Berlin, bizlere Nazilerin neler yaptığını hatırlatmaktan asla vazgeçmez. Birçok müze totalitarizmi ve Holokost’u konu ediniyor. Avrupa’da Öldürülen Yahudiler Anıtı şehirdeki kocaman bir bloğunu kaplıyor. Yine de bir anlamda bu büyük yapılar anıtlar arasında en önemsiz olanları. Kelimenin tam anlamıyla yeraltında bulunan yakılmış kitaplar anıtı ve Naziler tarafından öldürülen Yahudiler, Sintiler, Romanlar, eşcinseller, akıl hastaları ve diğer kurbanları anmak için kaldırımlara inşa edilen binlerce Stolpersteine ya da “tökezleme taşları” gibi anıtlar, bir zamanlar burada işlenen acımasızlıkların yaygınlığını gözler önüne seriyor. Kasım ayı başlarında, şehirde bir arkadaşımın evine doğru yürürken, Hitler’in sığınağının bulunduğu yeri işaret eden bir bilgilendirme standına rastladım. Bunu daha önce de defalarca denk gelmiştim. Bu stand ,mahalle ilan panosuna benziyor ama Führer’in son günlerinin hikayesini anlatıyor.
Bu anıtların birçoğunun tasarlanıp yerleştirildiği 90’lı yılların sonu ve iki binli yılların başında Berlin’i sık sık ziyaret ettim. Hafıza kültürünün şekillenmesine şahit olmak heyecan vericiydi. Burada bir ülke ya da en azından bir şehir, birçok kültürün yapamadığını yapıyordu: Kendi suçlarına, kendisinin en ama en kötü haline bakıyordu. Fakat ne yazık ki bir noktadan sonra bu çaba, sanki yalnızca bu tarihi hatırlamak için değil, aynı zamanda sadece ve sadece bu tarihin hatırlanmasını ve sadece bu şekilde hatırlanmasını sağlamak için yapılan bir çabaymış gibi durağan, soğuk ve camla çevrilmiş gibi hissettirmeye başladı.
Bu fiziksel ve görsel anlamda da doğrudur. Anıtların çoğunda cam kullanılıyor: Nazi döneminde neredeyse yıkılan ve yarım yüzyıl sonra yeniden inşa edilen Reichstag’ın tepesinde şimdi cam bir kubbe yükseliyor; yanmış kitaplar anıtı camın altında yatmakta; cam bölmeler ve cam panolar, bir zamanlar gelişigüzel olan “Terör Topografyası” adlı çarpıcı koleksiyona bir nizam kazandırıyor. Berlin’de yaşayan Güney Afrikalı Yahudi sanatçı Candice Breitz’in bana söylediği gibi, “1980’lerde devreye giren iyi niyetler çoğu zaman birer dogmaya dönüştü.”
Bellek temsilinin görünürde kalıcı olmadığı az sayıdaki mekân arasında, 1999 yılında tamamlanan Yahudi Müzesi’nin yeni binasındaki galerilerden birkaç tanesi de yer alıyor. Kasım başında ziyaret ettiğimde, zemin kattaki bir galeride “Rehearsing the Spectacle of Spectres” adlı bir video gösterisi sergileniyordu. Video, 7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e yönelik saldırısı sırasında doksandan fazla kişiyi -neredeyse her on kişiden birini- öldürdüğü Kibbutz Be’eri’de geçiyordu. Videoda Be’eri sakinleri, topluluk üyelerinden şair Anadad Eldan’ın bir şiirinin dizelerini sırayla okuyor: “. . . kaburgaların arasındaki bataklıktan / yüzeye çıktı sana batmış olan / ve sen bağırmamak için zorlanıyorsun / dışarıda koşuşturan şekilleri avlamak için.”
Berlin doğumlu İsrailli sanatçılar Nir Evron ve Omer Krieger tarafından hazırlanan video dokuz yıl önce tamamlandı. Video, Gazze Şeridi’nin göründüğü bölgenin havadan görüntüsüyle başlıyor, ardından bazıları sığınak gibi görünen kibbutz evlerine yavaşça zoom yapıyor. Sanatçıların ve şairin başlangıçta ne anlatmak istediklerinden emin değilim; şimdi enstalasyon Be’eri için bir yas çalışması gibi görünüyor.
(Neredeyse yüz yaşında olan Eldan, Hamas saldırısından sağ kurtulmuştu).
Koridorun sonunda, müzeyi tasarlayan mimar Daniel Libeskind’in “boşluklar” olarak adlandırdığı mekanlardan biri mevcut, bunlar binayı delip geçen ve Almanya’daki Yahudilerin nesiller boyunca yokluğunu simgeleyen hava boşluklarından oluşuyor. İsrailli sanatçı Menashe Kadishman’ın “Düşen Yapraklar” adlı eseri, çocukların çizdiği çığlık atan yüzlerin kalıpları gibi, gözleri ve ağızları kesilmiş on binden fazla metal yuvarlaktan oluşuyor. Bu yüzlerin üzerinde yürüdüğünüzde, pranga gibi ya da bir tüfeğin sürgü kolu gibi tıngırdama sesleri çıkarıyorlar. Kadishman eserini Holokost kurbanlarına ve diğer masum savaş ve şiddet kurbanlarına adamıştı.
2015’te ölen Kadishman’ın Gazze ve İsrail’de yaşananlar hakkında ne söyleyeceğini pek bilemiyorum. Lakin, Kibbutz Be’eri’nin akıllardan çıkmayan videosundan demir yüzlerin tıngırtısına doğru yürüdükten sonra, Hamas tarafından öldürülen Yahudilerin hayatlarına karşı misilleme olarak öldürülen binlerce Gazzeli insanı düşündüm. Sonra bunu Almanya’da kamuoyu önünde ifade edersem başımın derde girebileceğini düşünmeye başladım.
9 Kasım’da Kristal gecenin seksen beşinci yıldönümü münasebetiyle Berlin’in Brandenburg Kapısı’na beyaz ve mavi renklerde bir Davut Yıldızı ve “Nie Wieder Ist Jetzt!”-“Bir Daha Asla, Şimdi!”- yazısı yansıtıldı.
Tam da o gün Federal Meclis “Tarihi Sorumluluğun Yerine Getirilmesi” başlıklı bir teklifi görüşüyordu. “Tarihi Sorumluluğun Yerine Getirilmesi: Almanya’da Yahudi Yaşamının Korunması” başlıklı önergede; Almanya’da antisemitizmle mücadeleyi amaçlayan ve antisemit suçlar işleyen göçmenlerin sınır dışı edilmesi; Boykot, Tecrit ve Yaptırım (BDS) Hareketi’ne karşı mücadelenin artırılması; antisemitizmi eleştiren Yahudi sanatçıların desteklenmesi; Alman ve İsrail silahlı kuvvetleri arasındaki işbirliğinin güçlendirilmesi de dahil olmak üzere elliden fazla tedbiri içermekteydi.
Yeşiller Partisi üyesi olan Alman Şansölye Yardımcısı Robert Habeck daha önceki açıklamalarında Almanya’daki Müslümanların “kendi hoşgörü haklarını baltalamamak adına antisemitizmle aralarına net bir mesafe koymaları gerektiğini” söylemişti.
Almanya uzun zamandır Holokost’un hatırlanma ve tartışılma biçimini katı şekilde düzenlemekte. 2008 yılında dönemin Şansölyesi Angela Merkel, İsrail devletinin kuruluşunun altmışıncı yıldönümünde Knesset önünde yaptığı konuşmada, Almanya’nın yalnızca benzeri görülmeyecek bir tarihi suç olarak Holokost’un anısını korumak için değil, aynı zamanda İsrail’in güvenliğini sağlamak için de özel bir sorumluluğu olduğunu vurgulamıştı.
