Ana SayfaHaberlerÇiğdem Mater: 'Keşke Almanya'dan gelmeseydim' dediğim olmadı; ama devlet mekanizmasının tamamı Gezi...

Çiğdem Mater: ‘Keşke Almanya’dan gelmeseydim’ dediğim olmadı; ama devlet mekanizmasının tamamı Gezi tutukluları için ‘Keşke gitselerdi’ diyor olabilir!

Gezi davasında 18 yıllık cezası onanan sinemacı Çiğdem Mater, T24'ten Gökçer Tahincioğlu'na konuştu: "Tutuklanma endişem yoktu ama karar o 'ara'da verilmediği gibi, o salonda da verilmiyor", "Çekmediğim filmi, çekmediğimi anlatmaya çalıştım; 'yokluğunu' kanıtlamak epey zor oldu", "Bir duvara toslamadan yürümek isterdim", "Hakimlere de sormalı, adaletsiz davrandığınız duygusuyla nasıl baş ediyorsunuz?"

-Cezaevindeki yaşamı anlattınız ve belki de uzun bir zaman sonra ilk kez kadın tutuklu ve hükümlülerin yaşadığı zorluklar gündeme geldi. Sorunların çözümüne katkısı oldu mu, yoksa sorunlar sürüyor mu?

Türkiye, ne yazık ki cezaevi yazını açısından epeyce zengin bir ülke. Cezaevine yolu düşenler, oransal olarak ezici bir çoğunlukla erkek olduğu için; dışarısı, daha ziyade -haliyle- erkek tutuklu ve hükümlülerin şartlarına dair fikir sahibi. Oysa sayıca daha az olsa da kadınlar da hapsediliyor. Kadınların hapishane deneyimine dair ne yazık ki ne edebiyatta ne akademide fazla kaynak var. Canım Sevgi Soysal’ın, ‘Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nu, benim de bir buçuk yıldır zorunlu ikametgâhım olan Bakırköy Cezaevi’ne dair Seçil Doğuç Ergin ve İpek Merçil’in ‘Dört Duvar Kadına Ne Yapar?’ını ve Deniz Seki’nin cezaevi hatıratı ‘Denizin Dibi’ni anmak isterim.

“Dışarısı”, daha ziyade siyasi tutuklu ve hükümlülerin koşullarını “duymuş, bilmiş.”  Ben de bundan azade değilim. Ben de kendimi Bakırköy’de bulana kadar, adli tutuklu ve hükümlülerin koşullarına dair hiçbir şey bilmiyordum, haliyle burada öğrendim. Derin yoksulluğun, “suç isnadıyla” birlikte ortaya çıkan kimsesizliğin, adli yardımdan yoksunluğun hayatları ne ölçüde etkilediğini burada ne yazık ki günbegün öğrenmeye devam ediyorum. Küçük dünyamızda kadın ve erkek cezaevlerindeki eşitsizliklere dair küçük ve olumlu değişiklikler oldu, ancak aslolan infaz kanununda, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü kararlarında değişiklikler yapılması gerekliliği. Mesele Bakırköy Kadın Cezaevi değil, mesele 300 küsur bin tutuklu ve hükümlünün yaşam koşulları… Bu koşulları ancak her yerde dile getirerek, gündem yaparak çözmek mümkün bence.

-Siz yurtdışından duruşmaya gelen ve bu şekilde tutuklanan bir isimsiniz. O gün ne yaşadınız? Tutuklanma endişeniz var mıydı? İlk gün ve sonraki günler nasıl geçti? “Keşke gitseydim” dediğiniz oldu mu?

Baştan aşağı katıksız, delillere değil varsayımlara ve “değerlendirmelere” dayalı bir iddianameyle yargılandığımız için, bu tuhaf ve saçma davanın bir yerde yeniden beraatle sonuçlanacağını düşünüyordum. Hayır, tutuklanma endişem yoktu, çünkü niye olsun? Ama 25 Nisan 2022 günü, heyet karar için ara verdiğinde, Çağlayan Adliyesi koridorlarındaki polis kalabalığını görünce anladım tabii. “Karar için ara”nın oyunun bir parçası olduğu hepimizin malumu, karar o “ara”da verilmediği gibi, o salonda da verilmiyor.

