Ana SayfaHaberlerGündemEkmeleddin İhsanoğlu: “1924’de hilafeti kaldıran Mustafa Kemal, 1927’de Nutuk’ta hilafetin ilgasından doğan...

Ekmeleddin İhsanoğlu: “1924’de hilafeti kaldıran Mustafa Kemal, 1927’de Nutuk’ta hilafetin ilgasından doğan boşluğu gidermek için yapılan tekliflere olumlu karşılık vermişti”

Marmara Üniversitesi’nde düzenlenen 100. Yılında Hilafetin İlgası sempozyumunun açılış konuşmasını yaptığı için laik çevrelerden eleştiriler alan eski İKÖ Genel Sekreteri ve MHP milletvekili Ekmeleddin İhsanoğlu, hilafet tartışmalarına Nutuk’tan bir bölümle katıldı: “Nutuk’tan okuyacağım size. Atatürk diyor ki; “İttihad eden İslam devletleri, bu meclisin reisi tarafından temsil olunacaktır. İşte o zaman isterlerse o İslam şumul ittihadı…hilafet ve Müşteret Meclisi'nin makam- ı riyasetine intihap olunacak, seçilecek. Zata da halife unvanı verirler.” İhsanoğlu, Cumhurbaşkanlığı için adının ilk olarak 2007’de AK Parti tarafından geçtiğini söyledi, 2014’deki ortak adaylık teklifinin ise MHP’den geldiğini söyledi, CHP’nin seçim başarısını yorumladı: “Bugün CHP bir noktaya geldiyse Kemal Bey’in partiyi geniş kitlelere açma anlayışı sayesinde”.

T24’de Cansu Çamlıbel’in Ekmeleddin İhsanoğlu ile yaptığı röportajdan bir bölüm aktarıyoruz.

Geçen hafta Marmara Üniversitesi’nin düzenlediği ‘İlgasının 100. Yılında Hilafet’ başlıklı çalıştayın açılışını yaptınız. Programda yer aldığı şekliyle konuşmanızın başlığı şuydu; ‘Hilafetin İlgasının Tedaileri ve Boşluğu Doldurma Gayretleri.’ Toplantıya katılımınızın haber olmasının ardından sosyal medyada büyük tartışma yaşandı. Gençlerin diliyle söylemek gerekirse ‘laik atak’ yaşandı. Oysa ben çalıştayda ne anlattığınıza dair tek satır bulamadım ya da görüntü. Yani ne konuşulduğunu bilmeden yapılmış o yorumlar. Bu çalıştaya neden lüzum görüldü? Siz kendi konuşmanız da ne anlattınız?

Efendim Türkçemizde güzel bir ata sözü var, bu tür kimseler için şöyle denir; “Okumadan alim, gezmeden seyyah.” Yani bir konuda bilgi sahibi olmadan, fikir imal ediyorsunuz. Bunun Türkçedeki basit adı cehalettir. Cehalet, cahil olmak, bilmemek. Ama bir de bunun ötesi var, ‘cehli mürekkeb’ denilir. İngilizce de ise yine benzer bir şekilde kullanılan ‘compound ignorance’ vardır, yani ‘katlanmış cehalet’. Konu ne olursa olsun, bu insanlar dinlemedikleri, görmedikleri, araştırmadıkları husus hakkında fikir imal ederler ve oradan hareketle birilerine suç atfederler. Bu çok enteresan ve bizim bazı sözüm ona aktivistlerimize has bir tavırdır. Bahsettiğiniz çalıştayı düzenleyen Marmara Üniversitesi’dir ve bu Cumhuriyet’in 100. yüzyılı münasebetiyle yapılan faaliyetlerden sadece bir tanesidir.