Bu, Almanya’nın Staatsräson’unun, yani Alman devletinin varoluş nedeninin bir parçası haline gelmişti. Habeck’in açıklamaları da dahil olmak üzere, İsrail, Yahudiler ya da antisemitizm konuları her gündeme geldiğinde Almanya’da bu duygu tekrar ediyordu. “’İsrail’in güvenliği Almanya’nın devletinin bir parçasıdır’ ifadesi hiçbir zaman boş bir ifade olmamıştır,” diyordu Habech. “Ve böyle de olmayacaktır”
Aynı zamanda, antisemitizmi neyin oluşturduğuna dair belirsiz ama garip bir şekilde önemli bir tartışma da yaşanmıştır. Hükümetler arası bir kuruluş olan Uluslararası Holokost Anma İttifakı (I.H.R.A.) 2016 yılında aşağıdaki tanımı benimsemiştir: “Antisemitizm, Yahudilere karşı nefret olarak ifade edilebilecek belirli bir Yahudi algısıdır. Antisemitizmin retorik ve fiziksel tezahürleri Yahudi veya Yahudi olmayan bireylere ve/veya onların mülklerine, Yahudi cemaat kurumlarına ve dini tesislerine yöneliktir.”
Bu tanıma, Yahudilerin öldürülmesini istemek ya da haklı göstermek gibi bariz örneklerle başlayan ancak akabinde “İsrail Devleti’nin varlığının ırkçı bir adım olduğunu iddia etmek” ve “Çağdaş İsrail politikasını Nazilerinkiyle karşılaştırmak” gibi on bir tane somut öncül de eşlik etmektedir.
Yukarıdaki tanımın yasal bir geçerliliği yoktu, fakat olağanüstü bir etkiye sahipti.
25 AB üyesi ülke ve ABD Dışişleri Bakanlığı, I.H.R.A. tanımını onaylamış veya benimsemişti. 2019 yılında Başkan Donald Trump, öğrencilerin I.H.R.A. tarafından tanımlanan antisemitizmden tamamen engellenemediği üniversitelerin federal fonların kesilmesini öngören bir kararname imzaladı. Bu yıl 5 Aralık’ta ABD Temsilciler Meclisi, I.H.R.A. tarafından tanımlanan antisemitizmi kınayan bağlayıcı olmayan bir kararı kabul etti. Bu karar iki Yahudi Cumhuriyetçi temsilci tarafından önerildi. New York’tan Jerry Nadler de dahil olmak üzere önde gelen birkaç Yahudi Demokrat tarafından ise protesto edildi.
2020 yılında bir grup akademisyen, Kudüs Deklarasyonu adını verdikleri alternatif bir antisemitizm tanımı önerdiler. Bildiri antisemitizmi “Yahudi oldukları için Yahudilere (veya Yahudi oldukları için Yahudi kurumlarına) karşı ayrımcılık, önyargı, düşmanlık veya şiddet” olarak tanımlıyor ve İsrail karşıtı söylem ve eylemleri antisemitik olanlardan ayırmaya yardımcı olacak örnekler sunmaya çalışıyordu.
Fakat Holokost üzerine çalışan önde gelen akademisyenlerden bazıları bildirinin hazırlanmasına katılmış olsa bile, bildiri I.H.R.A. tanımının artan etkisinin önüne pek geçemedi. 2021 yılında Avrupa Komisyonu, I.H.R.A. tanımının “pratik kullanımı amacıyla” bir el kitabı yayınlayarak, diğer hususların yanı sıra, nefret suçlarının tanınması için kolluk kuvvetlerinin eğitiminde bu tanımın kullanılmasını önerdiği gibi aynı zamanda antisemitizm için devlet savcılığı veya koordinatörlüğü veya komiserliği pozisyonunun oluşturulmasını önermişti.
Almanya bu öneriyi çoktan uygulamaya koymuştu. Ülke 2018 yılında, bazıları savcılıklarda veya polis merkezlerinde görevli olan eyalet ve yerel düzeydeki komisyon üyelerini içeren geniş bir bürokrasi olan Almanya’da Yahudi Yaşamı ve Antisemitizmle Mücadele Federal Hükümet Komiserliği Ofisi’ni kurdu.
O tarihten bu yana Almanya’da antisemit olayların sayısında neredeyse kesintisiz bir artış kaydedildi. 2019’da iki binden fazla, 2021’de üç binden fazla ve bir izleme grubuna göre Hamas saldırısını takip eden ayda şok edici 994 olay yaşandı. Fakat istatistikler, Almanların Israelbezogener Antisemitismus (İsrail hükümetinin politikalarının eleştirilmesi örneğinde olduğu gibi İsrail ile ilgili bir antisemitizm) olarak adlandırdıkları durumu, 2019 yılında Halle’de bir sinagoga düzenlenen ve iki kişinin ölümüne neden olan silahlı saldırı girişimi gibi şiddet içeren saldırılarla bir arada değerlendiriyor. 2022’de Essen’de eski bir hahamın evine ateş açılması ve bu sonbaharda Berlin’deki bir sinagoga iki molotof kokteyli atılması gibi olayları da bu istatistiklerin içinde harmanlıyor. Fakat aslında şiddet içeren olayların sayısı nispeten sabit kalmış ve Hamas saldırısının ardından artış göstermemişti.
Şu anda Almanya genelinde düzinelerce antisemitizm komisyonu bulunuyor. Görev tanımları ya da yasal çerçeveleri belli olmayan bu komisyon üyelerinin işlerinin büyük bir kısmı, antisemitik olarak gördükleri kişileri, genellikle “Holokost’u sıradanlaştırdıkları” ya da İsrail’I eleştirdikleri için kamuoyu önünde küçük düşürmekten ibaret gibi görünüyor. Bu komisyon üyelerinin neredeyse hiçbiri Yahudi değil.
Aslında, hedef aldıkları kişiler arasında Yahudilerin oranı kesinlikle daha yüksek. Bunlar arasında BDS hareketini desteklediği için hedef alınan Alman-İsrailli sosyolog Moshe Zuckermann ve Güney Afrikalı Yahudi fotoğrafçı Adam Broomberg de bulunuyor.
2019 yılında Federal Meclis, BDS’yi antisemitik olarak kınayan ve BDS ile bağlantılı etkinlik ve kurumlardan devlet fonlarının kesilmesini isteyen bir kararı kabul etti. Tasarının bir versiyonu ilk olarak, o zamanlar Alman parlamentosunda nispeten yeni olan radikal sağcı etnik milliyetçi parti AfD tarafından sunulmuştu. Ana akım politikacılar AfD’den geldiği için önergeyi tabii ki de reddettiler. Ancak antisemitizmle mücadelede başarısız görünmekten korktukları için de hemen benzer bir önerge sunuverdiler. Önerge neredeyse rakipsizdi ve karşı konulamazdı, çünkü BDS’yi “Alman tarihinin en korkunç dönemiyle” ilişkilendiriyordu. Hareketin liderlerini açıkça antisemitik açıklamalar yapan ve Nazi dönemi milliyetçi dilinin yeniden canlandırılmasını destekleyen kişiler olarak göstermek AfD için hem antisemitizm hayaletini hortlatmak hem siyasi ana akım oylarına talip olmak hem de Müslüman göçmenlere karşı kullanılabilecek bir silah olarak mükemmel, alaycı bir şekilde kullanılan bir siyasi araç görevi görüyordu.