İlk birkaç gün haliyle şaşkınlıkla geçti. Neyse ki o şaşkınlıktan çok kısa sürede çıkıp kendimize günlük bir rutin kurmayı başardık. “Keşke gelmeseydim” dediğim olmadı; ama en altından en üstüne, devlet mekanizmasının tamamı Gezi davasından tutuklu yargılanan yedi kişi için her gün “Keşke gitselerdi” diyor olabilir, kanıtlayamam ama bence mümkün.

-Suç örgütü liderleri, cinayet işleyenler, istismar ve tecavüz suçluları dahi “af” adı verilmeyen af düzenlemeleriyle dışarı çıkarken, çekilmeyen bir belgesel nedeniyle suçlanmak, bu nedenle, cezaevinde tutulmak size ne hissettiriyor? Bütün bu olan biteni nasıl karşılıyorsunuz?

Olan biten öyle tuhaf, öyle saçma ki davaya dair önümüze gelen her yeni hukuki metin bir öncekine rahmet okutuyor. Ben 2019-2020 arasını, mahkemenin “çekildiğini” iddia ettiği filmi çekmediğimi anlatmaya çalışarak geçirdim. Sonrasında da, “Gezi başarısız oldu, o yüzden filmden vazgeçtikleri değerlendirilmiştir” tespitiyle uğraştım. Çekilmemiş bir filmin “yokluğunu” kanıtlamak epey zor oldu. Çekilmeyen filmden 18 yıl almayı da kendime anlatmam epey zor tabii. Suç örgütü liderlerinden tecavüz suçlularına, affedilenlere gelince; e tabii, suç var, suç var… Çekilmeyen filmle Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni yıkmaya teşebbüs, anlaşılan Türkiye yargısının her kademesi için mümkün, kesin, tutarlı ve çelişiksiz… 

-İktidarın bu dava özelinde kullandığı söylem umutsuzluğa kapılmanıza neden oluyor mu? Yargılama sürecine yönelik beklentiniz var mı? Cezaevinde tüm bunları düşünmek zorunda kalmak ne hissettiriyor?

Ben epeyce karamsar biriyimdir, bu karamsarlığın cezaevinde işe yaradığını itiraf etmeliyim. Cezaevi, insanın olan biteni daha sarih görmesini sağlayan bir yer bence, bunun da avantajını yaşıyorum. Karamsarlığıma rağmen Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi’nde hâlâ yargıçlar olduğunu umdum hep. Yargıtay’da yokmuş, AYM için umudumu korumak istiyorum. Naiflik işte 🙂

-Diğer tutuklu ve hükümlüler ile temasınız var mı? Yaklaşımları nasıl? Siz kadınların cezaevlerinde yaşadıklarını, cezaevlerine girmelerine neden olan suçları ve yaşadıklarını nasıl karşılıyorsunuz? Aklınızdan çıkmayan örnekler var mı?

Bakırköy Kadın Cezaevi, siyasi ve adli tutuklu ve hükümlülerin birlikte olduğu bir yer, tabii faklı koğuşlarda. Biz Nisan 2022’de tutuklandıktan sonra, iki ay hücrede kaldık. Mine (Özerden) yalnız, Mücellâ (Yapıcı) ve ben birlikte… Temmuz 2022’de üçümüz bir koğuşta buluştuk, Mücellâ tahliye olana kadar da üçümüz birlikteydik. Perşembeden bu yana Mine’yle birlikteyiz. Diğer tutuklu ve hükümlülerle; maltaya çıktığımızda, avukat görüşüne gittiğimizde anlık konuşmalar, karşılaşmalar yaşıyoruz. Yoksa herhangi bir temasımız yok. Erkek cezaevlerinde böyle midir bilmiyorum ama bence, hapishanenin “eşitleyen” bir yanı var, herkesin herkesi dinlediği ve anlatmaktan çekinmediği… Bu tabii kadınlığın da avantajı. Anlık karşılaşmalarımda duyduklarımdan, dinlediklerimden anladığım; şiddet içeren suçlar nedeniyle burada olan kadınların epeycesinin öz savunma hakkını kullandığı. Uyuşturucu ve benzeri suçlardan baronesler yok burada. 🙂 Adli yardımdan, aileden, maddi destekten yoksun kalabalık bir nüfustan söz ediyoruz. Bakırköy Cezaevi’nde epey TC yurttaşı olmayan tutuklu ve hükümlü de var, onların durumu haliyle çok daha zor. 

