklı bir makalesinde, “atom bombası kullanılmasaydı, savaşın sadece birkaç ay devam edeceğini” söyledi. Makalenin temel mantığı, Japonların mağlup olsalar bile teslim olmayacakları ve Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombası yüz binlerce insanı öldürmeseydi, ayakta kalan son adama kadar Japonların savaşacağıydı.

Compton kendine şu soruyu soruyor: Atom bombasının kullanımı insanlık dışı bir şey mi? Cevap olarak “her savaş insanlık dışıdır”, diyor. Başkan Truman bu argümanı desteklemek için birçok şey yazdı.

Yıllar sonra General William Westmoreland, Vietnam savaşı sırasında bu mantığı biraz daha ileri taşıdı: “Doğulu, hayata bir Batılı kadar yüksek fiyat biçmez. Doğu’da hayat ucuzdur.” Başka bir deyişle, biz Asyalılar hayatlarımıza değer vermiyoruz ve bu yüzden Beyaz dünyayı soykırımın yükünü taşımaya zorluyoruz.

Bir de tabii ki ilk olarak 1946’da Tokyo’da iki ayrı saldırıyla 200.000’den fazla insanı öldüren bombalı saldırının planlayıcısı olarak, ardından Ford Motor Company’nin başkanı olarak, ardından da ABD askerlerine “Hareket Eden Her Şeyi Öldür” emrini verip bunun sonucunda 3 milyon Vietnamlının hayatını kaybettiği Vietnam savaşı sırasında ABD Savunma Bakanı olan Robert McNamara’yı unutmamak gerek

McNamara’nın son işi, Dünya Bankası Başkanı olarak dünyadaki yoksullukla ilgilenmekti. McNamara hayatının sonlarına doğru, Erroll Morris’in The Fog of War adlı belgeselinde şu soruyu soruyordu: “İyilik yapmak için ne kadar kötülük yapmalıyız?”

Başkan Obama’nın bir Ölüm Listesi olduğunu da unutmayalım. Benzer şekilde Joe Biden’ın da Irak ile ilgili yaptığı açıklamaların ne kadar sorunlu olduğunu hatırlamakta fayda var. Gerçekten nereye gidiyoruz? Ülkelerinin işgaline karşı Ukrayna halkının yanında yer alan bizler bile, NATO’nun yüz binlerce insanı öldüren Irak ve Afganistan işgallerine daha farklı bir gözle bakıyoruz. 

Geçen gün Kraliçe’nin cenazesini izlerken, Piskoposlardan birinin, yalnızca zenginliğe ve güce tutunan insanların aksine Kraliçe II. Elizabeth’in halka verdiği hizmetlerden ötürü her zaman hatırlanacağını ve sevileceğini söylediğini işittiğimde neredeyse çayımı püskürtecektim. Oğlu, İngiltere’nin yeni Kralı ve Kraliçe’nin serveti ile makamını devralacak. Kraliyetin gerektirdiği hayat tarzı ve harcamalar, Charles’ın yaklaşık bir milyar dolar olduğu bildirilen kendi özel serveti tarafından finanse edilmeyecek. Guardian’ın aktardığına göre, milyonlarca İngiliz “ışıkları açık tutmak” için her gün bir öğün atlamaya başlarken bütün bu şatafat kamu parasıyla finanse edilecek.

Belki de geri kalanımız için İngiliz halkının monarşilerine olan sevgisinin ve büyüsünün gizemini anlamak zor. Belki de bunun, ekonomiye indirgenemeyecek ve kesinlikle indirgenmemesi gereken ulusal bir kimlik ve gurur duygusuyla ilgisi vardır. Ama bir iki dakikalığına biraz kabalık yapmama izin verin.

Financial Times’ta yakın zamanda yapılan bir analiz, ABD ve Birleşik Krallık’taki gelir eşitsizliğinin çok büyük olduğunu ve bu yüzden de bu ülkelerin “bazı zenginlere sahip olan yoksul toplumlar” olarak sınıflandırılabileceklerini söylüyor.