Yüz sene önce yapılanlar ve alınan önemli kararlar hakkında, ilmi bir ortam içerisinde, akademik bir ortam içerisinde fikir teatisi, düşünce analizleri yapılması elbette gereken bir şeydir. Ben şahsen siyasi tarih uzmanı olmamakla beraber ve konu hakkında fazla araştırmalarım olmadığı halde Marmara Üniversitesinden gelen teklifi kabul ettim. Çünkü bu tür konuşmaların bu toplumda yaşanan zıtlaşma, kutuplaşma, gerginleşmenin giderilmesi yolunda adımlar olduğuna inanıyorum. Mühim bir konu hakkında fikri olan, düşüncesi olan söyler. Mesele bu. Benim tebliğimde yer verdiğim ise 15 asırlık bir kurumun sona erdirilmesinden doğan boşluklardır. İslam dünyasının bu boşluğu ne şekilde doldurmaya çalıştığını bazı örneklerle anlattım. Yıllar önce yazdığım ‘Yeni Yüzyılda İslam Dünyası’ adlı kitabımda bu meseleleri ele almıştım.

– Hilafetin sona ermesinden sonra İslam dünyasında neler yaşandı?

1924’ten 1926’ya kadar iki sene içerisinde İslam dünyasının değişik başkentlerinde hilafetin kaldırılmasıyla ortaya çıkan boşluğun nasıl doldurulacağına dair çok konuşmalar yapılmıştır. Kahire ve Mekke konferanslarından ve El Senhouri’nin kitabının yayınlanmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve halifeliği kaldırmış olan Mustafa Kemal, hilafetin ilgasından doğan boşluğu gidermek için yapılan tekliflere olumlu bir değerlendirme ile karşılık verdi. Mustafa Kemal, altı gün süren Nutuk’unda bu konuya değindi. Şimdi bakın Nutuk’tan okuyacağım size. Atatürk diyor ki; “Avrupa, Asya, Afrika ve diğer kıtalarda yaşayan Müslüman toplumlar gelecekte bağımsızlıklarını elde ettiklerinde eğer faydalı görürlerse, asrın icabatına muvafık bir surette bir takım ittifak ve ittihad noktaları bulunabilirler. Şüphesiz her devletin, her heyeti içtimaiyenin birbirinden tatmin ve temin edeceği ihtiyacları vardır. Mütekabil menfaatleri mevcuttur. Bu mutasavvır, müstakil İslam hükümetlerin sahibi selahiyet murahhasları yani yetkili temsilcilerin bir araya gelip bir kongre yaparlar ve şerait dahilinde, şartlar. Dahilinde müttehiden bir arada hareketi temin için bütün İslam devletlerinin mürahaslarından mürekkep bir meclis teşekkül edecektir. İttihad eden İslam devletleri, bu meclisin reisi tarafından temsil olunacaktır. İşte o zaman isterlerse o İslam şumul ittihadı…hilafet ve Müşteret Meclisi’nin makam- ı riyasetine intihap olunacak, seçilecek. Zata da halife unvanı verirler.”

– Nutuk’tan bir alıntı yapıyorsunuz ve o alıntı bize şunu gösteriyor; Atatürk aslında, ileride İslam ülkelerinin bir araya gelerek lüzum görmesi halinde hilafete dönüşe ortak bir biçimde dönme kararı alabileceklerini söylüyor.

Ve bunu uygun gördüğünü söylüyor.

“Atatürk, İslam dünyasındaki tartışmadan haberdar”

– Atatürk’ün Nutuk’ta belirttiği gibi bir tartışma İslam camiasında yaşandı mı? Yani “İslam dünyasının temsilcisi ülkeler olarak bir araya gelip hilafeti ortaklaşa geri getirebilir miyiz” şeklinde bir tartışma olabildi mi gerçek manada. Olamadıysa neden?

Atatürk’ün bu nutku ne zaman? 1927. Hilafet ne zaman kaldırıldı? Mart 1924. Arada üç sene var. Üç sene içerisinde İslam dünyasının değişik yerlerinde ‘ne yapalım’ toplantıları yapılmıştır. Bunları düzenleyenler daha çok din alimleri, İslami şahsiyetlerdir. Kahire’de, Suudi Arabistan’da, Filistin’de yapılan toplantılar vardır. Bir de bunlara paralel yürütülen akademik çalışmalar vardır. Mesela Senhouri diye bir Mısırlı hukukçu, Lyon Üniversitesi’nde yaptığı doktorasında Milletler Cemiyetini (League of Nations) örnek alarak hilafetin tarihine bakıldığında diyor ki; “Regüler veya irregüler tarzı vardır. Biz regüler tarzını yapamayız, irregüler tarzını yapalım.” Bana öyle geliyor ki Atatürk bu yapılan çalışmalardan haberdar. Ve böyle bir fikir teşekkül ettikten sonra da ona soruluyor herhalde. Nutuk’tan size alıntıladığım kendi ifadesidir. Fiiliyatta da Atatürk’ün öngördüğü bir takım şeyler oldu. Mesela diyor ki; “Bunun yapılabilmesi için önce İslam ülkelerinin bağımsız olması lazım.”

