Ana SayfaHaberler“Definecilerin makbul kabul edilmeyen grupların kültürel mirasını yok etmesine seyirci kalınıyor”

“Definecilerin makbul kabul edilmeyen grupların kültürel mirasını yok etmesine seyirci kalınıyor”

Sosyolog Kübra Kurt Çalışkan’ın yüksek lisans tezinin başlığı, ‘Bir Yeraltı Ekonomisi Olarak Definecilik: Van Örneği’. AGOS’tan Ferda Balancar, Çalışkan ile tezinden yola çıkarak Türkiye’de defineciliğin nereden nereye geldiğini konuştu: “Görüşmeciler sürekli olarak aradıkları gömülerin sahipleri olmadığını savunurken tüm görüşmelerde sürekli kulağımda çınlayan ‘Bir gün bir Ermeni gelir’ sözü vardı.”

Öncelikle sizi tanıyalım…

2010 yılında başladığım sosyoloji eğitimine 2013-2014 yılları arasında Universität Potsdam Sosyoloji Bölümü’nde devam ettim ve 2016’da İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde lisansımı tamamladım. Hemen ardından başladığım Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Genel Sosyoloji ve Metodoloji yüksek lisansını, 2019’da “Bir Yeraltı Ekonomisi Olarak Definecilik: Van Örneği” başlıklı tezimle tamamladım.

Kübra Çalışkan

Neden yüksek lisans tezinizi definecilik üzerine yaptınız?

Aslında çocukluğunun son dönemlerini ve ilk gençlik yıllarını Van’da yaşamış biri olarak bu şehir üzerine düşünmeye başlamış olmam oldukça yenidir. Bu durumun nedenlerini aradığımda sanıyorum karşıma çıkan toplumsal, siyasal ve dini süreçler başlı başına bir çalışmanın konusunu oluşturuyor. Kendimi geç kalmış biri olarak değil, zamanını bekleyen biri olarak görüyorum. Nüfus ve etnisite politikalarına hep ilgili olurken, iskân politikaları ile tanışmamın yüksek lisans sürecinde gerçekleşmesinin de bu ‘doğru zamanla’ bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Definecilik konusu, yüksek lisans programının iskân politikaları dersinde yaptığımız yoğun tartışmaların birinde, bana bu kapıyı aralayan sevgili tez danışmanım Şükrü Aslan’ın önemle üzerinde durduğu bir olgu iken, benim için çocukluk dünyamın fısıltılı ve yüksek sesli konuşmalarının arasında hayal meyal hatırladığım gizemli bir yolculuktan başka bir şey değildi. Ta ki bunu akademik bir sürece dahil edebilir miyiz diye düşünene dek. Çünkü o güne kadar definecilik olgusu üzerine ‘Umut’ filmi ve bitmek bilmeyen şayialar dışında hiç düşünmemiştim. Lakin gördüm ki bu ülkede neredeyse her kesimden ve her yaştan insanın bir define ve defineci hikâyesi mevcut. Dolayısıyla, üzerinde yaşadığımız toprağın altı aynı zamanda ülkenin gömülü belleğine işaret etmektedir ve ben Van için gömülü olan bu belleğin peşine düşmek istedim. Araştırmanın başında konunun epeyce ‘dışında’, sadece Vanlı ve definecilik anlatılarını belli belirsiz hatırlayan biri iken, bugün definecilikle kendi ailesinin çarpıcı hikâyelerine ulaşmış, atalarının yaşadığı coğrafyanın derinliklerine inmiş, dün ve bugünün birbirine bağlandığı tarihsellikte Van’ın Ermeni geçmişi ile yüzleşmiş ve konunun ne kadar da ‘içinde’ olduğumu fark etmiş durumdayım.

Definecilikle ilgili Türkiye’de yasal bir düzenlemenin olduğunu tezinizden öğrendim. Bu yasal düzenlemenin resmi ve gayriresmi gerekçeleri nelerdir? Ayrıca düzenlemenin içeriğinden kısaca söz eder misiniz?

Bu konuda ilk hukuksal düzenleme 1858 tarihine dayanıyor aslında. Bugün define araması yapanlar, son halini 1987 yılındaki düzenlemelerle alan, Medeni Kanun ile desteklenmiş, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın uhdesinde 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanun ‘Define Arama Yönetmeliği’ ile define arayabilmektedir.