Güney Afrika ırk ayrımcılığına karşı boykot hareketinden esinlenen BDS hareketi, İsrail’deki Filistinlilere eşit haklar sağlamak, işgali sona erdirmek ve Filistinli mültecilerin geri dönüşünü teşvik etmek için ekonomik baskıyı kullanmayı amaçlamaktadır. Birçok kişi BDS hareketini İsrail devletinin var olma hakkını desteklemediği için sorunlu bulmaktadır; gerçekten de bazı BDS destekçileri Siyonist projenin tamamen ortadan kaldırılmasını arzulamaktadır. Yine de destekçilerinin açıkça silahlı mücadeleye bir alternatif olarak konumlandırdığı şiddet içermeyen bir boykot hareketini Holokost ile ilişkilendirmenin Holokost göreceli mantığının bizzat ta kendisi olduğu da iddia edilebilir. Fakat Alman hafıza politikasının mantığına göre, BDS Yahudilere yönelik olduğu için -her ne kadar hareketin destekçilerinin çoğu Yahudi olsa da- antisemitiktir. Yahudilerin İsrail devleti ile özünde bir tutulmasının antisemitik olduğu, hatta I.H.R.A.’nın antisemitizm tanımına uyduğu da pekala savunulabilir. AfD’nin olaya dahil olması ve önergenin büyük ölçüde Yahudilere ve beyaz olmayan insanlara karşı kullanılması göz önüne alındığında, bu argümanın taraftar bulacağı bekleyebiliriz. Ancak bu beklentimiz yanlış olacaktır.
Alman Anayasası, ABD Anayasası’ndan farklı olarak, diğer birçok Avrupa ülkesinin anayasaları gibi, ifade özgürlüğünü mutlak bir şekilde garanti altına alacak şekilde düzenlenmemiştir. Bununla birlikte, sadece basında değil, sanat ve bilimde, araştırma ve öğretimde de ifade özgürlüğü taahhüt edilmektedir.
BDS kararının yasalaşması halinde anayasaya aykırı sayılması mümkün. Fakat henüz bu şekilde test edilmedi. Kararı kendine özgü bir şekilde etkili kılan şeylerden biri de Alman devletinin alışılagelmiş cömertliği: neredeyse tüm müzeler, sergiler, konferanslar, festivaller ve diğer kültürel etkinlikler federal, eyalet veya yerel yönetimlerden fon alıyor. Bir keresinde çok önemli bir sanatçı olan Candice Breitz bana “Bu McCarthyist bir ortam yarattı” demişti. “Ne zaman birini davet etmek isteseler ya da davet etmeyi düşünseler,”-yani bir etkinliği finanse eden devlet kurumu hangisi olursa olsun-“ önce Google’da adını “BDS”, ‘İsrail’, ‘apartheid’ ile aratıyorlar. “
Birkaç yıl önce, sanatında ırk ve kimlik konularını ele alan Breitz ve Los Angeles’taki California Üniversitesi’nde Holokost çalışmaları kürsüsü sahibi Michael Rothberg, Alman Holokost belleği üzerine “Konuşmamız Gerek” adlı bir sempozyum düzenlemeye çalıştılar.
Aylar süren hazırlıkların ardından, programda Auschwitz ile 1904-1908 yılları arasında Alman sömürgeciler tarafından şimdiki Namibya’da Herero ve Nama halklarına karşı gerçekleştirilen soykırım arasında bağlantı kuran bir panelin yer alması nedeniyle devlet tarafından fonları kesildi. Breitz, “Shoah’ın bazı teknikleri o zamanlar geliştirilmiştir,” diyordu. “Ancak Alman sömürgeciliği ve Shoah hakkında aynı cümlede konuşmanıza izin verilmiyor çünkü bu ikisini ‘eşitleme’ anlamına gelecektir.“
Holokost’un tekilliği konusundaki ısrar ve Almanya’nın Holokost’la hesaplaşma konusundaki kararlılığının merkeziliği aynı madalyonun iki yüzü gibidir: Holokost’u Almanların her zaman hatırlaması ve bahsetmesi gereken, ancak tekrarlamaktan korkmamaları gereken bir olay olarak konumlandırırlar, çünkü Holokost yaşanmış ya da yaşanacak başka hiçbir şeye benzemez.
Berlin’deki Antisemitizm Araştırma Merkezi’nin başında bulunan Alman tarihçi Stefanie Schüler-Springorum, birleşik Almanya’nın Holokost’la hesaplaşmayı ulusal ülküsü haline getirdiğini ve bunun sonucunda “diğer Alman suçları veya diğer soykırımlarla karşılaştırmalar yaparak tarihsel olayın kendisine ilişkin anlayışımızı ilerletmeye yönelik her türlü girişimin, bu yeni ulus-devletin temeline yönelik bir saldırı olarak algılanabileceğini ve algılandığını” savunmakta. Belki de “bir daha asla, şimdi“ sözünün anlamı tam olarak budur.
Holokost’tan sağ kurtulan bazı büyük Yahudi düşünürler, hayatlarının geri kalanını dünyaya bu dehşetin benzersiz bir şekilde ölümcül olsa da bir sapma olarak görülmemesi gerektiğini anlatmaya çalışarak geçirdi. Holokost’un yaşanmış olması, bunun mümkün olduğu ve hala mümkün olabileceği anlamına geliyordu. Sosyolog ve filozof Zygmunt Bauman, Holokost’un kitlesel, sistematik ve etkili doğasının modernitenin bir işlevi olduğunu, hiçbir şekilde önceden belirlenmemiş olsa da yirminci yüzyılın diğer icatlarıyla aynı çizgide olduğunu ileri sürmüştür. Theodor Adorno, insanları otoriter liderleri takip etmeye yönelten şeyin ne olduğunu araştırmış ve başka bir Auschwitz’I önleyecek ahlaki bir ilke arayışına girmişti.
1948 yılında Hannah Arendt, “Çağımızın en rahatsız edici siyasi olgularından biri, yeni kurulan İsrail devletinde, örgütlenmesi, yöntemleri, siyasi felsefesi ve toplumsal cazibesiyle Nazi ve Faşist partilere çok benzeyen bir siyasi parti olan ‘Özgürlük Partisi’nin (Tnuat Haherut) ortaya çıkmasıdır” diye başlayan bir açık mektup kaleme almıştı. Holokost’tan sadece üç yıl sonra Arendt, İsrailli bir Yahudi partisini Nazi Partisi ile karşılaştırıyordu ki bu bugün I.H.R.A.’nın antisemitizm tanımının açık bir ihlali olurdu. Arendt karşılaştırmasını, Özgürlük Partisi’nin paramiliter öncülü olan Irgun’un, savaşa katılmamış ve askeri bir hedef olmayan “Deir Yassin” adlı Arap köyüne yaptığı bir saldırıya dayandırıyordu. Saldırganlar “köy sakinlerinin çoğunu – 240 erkek, kadın ve çocuk – öldürmüş ve birkaçını da esir olarak Kudüs sokaklarında geçit töreni yapmak üzere canlı tutmuşlardı.”
Arendt’in mektubunun gerekçesi, partinin lideri Menachem Begin’in ABD’ye yapmayı planladığı ziyaretti. Nazilerden kaçan bir başka Alman Yahudisi olan Albert Einstein da Arendt’in mektubuna imza atmıştı. Otuz yıl sonra Begin İsrail Başbakanı oldu.
Yarım yüzyıl sonra, Berlin’de, Einstein’ın adını taşıyan bir araştırma enstitüsünü yöneten filozof Susan Neiman, “Hafızayı Gaspetmek: Holokost ve Yeni Sağ” adlı konferansın açılışında konuştu. Neiman, Almanya’nın bellek kültürünü kullanma biçimlerine meydan okuması dolayısıyla büyük tepkilerle karşılaşabileceğini öne sürüyordu. İsrail vatandaşı olan Neiman, hafıza ve ahlak üzerine çalışan bir akademisyen. Kitaplarından bir tanesi” Almanlardan Ders Çıkarmak: Irk ve Kötülüğün Hafızası” başlığını taşımakta. Neiman, geçtiğimiz birkaç yıl içinde hafıza kültürünün artık “çığırından çıktığını” söylüyordu.