– O dönemde kaç İslam ülkesinin bağımsız olduğunu hatırlatır mısınız?

Türkiye var, İran var, Fas var. Başka kimse yok. Fakat iki dünya savaşı arasında çok ülke bağımsız oldu. Sömürgeciliğin sona ermesiyle İslam ülkeleri arasında bir yanda milliyetçilikle diğer yanda ise İslam adına hareket edenler ortaya çıktı. İslam dünyasının kalbinde yani Ortadoğu’da Nasır ve Kral Faysal çekişmesi var o sırada. Nasır Arap milliyetçiliğini  kullanıyor. Kral Faysal İslam dayanışması fikrini kullanıyor. Ve işte orada Türkiye ve İran kendi pozisyonlarını ayarlamaya çalışıyorlar. Bu ortamda “Hadi toparlanalım, bir araya gelelim” gayreti ancak 1969’ta bir yere varıyor. 1969 o zamanki adıyla İslam Konferansı Örgütü’nün doğum senesi. İlk defa İslam ülkeleri mürahhasları Rabat Fas’ta toplanıyor. Bunu konuşabilecek duruma geliyorlar.

– İKÖ, hilafetin geleceğini konuşmak için kurulan bir örgüt müdür ki?

O günden bugüne 55 sene geçti. Teşkilatın 9. Genel Sekreteri olarak görev yaptım. Bu teşkilatın mayasında hilafeti ihya etmek diye bir prensip yoktu, İslam dayanışması prensibi vardı.

– Hilafeti konuşmak için kurulmadı ama “Hilafete ne olacak?” sorusu içerde tartışıldı değil mi?

Doğru. Oradan oraya gelindi. Ama ilk hazırlanan charter’da da, benim hazırladığım ikinci charter’da da böyle bir ima hiç olmadı. Teşkilat, 57 ülkenin birbirine destek olması için bir platformdur. Mesela biz Türkiye olarak İslam ülkelerinden Kıbrıs için destek bekliyoruz, Pakistanlılar Keşmir meselesine destek bekliyorlar.

– Sonuçta sebebi ne olursa olsun İslam dünyası hilafeti geri getirme yönünde bir adım da atmadı bugüne kadar. Bugün İslam ülkeleri kendi içlerinde çok daha bölünmüş bir görüntü veriyor. Hatta İslam ülkelerinde mezhep savaş devam ediyor. Hem dünyaya hem Türkiye’nin geçirdiği politik süreçlere bakınca, Atatürk’ün hilafeti kaldırma kararının isabetli bir şey olduğunu düşünür müsünüz? Hilafet konusunun hem Türkiye hem de İslam camiası için giderek daha sıkıntılı bir noktaya gideceği önermesinden hareketle bu kurumu ortadan kaldırdığını düşünürsek, tarih Atatürk’ü doğrulamış oldu mu?

Nutuk’tan yaptığım iktibasın gayet açık olduğunu düşünüyorum. Fonksiyonu ya da performansı ne olursa olsun, 15 asırlık sembolik bir kurumdan bahsediyoruz. Tam bu yüzden çok tartışıldı, tartışılır. Hatta halifeliğin Osmanlılara ne zaman geçtiği bile mesela başlı başına bir tartışma konusudur. Daha sonraki padişahların neden ‘halife’ unvanı kullanmadığı, neden II. Abdülhamid‘in kullandığı vesaire. Bunların hepsi tartışılıyor. Ama sonuçta, tarihte Fas’tan Uygur Türklerinin yaşadığı coğrafyaya kadar olan bütün sahada bir İslam halifesinin var olduğu ve bunun makamının İstanbul’da olduğu bir gerçektir.