Yönetmeliğe göre, define arayanlar, define arayacakları yerin mülki amirine (vali ya da kaymakam) bir dilekçe ile müracaat etmektedir. Dilekçede define aranacak yerin açık adresi, yerin gayrimenkul çeşidi (arazi, ev vb.) ve yere kimin sahip olduğu (tapulu, tapusuz) belirtilmektedir. Dilekçeye define aranacak yerin 1/500 ölçekli harita ve krokisi, detaylı çap planı, taşınmazın uzaktan ve yakından çekilmiş net görüntüleri, define aranacak yer sahipli ise gerçek kişilerden noter tasdikli izin belgesi, 49 tüzel kişiler sahibi ise yetkili mercilerden alınacak izin belgesi gereklidir. İzinli kazı yapma talebi, Müze Genel Müdürlüğü tarafından kabul edilirse kişi bir yıllık bir izin alır. Fakat bu izin aralıksız bir ay boyunca, en fazla ise 100 metrekarelik bir alanda sürdürülebilir. Alan harita ve fotoğraflarla belirlenir. Müze Müdürlüğü tarafından başvurunun uygun bulunması halinde define arama ruhsatı verilmektedir. Define araması, define aranacak yere en yakın müzeden görevlendirilecek uzman personel başkanlığında, Maliye ve Gümrük, İçişleri Bakanlıklarından birer temsilcinin gözetiminde yapılmaktadır.

‘Define Arama Yönetmeliği’ adıyla bir düzenlemenin olduğunu öğrendiğimde yaşadığım şaşkınlığı hâlâ anımsıyorum. Çünkü define arama edimi toplumsal, kültürel ve ekonomik alanda neredeyse sadece gayriresmi olarak ilerliyor. O halde bu durumun kaynağı tam olarak nedir? Hiç kimse resmi yollara başvurarak define aramıyorsa neden bir define arama yönetmeliği var? Define arama yönetmeliğinin en büyük dayanağı yapılan kazı çalışmalarının devlet kontrolünde, tarihi eserlere zarar verilmeden, sit alanlarını koruyarak yapılmasını sağlamak. Hem defineyi bulanın hem de devletin karlı çıkacağına inanılan bir sözleşme akdi. Fakat sahaya baktığımızda durumun bu şekilde ilerlemediğini görüyoruz. Çünkü devlet mekanizması her haliyle (izinli/izinsiz) define arama eyleminin gerçekleşmesini istiyor. İzinli kazılarda sit alanları tespit edilse de kazmaya devam edildiğini, mezarlıklar bulunsa da   dozerlerin çalıştığını, bulunacağı varsayılan definelerin satın alma yönetmeliği kapsamında oldukça ucuza elden çıkarıldığını öğreniyoruz. Ayrıca izinsiz yapılan kazı çalışmalarının cezai yaptırımı da oldukça az. Bu alanın böylesine flu kalması, defineciliğin yasal düzenlemesinin ardındaki gayriresmî nedenlere bizi götürüyor. Bu durum ulus-devlet mantığının çizdiği yer üstündeki sınırları ve tahakkümleri yerin altında da devam ettirme isteğine işaret etmektedir. İlk bakışta maddi varlıklar üzerine yürütülen bir tartışma gibi görünse de esasen kültürel mirasın ve geçmişin bozuma uğratıldığı, böylelikle egemen siyasal tarih anlatısının inşa edildiği fark edilmektedir. Artık herkesin kendine ait bir yurdu, devleti, ulusu ve yeraltı, yerüstü zenginlikleri olmalıdır. Bu nedenle her toplum sadece kendi makbul bulduğu kökenine ait objeleri önemsemekte ve kutsamaktadır. Böylelikle yasal düzenlemeler sayesinde definecilerin makbul kabul edilmeyen grupların kültürel mirasını yok etmesine seyirci kalınmaktadır.

Tezinizden öğrendiğimiz bir başka gerçek de definecilerin define aradıkları mekâna imam, ‘melle’ gibi bir dini rehberle birlikte gidiyor olmaları. Bunun nedeni nedir?