Örneğin Almanya’nın BDS karşıtı kararı, ülkenin kültürel alanı üzerinde belirgin bir ürpertici etki yarattı. Aachen şehri Lübnan asıllı Amerikalı sanatçı Walid Raad’a verdiği on bin avroluk ödülü geri aldı; Dortmund şehri ve on beş bin avroluk Nelly Sachs Ödülü jürisi de benzer şekilde İngiliz-Pakistanlı yazar Kamila Shamsie’ye verdikleri ödülü iptal etti. Federal antisemitizm komisyonunun Achille Mbembe’yi BDS’yi desteklemek ve “Holokost’u göreceleştirmekle” suçlamasının ardından Kamerunlu siyaset felsefecisi Achille Mbembe’nin davet edildiği büyük bir festival birden sorgulanmaya ve eleştirilmeye başlanmıştı. (Mbembe boykot hareketiyle bir bağlantısı olmadığını belirtti; festivalin kendisi ise Covid nedeniyle sonradan iptal edildi).
Berlin Yahudi Müzesi müdürü Peter Schäfer, BDS’yi desteklemekle suçlandıktan sonra 2019 yılında istifa etmek zorunda kaldı- aslında boykot hareketini desteklemiyordu, ancak müze Twitter’da, kararın eleştirisini içeren bir gazete makalesinin bağlantısını yayınlamıştı.
Benjamin Netanyahu yönetimi de Merkel’den müzenin finansmanını kesmesini istemişti çünkü Başbakan Netanyahu’ya göre Kudüs’le ilgili sergi kentteki Müslümanlara çok fazla değer veren bir pozisyonu savunuyordu. (Almanya’nın BDS kararı içeriği bakımından değil ama etkisi bakımından benzersiz olabilir: ABD eyaletlerinin çoğunda boykotu antisemitizmle eş tutan ve boykotu destekleyen kişi ve kurumlardan devlet fonlarını kesen yasalar yürürlükte).
“Konuşmamız Gerek” başlıklı sempozyumun iptal edilmesinin ardından Breitz ve Rothberg yeniden bir araya gelerek “Hâlâ Konuşmamız Gerek” başlıklı bir sempozyum önerisi daha hazırladılar. Konuşmacı listesi gerçekten de tertemizdi. Bir devlet kurumu herkesi incelemeye aldı ve toplantıyı ancak bu şekilde finanse etmeyi kabul etti. Sempozyumun Aralık başında yapılması planlanıyordu. Akabinde Hamas İsrail’e saldırdı. Breitz, “Bundan sonra hemen her Alman politikacının Filistinli konuşmacıların ya da ‘apartheid’ kelimesinin geçtiği bir etkinlikle bağlantılı olmayı son derece riskli göreceğini çok iyi biliyorduk” dedi.
Ne yazık ki Breitz 17 Ekim’de finansmanın geri çekildiğini öğrendi. Bu arada, Almanya’nın dört bir yanında polis Gazze’de ateşkes çağrısı yapan ya da Filistinlilere destek veren gösterilere müdahale ediyordu. Breitz ve birkaç kişi sempozyum yerine bir protesto düzenledi. Adını da “Hâlâ Konuşmaya İhtiyacımız Var” koydular. Gösterinin yaklaşık bir saat sonrasında polis kalabalığı sessizce yararak üzerinde “Nehirden Denize, Eşitlik İstiyoruz” yazan bir karton postere el koydu. Pankartı taşıyan kişi İsrailli Yahudi bir kadındı…
“Tarihsel Sorumluluğun Yerine Getirilmesi” önerisi o zamandan beri komitede bekletiliyor. Yine de antisemitizme karşı yürütülen performatif savaş hızlanmaya devam ediyordu. Kasım ayında, sanat dünyasının en önemli sergilerinden biri olan Documenta’nın planlaması, Süddeutsche Zeitung gazetesinin sanatsal organizasyon komitesinin bir üyesi olan Ranjit Hoskote’nin 2019 yılında imzaladığı bir dilekçeyi ortaya çıkarmasının ardından altüst oldu. Hoskote’nin memleketi Mumbai’de Siyonizm ve Hindutva üzerine planlanan bir etkinliği protesto etmek için yazılan dilekçede Siyonizm, “Yahudi olmayanların eşit haklara sahip olmadığı, yerleşimci-sömürgeci, apartheid bir devlet çağrısında bulunan ve uygulamada Filistinlilerin etnik temizliğine dayanan ırkçı bir ideoloji” olarak kınanıyordu.
Süddeutsche Zeitung bunu “Antisemitizm” başlığı altında haberleştirdi. Hoskote istifa etti ve komitenin geri kalanı da onu takip etti. Bir hafta sonra ise Breitz gazetede, Saarland’daki bir müzenin, “Hamas’ın İsrail devletine karşı yürüttüğü saldırı savaşı bağlamındaki tartışmalı ifadeleriyle bağlantılı olarak sanatçı hakkında medyada yer alan haberler nedeniyle” 2024 yılı için planlanan bir sergisini iptal ettiğini okuyordu.
Bu Kasım ayında, trenle Polonya’yı ve ardından Ukrayna’yı geçerek Kiev’e gitmek üzere Berlin’den ayrıldım. Bu topraklardaki Yahudi tarihiyle olan ilişkim hakkında birkaç şey söylemek için burası kadar uygun bir yer yok benim nezdimde.
Birçok Amerikalı Yahudi Polonya’ya eski Yahudi mahallelerinden geriye kalan çok az şeyi ziyaret etmek için gidiyordu. Uzun zaman önce yok olan ailelerin bıraktığı tariflere göre yeniden yapılan yemekleri yemek ve Yahudi tarihi, Yahudi gettoları ve Nazi toplama kampları hakkındaki turlara katılmak için burayı ziyaret ediyorlardı.
Ben 1970’li yıllarda Sovyetler Birliği’nde, Holokost’un her zaman var olan gölgesinde büyüdüm. Zira, ailemin sadece bir kısmı Holokost’tan kurtulmuştu ve Sovyet sansürcüleri Holokost’tan kamusal alanda bahsedilmesini engelliyorlardı. Dokuz yaşımdayken bazı Nazi savaş suçlularının hala serbest olduğunu öğrendiğimde artık uyuyamaz olmuştum. Onlardan birinin beşinci kattaki balkonumuza tırmanıp beni kaçırdığı kabuslar görüyordum.
Yazları kuzenimiz Anna ve oğulları Varşova’dan ziyarete gelirlerdi. Ailesi Varşova Gettosu yandıktan sonra kendilerini öldürmek istemişti. Anna’nın babası kendini bir trenin önüne atmış ve annesi de üç yaşındaki Anna’yı beline bir şalla bağlayıp nehre atlamıştı. Polonyalı bir adam tarafından sudan çıkarılan Anna ve annesi kırsalda saklanarak savaştan bir şekilde kurtulmuşlardı. Hikayeyi biliyordum ama bundan bahsetmeme pek müsaade edilmiyordu. Anna, Holokost’tan kurtulan biri olduğunu öğrendiğinde bir yetişkindi ve bunu benim yaşlarımda olan kendi çocuklarına anlatmak için beklemişti. Polonya’ya ilk kez bin dokuz yüz doksanlarda, Majdanek’te öldürülmeden önce Białystok Gettosu’nda yaklaşık üç yıl geçiren büyük büyükbabamın kaderini araştırmak için gitmiştim.