“Bir duvara toslamadan yürümek isterdim”

-Cezaevleriyle ilgili verdiğiniz ipuçları çok ilgi gördü. Gününüz nasıl geçiyor? Bu kadar küçük bir mekânda iyi tanıdığınız insanlarla bile olsa kalmak, günü geçirmek nasıl bir duygu? Hangi yemekleri pişiriyor, temizliği nasıl yapıyorsunuz? Görev bölümünüz nasıl?

Cezaevinin belkemiği rutin. Rutini yakalamayı başardığınız anda, kendinize küçük bir dünya kuruyorsunuz. En azından benim kişisel deneyimimde böyle oldu, herkeste farklı olabilir 🙂 Bir buçuk senelik üç kişilik dünyamızda kendimize puanım 7/10. Gayet iyi idare ediyoruz, ortak bir yaşamı gayet güzel kurduk vallahi. Hem kendi alanlarımızı yaratmak açısından hem de ortak hayatımız manâsında. Mine, şahane salatalar ve pastalar yapıyor bu çok kısıtlı koşullarda. Mücellâ, bir buçuk sene boyunca mercimek köfteden içli köfteye, kavurmayla yaptığı kapamaya kadar muazzam doyurdu karnımızı. Şartların zorluğunu hayal edin bu yemekleri düşünürken. Benim yemek yapmakla pek aram yoktur, yapılanı yemekle vardır ama kahvaltıda iyiyimdir. O yüzden pazar brunch’ları bende; bir de kettle’da pişen ve su bardağında servis edilen sabah kahveleri 🙂 Temizlik ve gündelik hayata dair kalan her şeyi hep ortak yapıyoruz.

Mine Özerden, Mücella Yapıcı ve Çiğdem Mater

-Şu an nerede, ne yapıyor olmak istersiniz?

Bu soruya onlarca farklı yanıtım var ama sanırım en baskın geleni, bir duvara toslamadan, durmadan aralıksız yürüyebileceğim bir yerde olmak. Bir de Ege’deki köy evimizin bahçesinde, ailem ve arkadaşlarımla “durmak.”

-Adaletsizliğe uğradığınız duygusu var mı? Ne derece baskın? İnsan özgürken bile bu duyguyla baş edemezken, siz nasıl baş ediyorsunuz?

Elbette, çok ağır bir adaletsizlik duygum var ama memlekette yüz küsur yıldır olan adaletsizliklere bakınca, hem yalnız olmadığımı hem de bunun bana, bize özel olmadığını tabii ki biliyorum. Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’in bugününe kadar, bizim başımıza gelenler o kadar çok insanın başına geldi ki, insanlar o kadar ağır bedeller ödediler ki, bizimki de ne yazık ki o epeyce kalın kitapta bir sayfa. “Son sayfa olmasını umuyorum” diyeceğim ama çok naif bir dilek olacak 🙂 Adaletsizliğe uğramayla baş etmemin sebebi, bence suçsuzluğumuzdan kaynaklanan huzur. Bu davada yargılanan hiç kimsenin suçu yok, bunu bizi yargılayıp mahkûm edenler de gayet iyi biliyor. Sanırım bu soruyu hakimlere de sormalı: Adaletsiz davrandığınız duygusuyla nasıl baş ediyorsunuz? 🙂

-Yargıtay Başsavcılığı tebliğnamesi çok tartışıldı. Aranızda nasıl değerlendirdiniz? Mücella Hanım’ın tepkisi de çok tartışıldı. Tahliyesi istenen tek isimdi ve bunun da siyasi olduğunu savundu. O gün neler konuştunuz? Neler yaşandı? Ve bugüne geldiğimizde ne hissediyorsunuz?