2022 yılında Oxfam tarafından yapılan bir araştırmaya göre, Hindistan’daki en zengin 98 kişinin mal varlığının, ülkedeki 552 milyon insanın toplam servetine eşdeğer olduğunu söylüyor. Bu araştırmadan dolayı Hindistan’daki Oxfam ofisleri, belki de Modi rejimini eleştiren diğer tüm kuruluşlar gibi yakında kapatılacak.

Kral Charles zengin olsa da, dünyanın en zengin üçüncü adamı olan Gujarati kralı ve Narendra Modi’nin arkadaşı Gautam Adani’ye kıyasla yoksul biri. Adani’nin servetinin 137 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor.

Modi, 2014’te Hindistan Başbakanı seçildiğinde, memleketi Gujarat’taki Ahmedabad’dan Adani’nin özel jetiyle Delhi’ye uçmaya karar verdi. Modi’nin saltanatının ilk sekiz yılında, Adani’nin serveti 2014’te 8 milyar dolardan şimdiki haline geldi ki bu, 129 milyar dolarlık bir birikim. Bunu sadece dile getiriyorum, lütfen bu satırları okurken buna derin anlamlar yüklemeyin. Adani’nin parası, kömür madenciliğinden ve deniz limanları ile havaalanlarının işletilmesinden geliyor. Kendisi yakın bir zamanda Modi rejimini nahif bir şekilde eleştirmeye cesaret eden tek ana akım ulusal TV olan NDTV’ye el konmasında rol oynadı. Medyanın geri kalanının ise çoğu zaten satın alındı ​​ve paraları ödeniyor.

Sıradağları yok eden ve kesilen ormanların müsebbibi olan şirketler aynı zamanda spor etkinlikleri, film ve edebiyat festivallerini de finanse ediyor. Bu şirketler ifade özgürlüğüne yönelik saldırıları kınamak ve barış, adalet ve insan haklarına bağlılıkları hakkında önemli açıklamalar yapan yazarlara da platformlar sağlıyorlar. 

Kapitalizm artık uzatmalara oynuyor. Ne yazık ki kendini yok ederken gezegenimizi de beraberinde götürüyor.

Nükleer firmalar ve madencilik şirketleri arasında, ciddi bir rekabet vuku bulmakta.

Bu arada bizler ne yapıyoruz? Hepimiz hangi tanrılara dua edeceğimiz, hangi bayrakları sallayacağımız, hangi şarkıları söyleyeceğimiz konusunda kavga edip duruyoruz. Eğer moralinizi bozduysam, Gauri Lankesh hakkında konuşurken kulağa aşırı iyi niyetli geldiğim için beni (nazik bir tavırla) eleştiren dinleyicilerden birine yanıt olarak kaleme aldığım bir e-postayı okumama izin verin:

Umudumuz yoksa oturalım ve vazgeçelim. Karamsar olmamız için milyonlarca mükemmel nedenimiz var. Bu yüzden Umud’u Akıl’dan ayırmayı öneriyorum. Umut vahşi ve mantıksız olmalıdır.

Yazdığım her satırda, konuştuğum her kelimede, aslında söylediğim şey basit: Biz bir Hiç değiliz. Bizi mağlup edemedin.

Sırtını duvara dayamış milyonlarca insan için umut ve umutsuzluk üzerine yapılan bu tartışmalar çok büyük bir lükstür. Nükleer bir savaş durumunda bunların hiçbirinin bir önemi olmayacak. Böylesi bir savaş çok açık bir biçimde sonumuz olacak. Gerek iki tarafın da geri adım atmasının gerek de dünyanın geri kalanının devreye girmesinin zamanı geldi. Armageddon bize ikinci bir seçenek sunmayacaktır.

Çeviren: Hasan Ayer

Kaynak: https://thewire.in/rights/arundhati-roy-stuart-hall-memorial-lecture

- Advertisment -