Polonya’daki Holokost anıları ile mücadele Almanya’dakiyle paralel biçimde seyrediyor. Her iki ülkede mücadele edilen fikirler farklı olsa dahi, sağcı politikacıların İsrail devleti ile birlikte hareket etmesi iki ülke için de ortak bir durum. Almanya’da olduğu gibi Polonya’da da 1990’larda ve 2000’lerde hem ulusal hem de yerel düzeyde Sovyet yıllarının sessizliğini bozan, tutkulu anılaştırma/hafıza çabalarına sahne oldu. Polonyalılar, kurbanlarının yarısı Nazi işgali altındaki Polonya Holokost’unda öldürülen Yahudileri ve onlarla birlikte kaybolan Yahudi kültürünü anmak için müzeler ve anıtlar inşa etmişlerdi Sonrasında ise tepkiler gelmeye başladı. Bu tepkiler 2015 yılında sağcı, liberal olmayan Hukuk ve Adalet Partisi’nin iktidara gelmesiyle aynı zamana denk geliyor. Polonyalılar artık Nazilerden korumaya çalıştıkları Yahudilerle birlikte kendilerinin de Nazi işgalinin kurbanları olduklarını anlatan alternatif bir tarih anlatısı istiyorlardı.
Ancak bu anlatı doğru değildi. Kuzenim Anna örneğinde olduğu gibi, Polonyalıların Yahudileri Almanlardan kurtarmak için hayatlarını tehlikeye attığı durumlar son derece nadirdi. Bunun tam tersi ise -işgal öncesi Polonya devletinin polis veya belediye daireleri gibi tüm kurumları- Yahudilerin toplu katliamını gerçekleştiriyordu- daha yaygındı. Ancak Polonyalıların Holokost’taki rolünü inceleyen tarihçiler anında saldırıya uğruyorlar.
Polonya doğumlu Princeton tarihçisi Jan Tomasz Gross, Polonyalıların Almanlardan daha fazla Polonyalı Yahudi öldürdüğünü yazdığı için sorgulanmış ve yargılanmakla tehdit edilmişti. Emekli olduktan sonra bile Polonyalı yetkililer Gross’un peşini bırakmadı. Hükümet, benzer bir şekilde Varşova’nın yenilikçi Polonya Yahudi tarihi müzesi Polin’in başkanı Dariusz Stola’yı görevinden aldı. Tarihçiler Jan Grabowski ve Barbara Engelking, bir Polonya köyünün belediye başkanının Holokost’ta işbirlikçilik yaptığına dair bir yazı yayımladıkları için mahkemeye bile çıkarıldı.
Grabowski ve Engleking’in davası hakkında yazdığımda, hayatımın en korkunç ölüm tehditlerinden bazılarını almıştım. (Çok sayıda ölüm tehdidi aldım; o kadar çok ki artık unutuyorum bile)
Bir tanesi iş e-posta adresime gönderilmişti: “Polonya ve Polonyalılar hakkında yalanlar yazmaya devam edersen, bu kurşunları vücuduna yiyeceksin. Ekte ne gönderdiğime bak! Her diz kapağına beş tane, böylece bir daha yürüyemeyeceksin. Ama Yahudi nefretini yaymaya devam edersen de bir sonraki 5 kurşunu kukuna boşaltacağım. Üçüncü adımı fark edemeyeceksin bile. Ama merak etme, senin yanına bu hafta ya da sekiz hafta sonra gelmeyeceğim, bu e-postayı unuttuğunda geri döneceğim. Belki 5 yıl içinde. Sen benim listemdesin. . . .”
Ekte bir avuç içinde iki parlak mermi resmi vardı. Bir hükümet yetkilisi tarafından yönetilen Auschwitz-Birkenau Devlet Müzesi, Dünya Yahudi Kongresi’nin hesabıymış gibi yaparak makalemi kınayan bir tweet bile attı. Birkaç ay sonra ise bir üniversiteden aldığım konuşma daveti reddedilmişti. Çünkü üniversite, konuşma temsilcime antisemit olabileceğime dair söylentilerin ortaya çıktığını söylemişti.
Polonya’nın Holokost’u anma ve Holokost hafızası tantanası boyunca İsrail Polonya ile dostane ilişkilerini elbette ki sürdürdü. 2018 yılında Netanyahu ve Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki, “Naziler ve onların farklı uluslardan işbirlikçileri tarafından işlenen vahşetten Polonya’yı ya da Polonya ulusunu bir bütün olarak sorumlu tutmayı amaçlayan eylemlere” karşı ortak bir bildiri yayınladı.
Açıklamada, yanlış bir şekilde, “sürgündeki Polonya hükümeti tarafından denetlenen Polonya yeraltı devleti yapılarının Yahudilere sistematik yardım ve destek mekanizması oluşturduğu” iddia edildi. Netanyahu, Polonya ve Macaristan gibi Orta Avrupa ülkelerinin liberal olmayan hükümetleriyle ittifaklar kurarak Avrupa Birliği’nde işgal karşıtı bir konsensüsün oluşmasını engellemeye çalışıyordu. Bunun içinse Holokost hakkında yalan söylemeye her daim hazırdı.
Her yıl on binlerce İsrailli genç liseden mezun olmadan önce Auschwitz müzesine gidiyor (ancak geçen yıl güvenlik sorunları ve Polonya hükümetinin Polonyalıların Holokost’taki rolünün tarihten silinmesi yönündeki artan ısrarı nedeniyle geziler iptal edildi).
Bu, genç İsraillilerin orduya katılmasından sadece bir ya da iki yıl önce gerçekleşen güçlü ve kimlikleri şekillendirici bir gezi. İsrail’de işgal karşıtı bir savunuculuk grubu olan Breaking the Silence’ın kurucularından olan Noam Chayut, on dokuzlu yılların sonunda gerçekleşen kendi lise gezisi hakkında şunları kaleme almıştı: “Şimdi, Polonya’da, liseli bir genç olarak, aidiyet, öz sevgi, güç ve gurur ve katkıda bulunma, yaşama ve güçlü olma arzusu hissetmeye başladım, artık o kadar güçlü hissediyorum ki kimse beni incitmeye çalışamayacak.”
Chayut bu duygusunu İsrail Savunma Kuvvetleri’ne de taşıdı. İsrail Savunma Kuvvetleri de onu işgal altındaki Batı Şeria’ya gönderdi. Bir gün mülklere el koyma ilanlarını asıyordu. Yakınlarda bir grup çocuk oynuyordu. Chayut küçük bir kıza nazik ve tehditkâr olmayan bir gülümseme attı. Çocukların geri kalanı kaçışmaya başladı, ancak kız donakaldı, korktu ve sonunda kız da kaçana kadar korkudan donakalmış biçimde bekledi Daha sonra Chayut, bu karşılaşmanın yol açtığı dönüşüm hakkında bir kitap yayınladı: “Ne de olsa cipte zincirlenmiş bir çocuk ve annesi ile teyzesini götürmek için gece geç saatlerde evine girdiğimiz kız da vardı. Ve bir sürü çocuk vardı, yüzlercesi, odalarını ve eşyalarını karıştırırken çığlık atıyor ve ağlıyorlardı. Bir de duvarını patlayıcı ile patlattığımız ve kafasından sadece birkaç santimetre uzakta bir delik açan Ceninli bir çocuk vardı. Mucizevi bir şekilde yara almamıştı ama eminim işitme duyusu ve zihni çok kötü etkilenmişti.”
Fakat Chayut, o gün o kızın gözlerinde, kendisine öğretilen türden yok edici bir kötülüğün yansımasını gördü, ancak bu sadece 1933 ile 1945 yılları arasında ve sadece Nazilerin hüküm sürdüğü yerlerde vardı. Chayut kitabına “Holokost’umu Çalan Kız” adını verdi.