İmam formel anlamda İslam dininin önderi olabilirken melle ise hem imamla eş anlamda hem de formel olarak başka bir iş kolunun içinde olup dini konularda bilgili olan kişileri kapsamaktadır. Bu kişiler babalarından devraldıkları dini bilgiler ile de bunu sürdürebilmektedirler. İmamın bu ağın içinde yer alması hem dinin defineciliğe meşruiyet aracı sağladığını hem de imamların alternatif bir yan ekonomi olarak defineciliği kurguladıklarını gösteriyor. Definenin hareket etmesine, cinler ve büyüler aracılığıyla götürülmesine karşı ya da define başında niyetini bozmuş kişilere karşı imam güvenlik sağlamaktadır. Kur’an’ın büyüyü yok edeceği, cinlerin defineyi hareket ettireceği inancını görüşmecilerin çoğunluğu kabul ediyor. Ayrıca dinin sadece bulunması umulan hazinenin tasarruf sürecinde değil, hazinenin bulunma aşamasında da stratejik bir meşruiyet alanı sağladığı görülüyor. Belirli dualar okuyarak ve alandaki herkesin abdest almasını zorunlu koşarak definenin ortaya çıkışını sağladığı iddia ediliyor. Tılsımların gizemini çözmeyi vaat eden din adamları bu işe yeni girmiş çok sayıda kişiyi sömürebiliyor. Defineciler için din önemli bir referans ve meşruiyet kaynağıdır. Örneğin tezimdeki  görüşmecilerin tamamı bulacaklarına inandıkları definenin zekatını vermeden iş yapmamaları gerektiğini yoksa o malın hayrını göremeyeceklerini düşünmektedir. Definecilerin yoğunlukla dini söyleme bürünmelerinin sebebi kendilerine içlerinde fısıldanan, bulmaya çalıştıkları malların bir dönemin insanının yağmalanmış malları olduğu gerçeği olabilmektedir. İade edilemeyenlerin bedeli olarak tasarlanan unsur, hazinenin zekatının verilmesidir. Bu şekilde ulus-devlet nosyonunun iskân politikalarının bir neticesi olarak gayrimüslim mallarına el koyma pratiği, yer altındaki el koyulan malların da ‘Türkleştirilmesi’ ve ‘Müslümanlaştırılması’ pratiğini doğurduğu söylenebilir.

Tezinizin sonuç bölümünde defineciliğin aslında bir tür ‘geçmişle yüzleşme’ olduğunu belirtiyorsunuz. Bunu açar mısınız?

Ben çalışmaya başlarken herhangi bir yönlendirme olmadan Ermeni gömüsü arayan definecilerle görüşmeler yapmaya çalışıyordum lakin definecilerin beni geçmişin unutulmak istenen taraflarına bu kadar yoğun bir şekilde götüreceğini de hiç hesap etmemiştim. Sürekli olarak görüşmeciler aradıkları gömülerin sahipleri olmadığını savunurken tüm görüşmelerde sürekli kulağımda çınlayan “Bir gün bir Ermeni gelir” sözü vardı. Bu bana Freud’un tekinsizlik kavramını hatırlatmıştı. ‘Tekinsiz’ zamanında bize tanıdık olanın yabancılaşmasıdır. Önceden evin içerisinde, bizimle beraber olan, sonrasında evimizde karşımıza bir hayalet gibi çıkarak bizi tedirgin eder. Aynen Van’ın üzerinde dolaşan Ermeni hayaletinde olduğu gibi… Görüşmeciler bir gün bir Ermeni gelir derken bildik ve tanıdık birinden bahsediyor, konuşmanın sonunda tanıdık olanın yabancılaştığı, mistik bir hale büründüğü ve ara sıra öcüleştiği gözler önüne seriliyordu. Tarihin bir yerinde gizlenen bu tekinsizlik, bir gün aniden karşımızda ‘define’ ile belirivermekte ve artık bu yüzleşmeden, 1915’te yaşananlardan kaçmak çok da mümkün görünmemektedir.  Ermeni geçmişinin Van’da hâlâ nasıl canlı ve diri olduğunu açılan çukurlarda, tümseklerde görmek, bu hafızanın definecilik ile aslında yok edilmeye çalışıldığı yerde yeniden üretildiğini de gözler önüne sermektedir. Hrant Dink’in Türkiye’de Ermeni gömüsü arayanlara söylediği gibi; “Kazıyor ve yerin altında bir hazine arıyorsunuz, ama bu topraklarda zeminde yürüdüğünüz gerçek hazinenin imha edildiğinin farkında değilsiniz.”

- Advertisment -