Hilafetin kaldırılması 1924’te İslam dünyasında büyük bir reaksiyon yaratmıştır. Bunun hakkında çalışmalar vardır. Ve bu reaksiyonlar kimi hissi, kimi siyasi, kimi dini anlayış içinde verilmiştir. Gösterilen resmi veya dinî reaksiyonlar dışındaki önemli hadiselerden birisi mesela Mısır’da 1928’te Müslüman Kardeşler hareketinin kurulmasıdır. Çünkü İhvan- ı Müslümin’in ortaya çıkışında şu vardır; “Biz Müslümanlar hep bir ümmettik ve bizim sembolümüz hilafetti. Birlik noktamız buydu. Şimdi yok oldu. Biz onu işte tekrar ihya edeceğiz.” Bunu söylemişlerdir hareketi kurarken ama nasıl ihya edeceklerini, ne yapacaklarını söylememişlerdir. Kuruluşlarından 10 sene sonra düzenlenen genel kurulda, ‘İslam vatanı’ diye bir kavramdan bahsedilmiştir. Yani onlar için A ülkesi, B ülkesi değil, dünya var.

Arap coğrafyası gibi bir yerde bir Türk olarak yani İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ilk Türk genel sekreteri olarak zor bir iş yaptınız. O yüzden de diplomatlık tarafınız çok ağır bastı. Dolayısıyla şimdi benim siyasetin yakınından geçebilecek her türlü sorularımı bir diplomat gibi bertaraf ediyorsunuz. Ama bunlar sonuç itibariyle tarihe geçecek şeyler ve siz zaten 2014’ten beri hatta MHP’deki milletvekilinin sona erdiğinden beri hiç konuşmadınız. 2014’te nasıl CHP ve MHP’nın ‘çatı adayı’ olmuştunuz orayı bir netleştirelim mi en azından?

Şimdi mesele şudur. 2014’ün başında Türkiye’ye döndük. Ve Türkiye’ye dönerken ben artık gerek içeride gerek dışarıda kültür hayatına birtakım katkılar yapma, eserler yazma niyetindeydim. Tekrar herhangi bir görev alma niyetim yoktu. Ama benim ismim 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adaylar arasında geçmişti. Siz onu biliyor musunuz?

Ben o zaman Teşkilat’taki görevime yeni gelmiştim. Bir baktık Hürriyet’te, Milliyet’te haberler çıktı. Adalet ve Kalkınma Partisi içinden isimler zikredilmeye başlandı. Hatta hatırlıyorum; Vecdi Gönül’ün ismi de geçiyordu. O haberler çıktığında çok iyi hatırlıyorum Paris’teydim, UNESCO’da bir toplantı vardı. Orada Milliyet muhabiri sormuştu, ben de “Benim gündemimde böyle bir şey yok” demiştim. Arşivlere bakabilirsiniz.

– Bu bahsettiğiniz 2007’de Abdullah Gül’ün adaylığı ve sonrasında cumhurbaşkanlığı seçilmesiyle nihayetlenen süreç. Ve aslında cumhurbaşkanlığı için isminizin ilk AKP çevrelerinde zikredildiğini hatırlatmış oluyorsunuz. Devam edelim ve 2014’e gidelim.

İşte biz Türkiye’ye dönük, yerleşmeye çalışıyoruz. Bu ‘çatı aday’ fikri çıktı ortaya.

– Kimden çıktı fikir?

Cumhurbaşkanlığı adaylığı teklifi ilk defa MHP’den geldi. Bana MHP’den gelenler oldu. Bu teklifi getirdiler. Ben kendilerine “Sadece MHP’nin adayı olursam yeterli oy alamayız, ancak CHP ile ortak aday çıkartırsanız başarılı olabiliriz” dedim. “CHP bu işin içinde yok” dediler. Ben de teşekkür ettim. Böyle söyledim, çünkü eğer bu tek başına MHP’nin teklifi olsaydı tek partinin oyları belli. Eğer bu iki partiyi bir araya getirecek bir şeyse -ki birisi sosyal demokrat diğeri de muhafazakâr milliyetçi bir parti- bu Türkiye’nin muhtaç olduğu uzlaşmayı sağlayacak bir şey. Bunu böyle gördüm. Ama daha sonra MHP Genel Başkan Yardımcısı geldi, görüştük. CHP’nin benim adaylığımı ortak aday olarak kabul ettiğini, anlaştıklarını aktardı. Sonrasını ise hepiniz biliyorsunuz zaten.