Polonya sınırından Kiev’e giden trene bindim. Yaklaşık otuz dört bin Yahudi, 1941 Eylül’ünde şehrin eteklerindeki dev bir vadi olan Babyn Yar’da sadece otuz altı saat içinde kurşuna dizildi. Savaş sona ermeden önce on binlerce insan daha orada öldü. Bu, günümüzde kurşunla işlenen Holokost olarak bilinen olay. Bu katliamların gerçekleştiği ülkelerin çoğu – Baltıklar, Beyaz Rusya, Ukrayna – İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Sovyetler Birliği tarafından yeniden sömürgeleştirildiler. Muhalifler ve Yahudi kültür aktivistleri bu trajedilerin anısını yaşatmak, tanıklık ve isim toplamak ve mümkün olan yerlerde bu yerleri bizzat onarıp korumak için özgürlüklerini riske attılar. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, hafıza projeleri Avrupa Birliği’ne katılma çabalarına eşlik etti.
Bu sırada tarihçi Tony Judt, 2005 yılında yayınlanan “Savaş Sonrası” adlı kitabında “Holokost’un tanınması bizim çağdaş Avrupa’ya giriş biletimizdi” diye yazıyordu.
Örneğin Riga’nın dışında, 1941 yılında yaklaşık yirmi beş bin Yahudi’nin öldürüldüğü Rumbula ormanında, Letonya’nın AB’ye kabul edilmesinden iki yıl önce, 2002 yılında bir anıt yapıldı. Babyn Yar’I anmak için ciddi bir çaba ise, Ukrayna’yı AB’ye doğru uzanan bir yola sokan 2014 devriminden sonra başladı. 2022 Şubat’ında Rusya Ukrayna’yı işgal ettiğinde, birkaç küçük yapı tamamlanmış ve daha büyük bir müze kompleksi için büyük planlar yapılmıştı. İşgalle birlikte müzenin inşaatı durdu. Savaşın başlamasından bir hafta sonra bir Rus füzesi anıt kompleksinin hemen yanına isabet ederek en az dört kişinin ölümüne sebep oldu. O zamandan beri, projeyle ilişkili bazı insanlar kendilerini savaş suçları araştırmacılarından oluşan bir ekip biçiminde yeniden yapılandırdılar.
Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, İsrail’in Ukrayna’ya desteğini kazanmak amacıyla ciddi bir kampanya yürütüyor. Mart 2022’de Knesset’te yaptığı konuşmada kendi Yahudi mirasına vurgu yapmak yerine Yahudiler ve Ukraynalılar arasındaki koparılmaz tarihsel bağa odaklanıyordu. Putin rejimi ile Nazi Partisi arasında açık paralellikler olduğunu ifade ediyordu. Hatta seksen yıl önce Ukraynalıların Yahudileri kurtardığını dahi iddia etti. (Polonya’da olduğu gibi, böyle bir yardımın yaygın olduğu iddiası gerçek dışıdır.)
Ancak Polonya’nın sağcı hükümeti için işe yarayan şey, Ukrayna’nın Avrupa yanlısı lideri için işe yaramadı. Ukrayna, Hamas ve Hizbullah’ı açıkça destekleyen bir ülke olan Rusya’ya karşı verdiği savaşta İsrail’den talep ettiği yardımı hiçbir zaman göremedi.
Yine de 7 Ekim saldırısından önce ve sonra Ukrayna’da belki de en çok duyduğum cümle “İsrail gibi olmalıyız” oldu. Politikacılar, gazeteciler, entelektüeller ve sıradan Ukraynalılar İsrail’in kendisi hakkında anlattığı, etrafını saran düşmanlara karşı güçlü duran küçük ama güçlü bir demokrasi adası hikayesiyle kendilerini özdeşleştiriyorlar. Bazı Ukraynalı solcu aydınlar, işgalci bir güce karşı sömürgecilik karşıtı bir savaş veren Ukrayna’nın kendi yansımasını İsrail’de değil Filistin’de görmesi gerektiğini savunuyor. Bu sesler marjinal ve çoğunlukla yurtdışında okuyan ya da okumuş genç Ukraynalılara ait. Hamas saldırısının ardından Zelensky, İsrail ve Ukrayna arasında bir destek ve birlik göstergesi olarak apar topar İsrail’e koşmak istedi. Fakat İsrailli yetkililerin başka fikirleri var gibi görünüyor; çünkü ziyaret gerçekleşmedi.
Ukrayna, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini Nazi Almanyası’nın soykırım saldırganlığına benzediğini İsrail’e kabul ettirmeye çalışırken, Moskova yönetimi Zelenskiy hükümetini, Ukrayna ordusunu ve Ukrayna halkını Naziler olarak göstermek üzerine bir propaganda evreni inşa etmekte. İkinci Dünya Savaşı, Rusya’nın yarattığı tarih mitinin temel olayıdır. Vladimir Putin döneminde, savaşı yaşayan son insanlar da ölürken, anma etkinlikleri Rusya’nın mağduriyetini kutsayan karnavallara dönüştü. SSCB bu savaşta en az yirmi yedi milyon insanını kaybetmişti ve bunların çok büyük bir kısmı Ukraynalıydı. Sovyetler Birliği ve Rusya 1945’ten bu yana neredeyse kesintisiz olarak savaşmıştır, ancak “savaş” kelimesi hala İkinci Dünya Savaşı ile eş anlamlıdır ve “düşman” kelimesi “faşist” ve “Nazi” kelimeleriyle birbirinin yerine kullanılmaktadır. Bu da Putin’in yeni bir savaş ilan ederken Ukraynalıları Nazi olarak damgalamasını çok daha kolay hale getiriyor.
Netanyahu, Hamas’ın müzik festivaline düzenlediği saldırıları kurşunlu Holokost’a benzetmişti. Başkan Biden da dahil olmak üzere dünya liderleri tarafından benimsenen ve yeniden dolaşıma sokulan bu karşılaştırma, İsrail’in Gazze sakinlerine toplu cezalandırma uygulama gerekçesini güçlendirmeye hizmet ediyor. Benzer şekilde Putin “Nazi” ya da “faşist” derken, Ukrayna hükümetinin çok tehlikeli olduğunu ve Rusya’nın Ukrayna şehirlerini kuşatarak sivilleri öldürmekte ve hava bombardımanı yapmakta haklı olduğunu kastetmektedir. Elbette arada önemli farklar var: İlk olarak Ukrayna’nın Rusya’ya saldırdığı iddiası ve Ukrayna hükümetini faşist olarak nitelendirmesi tamamıyla yanlış; Hamas ise İsrail’e saldırmış ve henüz tam olarak kavrayamadığımız vahşetlere imza atmış zalim bir örgüt. Fakat söz konusu olan çocukların öldürülmesi olduğunda gerçekten bu farklılıkların bir önemi var mı?
Rusya’nın Ukrayna’yı geniş çaplı işgalinin ilk haftalarında, Rus birlikleri Kiev’in batı banliyölerini işgal ederken, Kiev’deki İkinci Dünya Savaşı Müzesi’nin müdürü Yurii Savchuk, bizzat müzede yaşıyor ve ana sergiyi yeniden tasarlıyordu. Ukrayna ordusunun Rusları Kiev bölgesinden çıkarmasından bir gün sonra, Ukrayna silahlı kuvvetleri başkomutanı Valerii Zaluzhnyi ile görüştü ve eser toplamaya başlamak için izin aldı. Savchuk ve ekibi Bucha, Irpin ve Ukraynalıların deyimiyle “işgalden yeni kurtulmuş” diğer kasaba ve şehirlere giderek henüz hikayelerini anlatmamış insanlarla görüştü. Savchuk bana “Bu, kazılardan ve yeniden defin işlemlerinden önceydi” dedi. “Savaşın gerçek yüzünü tüm duygularıyla birlikte gördük. Korku, dehşet atmosferin her yerindeydi ve biz onu havayla birlikte içimize çekiyorduk.”