Cezaevinde, doğal olarak belirli gün ve haftalar dışarıya kıyasla daha fazla. Zira sürmekte olan davalara dair kararlar, tebliğnameler iş gündeminizi belirliyor, takvimde böyle günler de oluyor. Bu kararları genel olarak televizyondan öğreniyoruz. Avukatlarımız gelip detayları anlatıncaya dek bilgilerimiz televizyon haberleriyle sınırlı oluyor, işin aslını birkaç saat sonra öğreniyoruz. Ben Yargıtay tebliğnamesini okuyunca üç bozma, beş onama öngörmüştüm. “Nereden bildin?” diyeceksiniz, sadece tahmin ettim. Tamamen siyaseten yönetilen bir davada, birkaç kişinin kararını bozup kalanları onamanın toplamsal tepkiyi kısıtlayacağını varsaydım. Mücellâ dışarıya yansıyan tepkisinden de bildiğiniz üzere çok öfkelendi, hiç de haksız değildi. O gün vaktimizi daha ziyade Mücellâ’yı sakinleştirmekle geçirdik. Aradan çok kısa bir zaman geçti ve Yargıtay beşimiz için onama, üçümüz için bozma kararı verdi. Benim beklediğim bir şeydi açıkçası, tebliğname epeyce ipucu vermişti olacaklara dair. 

-Hükmü duyunca ne hissettiniz?

Ne kadar tahmin etmiş olursam olayım, derin bir hayal kırıklığı elbette… En ufak bir delil içermeyen on binlerce sayfalık dosyalarla, beraatle biten yargılamalara rağmen Yargıtay beş kişinin hayatı üzerine hüküm kurmaktan çekinmedi. Tutuklandığımız ilk günden itibaren hep aynı şeyi söyledim: Bu, sekiz kişiyle alakalı bir mesele değil. Şimdi de beş kişinin meselesi değil. Anayasal güvence altında olduğunu varsaydığımız vatandaşlık haklarımızı, anayasayı, yasaları ve kanun önünde eşitliği tartışmalıyız; beş kişi için değil, bütün memleket için.

-Mücella Yapıcı çıkarken ne hissettiniz?

Üç kişilik, bir buçuk yıllık bir hayat, bir mekân… Mücellâ’nın tahliye haberini -bu kez teamülün aksine- önce biz duyduk, hatta Mine telefon ederek dışarıya haberi iletti. İnfazdan gelen memur arkadaş, mazgalı açıp “Mücellâ tahliye” dediğinde biz çığlıklarla karşıladık haberi, Mücellâ ise ağlayarak. Sadece tahliyeyi öğrendik, sebebini bilmiyorduk, dolayısıyla hakkımızdaki hükmün onandığını aradan bir süre geçtikten sonra öğrendik.

Eş zamanlı olarak da Hakan’ın kararının bozulduğu haberini aldık. Sevgilim Murat, kararın ardından “Sevinmemize izin vermiyorlar” demiş, çok haklı. Ben canım Müc için, Hakan için çok mutluyum ama onların boğazlarında bir yumruyla şu günleri geçirdiklerine eminim. Kalanların çıkanlar için sevindiği, çıkanların geride kalanları düşünmekten özgürlüğü boğazlarında bir yumruyla yaşamaya çalıştıkları saçma ve tuhaf zamanlar işte…

-Kararın sizinle ilgili bölümünü nasıl değerlendirdiniz?

Yargıtay, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni devirmeye teşebbüse yardım ettiğim gerekçesiyle 18 yıllık cezamı onadı. Birlikte yargılandığım arkadaşlarımın mahkûmiyet gerekçeleri gibi benimkilerin de iler, tutar tarafı yok. Çok kısa özetlemem gerekirse, Yargıtay diyor ki, “27 Haziran 2013’te bir toplantıya katıldı, 7-14 Temmuz 2013’te Erivan Film Festivali’ne gitti, Osman Kavala’yla Ocak 2012’de irtibat kurmaya başladı, Tayfun Kahraman’la 12 Haziran 2013’te irtibata başladı, Eylül ayında Tünel Meydanı’ndaki bir protestoda gazdan etkilenenlere ofisin merdivenlerinde Gaviscon verdi, Ağustos sonunda Saraybosna Film Festivali’ne gitti.”