– Yani aslında bu işin mimari Devlet Bahçeli’ydi, öyle mi?

Evet, benim gördüğüm prizmadan böyle.

– Oysa bazıları sanıyor ki sizi ‘çatı aday’ olarak gösterme fikri Kemal Kılıçdaroğlu’ndan çıktı.

Şimdi, çatı adayı olarak gösterme konusunda iki taraf arasında nasıl inisiyatif alındığı hususunda ayrıntıya sahip değilim.

– Bütün bu süreçte sizin adaylığınız üzerinden Kılıçdaroğlu’nun hedef alınması sizi rahatsız etti mi?

Evet bunun farkındayım, bu şüphesiz en azından nezaketsizliktir ve kadirşinaslıkla alakası yoktur. Fakat gördüğüm kadarıyla bu eleştiriler partinin ana akım görüşleri içinde olmayıp, birtakım dar kliklerin yıpratma çabalarıydı. Çünkü Kemal Bey, partiyi toplumun farklı kesimlerine de açmaya çalışıyordu. Bakınız 11 Ağustos 2014 günü seçim yapıldı, değil mi? Zamanımız çok dardı ve elimizde çok az imkanlar vardı. Hazırlığımız yoktu. Buna rağmen 12 parti destekledi bizi. Gayet nezih ve haysiyetli bir kampanya yürüttük. Nezaket ve haysiyet dışı hiçbir davranışta bulunmadık. Seçim yapıldı, akşam neticeler ortaya çıkmaya başladı. Büyük şehirlerin durumu da belli olunca ben arkadaşlara, “Artık netice belli oldu, biz kazanan sayın Erdoğan’ı tebrik edelim” dedim. Ve yaptığım basın açıklamasında kendisini tebrik ettim. Ayrıca bu açıklamada hakkımızda “Yüzde 10 bile alamaz” diyenlere rağmen yüzde 40’a yaklaşan oy aldığımızın altını çizdim. Ertesi gün eve gelen gazetecilere; “Ben dün söyleyeceğimi söyledim, bundan sonra laf bitti” dedim. 12 Ağustos’taki son beyanatım budur; bende laf bitti. Ve ben o günden bugüne hiçbir siyasi konuya girmiyorum.

– Ama neden?

Lüzum yok ki. Bir misyon üstlenmişsiniz, muhalefet için yük altında girmişsiniz, bunu elinizden gelen en iyi şekilde yapmak gerekir. Ben bu mücadeleyi, Türk siyasetinde bir örnek teşkil edeceğine inandığım bir edeb içerisinde yürüttüm. O mücadeleyi hafife alanlar, 2014’ten sonra yapılan iki cumhurbaşkanlığı seçiminde ne olduğuna baksınlar.

– Son olarak CHP’nin 31 Mart Yerel Seçimleri’nde ortaya koyduğu performansı sormak istiyorum. 1977’den beri ilk defa bir seçimden birinci parti olarak çıktı CHP. Seçim sonucu analizleri gösteriyor ki CHP artık ‘Cumhuriyet elitlerinin partisi’ gibi görülme eşiğini atlamış, yavaştan da olsa muhafazakâr seçmen için de bir seçenek haline gelmeye başlamış. Nitekim seçim kazanan belediye başkanlarının bir bölümü sosyal demokrat gelenekten gelmiyor bugün. Kemal Bey ile birlikte yaşadığınız politik sürecin de bugün gelinen noktada bir rolü olduğunu düşünüyor musunuz?

Düşünüyorum tabii, gayet tabii. Bugün CHP bir noktaya geldiyse bu Kemal Bey’in partiyi geniş kitlelere açma anlayışı sayesinde olmuştur. Bunu da görmek lazım.

- Advertisment -