Mayıs 2022’de müze “Ukrayna – Çarmıha Gerilme” başlıklı yeni bir sergi açtı. Sergi, Savchuk’un ekibinin topladığı Rus askerlerinin postallarının sergilenmesiyle başlıyordu.
Bu garip bir tersine dönüş: Hem Auschwitz Müzesi hem de Washington, D.C.’ deki Holokost Müzesi, Holokost kurbanlarına ait yüzlerce veya binlerce ayakkabıyı sergiledi. Bunlar, kaybın sadece küçük bir kısmını gösterseler bile, kaybın boyutunu ortaya koyuyor. Kiev’deki sergi tehdidin boyutunu gösteriyor. Çizmeler müzenin zeminine, Kızıl Ordu’nun sembolü olan ve Ukrayna’da gamalı haç kadar uğursuz hale gelen beş köşeli yıldız şeklinde dizilmiş. Eylül ayında Kiev, eskiden Zafer Meydanı olarak adlandırılan yerde bulunan İkinci Dünya Savaşı anıtındaki beş köşeli yıldızları kaldırdı; bu anıtın adı değiştirildi çünkü “Zafer” kelimesi Rusya’nın hala Büyük Vatanseverlik Savaşı olarak adlandırdığı savaştaki kutlamalarını çağrıştırıyor. Şehir ayrıca anıtın üzerindeki tarihleri de değiştirdi: Sovyetler Birliği ile Almanya arasındaki savaş yılları olan “1941-1945” yerine “1939-1945”. Görüldüğü üzere, hafıza her bir anıtla ‘düzeltilmiş’ oluyor.
1954 yılında bir İsrail mahkemesi, Israel Kastner adlı bir Macar Yahudisi’nin adının karıştığı bir iftira davası ile ilgileniyordu. On yıl önce, Almanya Macaristan’ı işgal ettiğinde ve Macarlar için geç de olsa Yahudileri toplu katliama tabi tutmaya başladığında Kastner, Yahudi cemaatinin lideri olarak Adolf Eichmann’ın kendisiyle görüşmelere başlamıştı. Kastner, Macaristan’daki Yahudilerin hayatlarını on bin kamyonla satın almayı teklif etti. Bu teklifi kabul edilmeyince, bin altı yüz seksen beş kişiyi kiralık trenle İsviçre’ye naklederek kurtarmak için pazarlık yaptı. Diğer yüz binlerce Macar Yahudisi ise trenlere bindirilerek ölüm kamplarına götürüldü. Hayatta kalan bir Macar Yahudi, Kastner’I Almanlarla işbirliği yapmakla suçlamıştı. Kastner iftira davası açmıştı ve sonuç olarak kendini yargılanırken buldu. Dava sonunda yargıç Kastner’in “ruhunu şeytana sattığı” sonucuna vardı.
Kastner’e yöneltilen işbirliği suçlaması, insanlara trenle kendi sonlarına gittiklerini söylemediği iddiasına dayanıyordu. Kastner’i suçlayanlar, Kastner’in tehcir edilenleri uyarmış olması halinde, ölüm kamplarına kurbanlık koyunlar gibi gitmek yerine isyan edeceklerini ileri sürmüşlerdi. Bu dava, İsrail sağının şiddeti savunduğu ve solu kasıtlı olarak savunmasız gördüğü söylemsel bir açmazın başlangıcı olarak da okundu. Dava sırasında Kastner solda konumlanan bir politikacıydı; onu suçlayan kişi ise sağcı bir aktivistti.
Yedi yıl sonra, Kastner’in hakaret davasına başkanlık eden yargıç, Adolf Eichmann’ın yargılandığı davanın üç yargıcından biri oldu. Eichman resmen şeytanın vücut bulmuş haliydi. Yasal takibata göre Eichmann, Yahudilere yönelik ebedi tehdidin yalnızca bir versiyonunu temsil ediyordu. Dava, Yahudilerin yok edilmemek için önceden güç kullanmaya hazır olmaları gerektiği söyleminin pekişmesine yardımcı olmuştu. Duruşmayı izleyip, yazan Arendt bunların hiçbirini kabul etmedi. Arendt’in kullandığı “Kötülüğün sıradanlığı” ifadesi belki de bir Yahudi’ye Holokost’u önemsizleştirdiğine dair yöneltilen ilk suçlamalara yol açmıştı.
Ancak Arendtin söylediği tam olarak bu da değildi. O Eichmann’ın şeytan olmadığını, belki de şeytanın var olmadığını anlamıştı. Radikal kötülük diye bir şey olmadığını, kötülüğün aşırı olduğunda bile her zaman sıradan olduğunu, daha sonra ifade ettiği gibi “bataklıkta doğan” ve “tamamen sığ” bir şey olduğunu düşünüyordu.
Arendt, ayrıca savcılığın Yahudilerin, kendi ifadesiyle “Firavun’dan Haman’a uzanan tarihsel bir fikrin, metafizik bir ilkenin kurbanı” olduğu yönündeki hikayesine de itiraz etmişti. Kökleri İncil’de geçen ve eski İsrailoğulları ile defalarca savaşan Negev Çölü halkı Amalek efsanesine dayanan bu hikaye, her Yahudi neslinin kendi Amalek’iyle yüzleştiğini öne sürüyor.
Bu hikayeyi genç bir delikanlıyken dinlemiştim; aldığım ilk Tevrat dersiydi, Sovyetler Birliği’nden gelen Yahudi mültecilerin Amerika Birleşik Devletleri, Kanada veya Avustralya’ya girmek için belgelerini beklerken yaşadıkları Roma’nın bir banliyösünde çocukları toplayan bir haham tarafından verilmişti. Eichmann davasında savcı tarafından anlatılan bu hikayede, Holokost önceden belirlenmiş bir olguydu ve Yahudi tarihinin bir parçasıydı – ve sadece Yahudi tarihine aitti. Bu versiyonda Yahudiler her zaman haklı bir yok edilme korkusuna sahipti. Gerçekten de ancak yok edilme yakınmış gibi davranırlarsa hayatta kalabilirlerdi.
Amalek efsanesini ilk öğrendiğimde, benim için mükemmel bir anlam ifade ediyordu. Dünya hakkındaki bilgilerimi açıklıyordu; alay edilme ve dayak yeme deneyimimi, büyük büyükannemin evdeki İbranice ifadeleri toplum içinde kullanmanın tehlikeli olduğuna dair uyarılarına, büyükbabamın, büyük büyükbabamın ve diğer birçok akrabamın ben doğmadan önce öldürülmesinin akıl almaz adaletsizliğine bağlamama ve anlamlandırmama yardımcı oluyordu. On dört yaşındaydım ve yalnızdım. Kendimi ve ailemi kurban olarak görüyordum ve Amalek efsanesi kurbanlık duyguma bir anlam ve topluluk-aidiyet duygusu aşılıyordu.
