Ana SayfaHaberlerDünya“Namazımı kadınlar kılsın”

“Namazımı kadınlar kılsın”

 

“İnsan iki taraflı zatürreeye yakalanınca işler değişiyormuş, birkaç gün yetmiyormuş. Sizden özür diliyorum. Ama en az 15 gün ayrı kalmamız gerekiyormuş. Sizi çok özleyeceğim.”

Hürriyet’in Cinnah Caddesi'ndeki ofisindeydim.

Yirmi iki yıl önce 23 Kasım’da, ertesi gün yayınlanacak köşesi için bana telefonla bu notu yazdırdı… Mecâli yoktu. Sesi derinden, zorla sızıyordu.

Bu notu yazdırdıktan bir buçuk saat sonra öldü Hürriyet Yazarı Yavuz Gökmen. 52 yaşındaydı.

“Küçücük bir yorgunluktu, ölmeden önce…’’ (¹)

 

Ben Yunanca “kaymos”un anlamını ondan öğrenmiştim.

O da ilk kez Metin Altıok’un evinde dinlendiği plakta, Theodorakis’in aynı adlı şarkısında rastlamış o kelimeye… “Acı” demekmiş.

Ama asıl anlamını Yunanistan’da “gitarcı solist Antonio”dan öğrenmiş. “Acı” anlamına gelen o kelimenin içinde “endişe, umutsuzluk, kayıp ve daha bir çok şey” varmış.

“Kaos”a da akraba bir kelimeydi, fikrimce.

 

Gökmen şöyle yazmıştı 1998’de:

“Bana ‘Şimdi hangi duygular içindesin?’ diye soracak olsalar, ‘Kaymos’ diyeceğim. Kaymos anlamında acı çekiyorum.

İçimde umutsuzluk, kayıp, endişe ve ille de, fena halde canımı yakan bir özlem var.

Galiba artık anlıyorum ki, ‘‘Batıyla bütünleşeceğiz’’ diyenler bunu asla istemiyorlar. İstedikleri Baas tipi bir baskı rejimidir.

Bu yüzden bildiklerini okuyor, sonra bizi reddeden Batı’ya kızıyorlar.

Biz tarifsiz acılar çekiyoruz.

Onlar ne utanıyor, ne de acı çekiyorlar.”

 

Eleştirilecek yönleri de vardı belki, tartışılacak fikirleri de elbet… Her insan gibi.

Ama onu öfkeyle yalnızlaştırdılar.

Komünist diye kızdılar ona, sonra “Özalcı oldu” dediler, yine kızdılar.

“Türkiye’de iki kapalı kutudan biri din, diğeri ordudur. Çağ şeffaflığı zorluyor. Açıklık barışı getirecek, öncüleri de kadınlar olacaktır” dedi, köpürdüler.

 

Devletten hesap sorulması gerektiğini savundu, ellerinden gelse onu gençliğindeki gibi yine işkenceye-hapse yatıracaklardı. Ama vazgeçmedi.

Yazılarında hep “insanları rahat bırakmayanları, Türkiye’yi hala tek parti kafasıyla götüreceklerini sananları” eleştirdi.

Sitemi, öfkesi, “kendi içinde huzur bulamayanların, bizim iç huzurumuzu da yok etmek istemelerine”ydi.

 

Tansu Çiller’e “Sarışın güzel kadın”, Leyla Zana’ya “Esmer güzel kadın” dediği için de kızdılar.

Aşkı, kadını yazdı, yazdıklarını müstehcenlik, utanmazlık olarak nitelendirdiler.

“İnsanların savaşmasını teşvik ediyor, ama sevişmelerini yasaklıyorlar. Aşkı bilmeyenler, zinayla uğraşır” dedi, yine çok kızdılar.

 

Kadınları sever, yazılarında da onların yanında dururdu: 

“Benim hayatta üç-beş erkek arkadaşım olmadı değil. Ancak ve lakin doğduğumdan beri hep kadınlarla yakınlık kurdum.

Dünyam bir kadınlar dünyası oldu. Kadınlara büyük sevgi-saygı ve hayranlık duydum. Ne var ki her kadını gönlümde ayrı yerlere koydum.

(…) Benim için yılbaşı, annemin yüzüdür.

Ben annemi hiç görmedim. Babaannem Melek Hanım'ı on bir yaşıma kadar anne bildim.

Ona hep ‘Anne’ diye hitap ettim. On sekiz yaşıma kadar hemen her günüm, onun güzelim yüzüne bakmakla geçti.

Gece yatmadan önce onun yüzüne bakar ve gözlerimi kapatırdım. Odama el yordamıyla gider ve yatağıma girerdim.

Sabah uyandığımda gözlerimi onun yüzüne açardım.”

 

Annesini doğumundan iki saat sonra yitirdi. Öksüz doğdu.

Büyükbabası dört yaşındayken göçtü dünyadan. Kaldı Meleğiyle bir başına…

Rabindranath Tagore'un ‘Avare kuşlar'ını bir dua gibi ezberledi çocukluğunda. Mırıldandı yazılarında bile:

‘‘Anne, anne, anneciğim.. /Ben karanlıkta bir çocuğum /Seni bulmak için anne, gecenin örtüsünden kollarımı uzatırım /İş günü sona erdi, beni kollarına al anne /Ve ben rüya göreyim…’’

 

Bazen sorardı köşesinde, ‘‘Ya Melek hanım olmasaydı? Melek hanımlar?’’ Ardından paylaşırdı çocukluğunu, kuytularını okuruyla:

‘‘Eğer ‘Turunç reçelini özledim' diye yazdıktan sonra postadan kavanoz kavanoz turunç reçeli geliyorsa, bu soru sorulmaya değerdir. Melek Hanım iyi ki vardı ve hepimizin bir Melek Hanım'ı mutlaka vardır.’’