Çok kısaca anlatmam gerekirse, ben yapımcıyım, festivallere gitmek benim işimin bir parçası. Film yapmaya çalışmak (ve bazen başaramamak) da…

27 Haziran Garaj İstanbul toplantısı ise bence -Yargıtay kararında küçük görünse de- en feci kısımlarından biri. Bir toplantıya katılmak elbette suç olamaz, bunu bir kenara koyalım. Ancak iddianame, hatta polis sorgusu aşamasından itibaren karşıma çıkan bu toplantıya teknik olarak katılmış olamam, zira o gün ve saatte İzmir’de, sinemaya dair kamusal bir toplantıda konuşmacı olarak sahnedeyim! Yargıtay ilamında, bu toplantıya katıldığımın fiziki takip tutanaklarıyla doğrulandığı yazıyor! Yani Yargıtay aynı anda İzmir ve İstanbul’da olabileceğime ikna olmuş. Zira avukatım, elbette, ilk derece mahkemesinden itibaren söz konusu günde İzmir’de olduğumu kanıtlarıyla dosyaya sundu. Yargıtay, vicdani kanının kesin, tutarlı ve çelişmeyen verilere dayandığı gerekçesiyle hükmü onadığını belirtiyor.

Yargıtay’a göre, Osman Kavala’yla Ocak 2012’de haberleşmeye başlamışım. Ben 2004-2009 arası Anadolu Kültür’de çalıştım. “2012’den itibaren haberleşiyorlar” derken kastettikleri “hazırlık” vurgusu biraz acayip, sanki 2012’de tanışmışız gibi… Öte yandan, aynı Yargıtay “hükümeti devirmeye yardım eden” diğer sanık Tayfun Kahraman’la, 12 Haziran’dan itibaren irtibatta olduğumu bir kanıt olarak “sunuyor.” Gezi protestoları -hani bizim organize ettiğimizi iddia ettikleri- 27 Mayıs’ta başlamış, biz “organize” edenler anca 12 Haziran’da iletişime geçmişiz… Hükümeti devirmeye niyetliymişiz ama bunca olan bitenin içinde 7-14 Temmuz’da Osman Kavala’yla Erivan’da festivale gidiyoruz, üstelik Kavala jüri. Böyle bir rahatlık yani.

Eylül ayında bir arkadaşımla, Hrant Dink cinayeti davasına dair bir duyuruyu forumlar sosyal medya hesaplarından duyursun diye bir telefon konuşması yapıyoruz. Yargıtay bunu “suç olarak” karara yazıyor. Tebliğnamede yer alan, Hrant’ın Arkadaşları’nın parçası olarak yaptığım telefon konuşmalarının Dink cinayeti ve 19 Ocak anmalarıyla ilgili olduğunu tebliğnameye yanıtımızda elbette belirtmiştik, anlaşılan oybirliğiyle hükmümü onayan beş yüksek yargıç, dosyayı okuma gereği duymamış. Başka açıklama bulamıyorum.

-AİHM sürecini, Türkiye’nin bu sürece yönelik tepkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Osman Kavala ile ilgili AİHM kararı, 10 Aralık 2019 tarihli ve bu karar “derhal tahliye” diyor. Türkiye, kurucusu olduğu Avrupa Konseyi’nin yargı organı AİHM’in kararını dört yıla yakın zamandır uygulamayarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesini ihlal ediyor. Sadece bizim davamız değil, pek çok ihlalle sonuçlanan AİHM kararlarının akıbeti aynı. AİHM’i tanımıyoruz gibi cümleler duyuyorum siyasetçilerden, Yargıtay Üçüncü Ceza Dairesi de Osman Kavala hakkında verilen AİHM kararından satır söz etmemiş ama kararda birçok başka AİHM kararına atıf var. Neyse ki, en azından hala AİHM’in varlığını kabul ediyorlar… Kararda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 17. maddesine de atıf var, 17’ye kadar gelmişken, 18. maddeyi de okusalardı keşke diye geçiyor içimden.

-Anayasa Mahkemesi’nden, yargıdan yana umudunuz var mı?

Yargıtay tebliğnamesi açıklandığında, “Yargıtay’da hakimler olduğunu umuyorum” demiştim, yokmuş. Şimdi, aynı cümleyi Anayasa Mahkemesi hakkında kuruyorum, umarım AYM’de bütün bu tuhaf ve saçma sürece “dur” diyecek hakimler vardır. Hep söyledim, bu sadece bizimle ilgili değil. Herkese olur, olabilir, olacak…

- Advertisment -