Netanyahu, Hamas saldırısının ardından Amalek efsanesine sarıldı. Onun kullandığı şekliyle bu efsanenin mantığı (Yahudilerin tarihte tekil bir yere sahip olduğu ve mağduriyet üzerinde münhasır bir hak iddia ettiği efsanesi) Almanya’daki antisemitizm karşıtı bürokrasiyi ve İsrail ile Avrupa aşırı sağı arasındaki kutsal olmayan ittifakı güçlendirdi. Ancak hiçbir ulus her zaman mağdur ya da her zaman fail değildir. İsrail’in cezasızlık iddiasının büyük bir kısmı Yahudilerin ebedi mağdur statüsünde yattığı gibi, ülkeyi eleştirenlerin çoğu da Hamas’ın terör eylemini İsrail’in Filistinlilere yönelik baskısına öngörülebilir bir yanıt olarak mazur göstermeye çalıştılar. Buna karşılık İsrail’in destekçilerinin gözünde Gazze’deki Filistinliler mağdur olamazdı, çünkü İsrail’e ilk saldıran Hamas’tı. Dolayısıyla haklı bir mağduriyet iddiası üzerindeki mücadele sonsuza dek sürecektir.
Son on yedi yıldır Gazze, aşırı yoğun nüfuslu, yoksul, duvarlarla çevrili ve nüfusun sadece küçük bir kısmının kısa bir süreliğine bile olsa dışarı çıkma hakkına sahip olduğu bir yerleşke, başka bir deyişle bir getto halindeydi. Venedik’teki Yahudi gettosu ya da Amerika’daki bir şehir içi gettosu gibi değil, Nazi Almanyası tarafından işgal edilen bir Doğu Avrupa ülkesindeki Yahudi gettosu gibi.
Hamas’ın İsrail’e saldırmasından bu yana geçen iki ay içinde tüm Gazzeliler İsrail güçlerinin zar zor durdurulan saldırılarından zarar gördü. Binlerce insan öldü. Gazze’de ortalama her on dakikada bir çocuk öldürülüyor. İsrail bombaları hastaneleri, doğumevlerini ve ambulansları vuruyor. Her on Gazzeliden sekizi şu anda evsiz, sürekli bir yerden diğerine taşınıyor ve asla güvenli bir yere ulaşamıyor.
“Açık hava hapishanesi” terimi 2010 yılında o dönem Başbakan olan İngiltere Dışişleri Bakanı David Cameron tarafından ortaya atılmış gibi gözüküyor. Gazze’deki koşulları belgeleyen birçok insan hakları örgütü bu tanımı benimsedi. Ancak işgal altındaki Avrupa’nın Yahudi gettolarında olduğu gibi burada da herhangi bir gardiyan bulunmuyor; Gazze işgalciler tarafından değil, yerel bir güç tarafından denetleniyor. Muhtemelen, daha uygun bir terim olan “getto”, kuşatma altındaki Gazzelilerin durumunu gettolaştırılmış Yahudilerin durumuyla karşılaştırdığı için tepki çekerdi. Aynı zamanda bize Gazze’de şu anda olanları tanımlayacak bir dil de vermiş olurdu. Getto içinde bulunduğumuz şu anda tasfiye ediliyor.
Naziler gettoların Yahudi olmayanları Yahudiler tarafından yayılan hastalıklardan korumak için gerekli olduğunu iddia etmişlerdir. İsrail, Batı Şeria’daki duvar gibi Gazze’nin tecrit edilmesinin de İsraillileri Filistinliler tarafından gerçekleştirilen terörist saldırılardan korumak için gerekli olduğunu iddia etmiştir. Nazi iddiasının gerçekte hiçbir dayanağı yokken, İsrail’in iddiası fiili ve tekrarlanan şiddet eylemlerinden kaynaklanmaktadır. Bunlar temel farklılıklardır. Yine de her iki iddia da işgalci bir otoritenin kendi halkını korumak adına bütün bir halkı izole etmeyi, ölümcül bir tehlikeye atmayı seçebileceğini içermektedir.
İsrail’in kuruluşunun ilk günlerinden bu yana, yerinden edilmiş Filistin halkını yine yerinden edilmiş Yahudilerle karşılaştırılması, sadece meselenin özünü savuşturmak için ortaya atılmıştır. Devletin kurulduğu yıl olan 1948’de, İsrail gazetesi Maariv’de çıkan bir makalede, İsrail askerlerinin işgal ettiği Tantura köyünden ayrılan çoğu kadın ve çocuk Filistinlilerin içinde bulunduğu vahim koşullar, “ölümün eşiğine gelecek kadar zayıf düşmüş yaşlı insanlar”; “iki bacağı felçli bir çocuk”; “elleri kopmuş bir başka çocuk” diye anlatılıyordu:
“Bir kadın çocuğunu bir kolunda taşırken diğer eliyle de yaşlı annesini tutuyordu. Yaşlı kadın hızını alamadı, bağırdı ve kızına yavaşlaması için yalvardı ama kızı buna razı olmuyordu. Sonunda yaşlı kadın yola yığılıverdi ve bir daha da hareket edemedi. Kızı zamanında hareket edemeyecekleri için saçını başını yoluyordu. Bundan daha kötüsü, katillerin yollarda bu şekilde kalan Yahudi anneler ve büyükannelerle olan yakınlığıydı.”
Gazeteci kendini zor tutmuştu. “Açıkçası böyle bir karşılaştırmaya yer yok,” diye yazdı. “Bu kaderi kendi elleriyle getirdiler” diyordu.
Yahudiler, 1948’de Birleşmiş Milletler’in İngiliz kontrolündeki Filistin’i bölme kararıyla kendilerine sunulan toprakları elde etmek için silahlara sarıldı. Çevredeki Arap devletleri tarafından desteklenen Filistinliler, bölünmeyi ve İsrail’in bağımsızlık ilanını kabul etmedi. Mısır, Suriye, Irak, Lübnan ve Trans Ürdün proto-İsrail devletini işgal ederek İsrail’in bugün Bağımsızlık Savaşı olarak adlandırdığı savaşı tetiklediler. Yüz binlerce Filistinli savaştan kaçtı. Kaçmayanlar ise İsrail güçleri tarafından köylerinden sürüldü. Çoğu bir daha geri dönemedi. Filistinliler 1948’i Arapça’da “felaket” anlamına gelen Nakba olarak hatırlıyorlar. Bu tıpkı Shoah’ın İbranice’de “felaket” anlamına gelmesine benziyor. Bu karşılaştırmanın kaçınılmaz olması birçok İsrailliyi, Yahudilerin aksine Filistinlilerin kendi felaketlerini kendilerinin getirdiğini iddia etmeye zorladı.
Kiev’e vardığım gün biri bana kalın bir kitap uzattı. Bu, Stepan Bandera hakkında Ukrayna’da yayınlanan ilk akademik çalışmaydı. Bandera bir Ukrayna efsanesiydi: Sovyet rejimine karşı savaştı; SSCB’nin çöküşünden bu yana adına düzinelerce anıt dikildi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’ya gitti, sürgünde bir partizan hareketine önderlik etti ve 1959’da bir K.G.B. ajanı tarafından zehirlenerek öldü.
Bandera aynı zamanda kararlı ve azimli bir faşist, totaliter bir rejim kurmak isteyen radikal bir ideologdu. Bu gerçekler, yaklaşık 1200 kopya satan kitapta ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. (Pek çok kitapçı kitabı basmayı reddetti.) Rusya, Ukrayna’nın Bandera kültünü Ukrayna’nın bir Nazi devleti olduğunun kanıtı olarak zevkle kullanmakta. Ukraynalılar ise çoğunlukla Bandera’nın mirasını aklayarak karşılık veriyor. İnsanların, birinin hem düşmanınızın düşmanı olup hem de iyiliksever bir güç olmayabileceği fikrini zihinlerine yerleştirmeleri her zaman çok zor olmuştur. Bir kurban ve aynı zamanda bir suçlu. Veya bunun tam tersi…
Kaynak:https://www.newyorker.com/news/the-weekend-essay/in-the-shadow-of-the-holocaust
Çeviri: Hasan Ayer