Gökmen'e ilk ve gerçek “dünya güzeli”ni de Melek Hanım tanıştırdı.

Kainat Güzeli Keriman Halis Manisa'ya gelmiş. Melek ve Şükriye Hanım'la birlikte Gökmen'in yaşadığı evin verandasında oturup çay içmişler.

Safiye Ayla'yı Melek Hanım'ın taş plaklarından öğrenmiş: Yanık Ömer.

Zaten onu hep o yanık havalar “mahvetmiş”.  

 

Öleceği yıl, 1998’de “Benim namazımı kadınlar kılsınlar” dedi:

“Zagreb’de, kadın siluetli enfes bir camide, gencecik kızların nasıl erkeklerin namaz kıldıkları bölüme girerek namaz kıldıklarını gözlemiştim.

Önümüze birkaç kadın gelmiş ve namaza durmuşlardı. Yanımızdakilerden biri itiraz edecek olmuştu.

Ona hafif bir dirsek atmış ve şöyle demiştim:

‘‘Eğer yüreğin bu kadarcık bir şeyle bozuluyorsa zaten senin hiçbir namazın kabul edilmez.

Kendimizle barıştığımızda birbirimizle de barışacağız.”

 

Büromuzdaki odasında biri büyük, biri küçük iki kum saati ve arasında, gezgin-derviş işi iki tahta çarık vardı.

“Acaba hangisi onu simgeler, ya da hepsi mi” diye düşünmüştüm, karşılıklı içkimizi yudumlarken.

Büyük ‘asıl’ kum saati ağır ağır boşalıyordu dibine; küçük kum saati haşarıydı.

Durma çevirmek gerekiyordu, -bir ters, bir düz- yeniden bir akış için. Tükenmemesi için can paresi olan kumların…

Büyük kum saati ömür olsa gerekti.

Küçük kum saati belki aşkın, şiirin, tutkunun, başkaldırının, yanılsamaların, içindeki çocuğun, sıradışılığın saatiydi.

Ki Gökmen’in sözlüğünde, bu sözcüklerin hepsi aynı sayfadaydı.

 

Küçük kum saatinin her tersyüz edilişi, hayatından bir kesitti belki.

Başlar-biter-başlar-biter. Ama büyük kum saati, işlerdi…

Turgut Uyar'ın ‘Karışık saatleri' gibi karışırdı zaman, karışırdı hayat:

‘‘Önce herşeyi ben hazırlıyorum /Sonra geliyorlar /Saat ikide mi /İçki de mi /On birde mi bilmiyorum /Ben tutunurum saatsiz bir yelkovana /Saat ikide mi /Kırılmada mı /On birde mi bilmiyorum /Adın bir güzelliğe yakışır, elbet yakışır /Bir intiharda mı /Bir şiirde mi bilmiyorum’’

Aslolan hangisiydi; büyüğü mü, küçüğü mü, kum saatinin? Hangisi kıymetliydi…

Aslolan hayat mıydı, ömür müydü, yoksa şiir mi?

Ben şairin dediğine inandım hep:

‘‘Aslolan şiirin hayatını yaşamaktır, yazmak sonra gelir hep.”

 

Bir yönüyle lovecapone’du belki; aşk haydudu, aşk çetecisi…

“İçindeki çocuğu” hiç yitirmedi. İçindeki ‘asla büyümeyen’ çocuktan vazgeçmek bir yana onu sahiplendi hep. Tütün verdi eline, kadeh verdi, şiir, türkü verdi, tespih verdi.

Asıl tutkusunun o olduğunu vurguladı. Ve bu tutku onu kendi deyimiyle, ‘‘aşktan ve kadından vazgeçememeye, ebedi gençliği yakalamaya” zorladı.

Gökmen yazılarına da estirdi bu tutkusunu, kattı kimyasını:

‘‘Bir türlü evcilleşememek ve her zaman yabani olmak gerektiğini anladım. Belki de bu yüzden sevişmekle savaşmayı eşit ölçüde seviyordum, kimbilir… Yani yiğitliği ve aşkı. Aşk bence yiğitliğin doruk noktası.’’

Aşk belki de “meçhul rüyalar”dı onun için. O da “Meçhul asker”in “âşık” versiyonuydu belki: Meçhul âşık…

 

Az yaşadı ama fazla geldi o günün zihniyetine.

Sesi çok güzeldi, türküler, şarkılar okurdu, bir de Jacques Brel’den şansonlar…

Onun sözleriyle bitireyim yazımı; isteyen bu satırları onun ardından bir dua, isteyen bir şarkı olarak okusun:

Biz hepimiz şiirlerin, romanların ve filmlerin kahramanlarıyız.

Bir gün bunu anlayabilirsek bir destan yaratacağız.

Ve bu destan güzelim ülkemizin sevgi, barış ve özgürlük destanı olacak.

Bu destana kendi halinde aşklarımızla ulaşacağız.”

 

BİR FİLM/BİR REPLİK

– Yüzmek istiyorum.

– Belki daha sakin bir günde…

– Evet…

– Yüzme biliyor musunuz?

– Bilmiyorum.

– Bilmiyorsanız çok tehlikelidir.

– Yüzme bilip bilmediğimi bilmiyorum.

(Portrait of a Lady on Fire – Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi)

 

(¹) “Kuşun Ölümü”, İsmet Özel.

- Advertisment -