Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimlerini Cumhur İttifakı kazandığı takdirde, öngörülebilir gelecek için demokrasiye veda etmiş olacağımızda kuşku yoktur. Bu seçimlerden birini Cumhur İttifakı’nın diğerini muhalefet cephesinin kazanması, hatta muhalefet cephesinin her iki seçimi kazanmasına rağmen Mecliste Anayasayı değiştirebilecek 3/5 çoğunluğu elde edememesi durumlarında ortaya çıkabilecek belirsizlikleri başka bir yazımda ele almıştım. Buna karşılık muhalefet cephesi her iki seçimi kazandığı ve Mecliste 3/5’lik çoğunluğu sağladığı takdirde, geçiş sürecinin nasıl cereyan edeceği konusunda açıklık yoktur. Mesela geçiş süreci tek bir safhalı mı olacaktır yoksa önce güçlendirilmiş parlamenter rejime geçiş, sonra yeni seçimler ve o meclisçe tümüyle yeni bir anayasa yapımı gibi çeşitli safhalardan mı oluşacaktır? Bu süreçte Cumhurbaşkanının rolü, yetkileri ve tutumu ne olacaktır? Bütün bu süreçler boyunca muhalefet cephesi partileri görüş birliklerini koruyabilecekler midir? Koruyamadıkları takdirde bunun sonuçları neler olacaktır? Cumhur İttifakı döneminde kamu görevlileri ve siyasiler tarafından işlenmiş suçlar için nasıl bir süreç uygulanacaktır?
İlk sorudan başlayacak olursak zaman zaman medyada dolaşan, ilkin güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçilmesi, sonra seçimlerin yenilenmesi, yeni anayasanın da seçilecek bu meclis tarafından yapılması senaryosu, kanımca gerçekçi ve gerekli değildir. Bir defa, güçlendirilmiş parlamenter rejime geçişin ve yargı bağımsızlığının sağlanması, yürürlükteki anayasanın yaklaşık yarısının değiştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Geri kalan maddelerin çok büyük çoğunluğu, temel hak ve hürriyetlere ilişkindir. Bunlarda acil bir değişiklik ihtiyacı görülmemektedir. Gerçi bir darbe ürünü olan 1982 Anayasası, orijinal şekliyle, birey hürriyetlerinden çok devlet otoritesini güçlendirme felsefesiyle hazırlanmış olmakla birlikte, daha sonra uğradığı 20 civarında değişiklik (elbette 2017 değişikliği hariç) temel haklar konusunda çok önemli iyileştirmeler getirmiştir. Halen insan haklarına ilişkin uygulamaların son derece esef verici olduğunda elbette kuşku yoktur. Ama bunun sebebi, Anayasada yer alan hükümlerin yetersizliği değil, uygulayıcıların bu hükümler yokmuş gibi hareket etmeleridir. Milletlerarası literatürde “anayasasızlaştırma” (deconstitutionalization) olarak adlandırılan bu durum, anayasa normlarının kâğıt üzerinde varlıklarını sürdürmeleri, ancak uygulamada bunlara riayet edilmemesi anlamına gelir. Bir örnek vermek gerekirse, masumiyet karinesi, Anayasanın 15 ve 38’inci maddelerinde çok açık şekilde düzenlenmiştir. Ancak uygulamada bu hükümler, hemen hemen her gün, devletin en yüksek makam sahipleri tarafından ihlâl edilmekte, görülmekte olan davaların sanıkları peşinen suçlu ilan edilmektedir. Bu örnekler elbette çoğaltılabilir.
Görülüyor ki, anayasa yapımı sürecinin iki aşamalı olmasını gerektiren bir durum yoktur. Muhtemelen bu görüşü savunanların zihninde, yeni anayasayı yapacak meclisin, sivil toplum kuruluşları temsilcileri ve hukuk uzmanları gibi seçilmemiş üyeleri de içine alan özel bir kurucu meclis olması gerektiği düşüncesi yatmaktadır. Ancak seçilmemiş üyelerin varlığının, bu meclisin temsilîlik niteliğini ve demokratik meşruiyetini zedeleyeceği de unutulmamalıdır. Yok eğer bu meclisin bütün üyeleri seçimle göreve geleceklerse o takdirde o meclisin siyasal kompozisyonu ilk seçilen meclisinkinden farklı olmayacaktır. O zaman iki aşamalı sürecin ne anlamı olacaktır? Anayasa yapımında uzmanların ve sivil toplum kuruluşlarının görüşlerinden yararlanılması elbette yararlı ve gereklidir. Ancak bunun için iki aşamalı bir süreç zorunlu değildir. 2011 sonrası Partiler Arası Uzlaşma Komisyonu deneyiminde olduğu gibi, anayasa yapımı komisyonu, uzmanların ve sivil toplum kuruluşları temsilcilerinin görüşlerinden yararlanabilir ve yararlanmalıdı
İki aşamalı sürecin başka bir sakıncası, demokratik hukuk devletine geçilmesi sürecinin gereksiz yere uzatılmış olmasıdır. Bu, toplumdaki belirsizlik duygusunu güçlendireceği gibi, iktidar ortağı partiler arasında görüş ayrılıklarının ortaya çıkması riskini de arttıracaktır. Oysa güçlendirilmiş parlamenter rejime geçişi ve yargı bağımsızlığının tesisini sağlayacak anayasa değişikliğinin gerçekleştirilmesi, bu konularda altı muhalefet partisi (muhtemelen HDP de bu bloka dâhil edilebilir) çok büyük ölçüde görüş birliği içinde olduğundan, muhtemelen 6-8 aylık bir süreyi geçmeyecektir. Bu süre içinde, demokratik rejime geçiş yolunda ciddi engeller oluşturan bazı kanunlarda da gerekli değişiklikler yapılmalıdır. Bunlar arasında ülke seçim barajının kaldırılması veya yüzde 3-4 gibi makul bir düzeye indirilmesi, Siyasi Partiler Kanunu’ndaki çağdışı yasakların kaldırılması ve parti kapatmanın zorlaştırılması, “Cumhurbaşkanına hakaret suçu”nun kaldırılması veya demokratik normlara uygun hale getirilmesi, YÖK’ün kaldırılması veya yetkilerinin büyük ölçüde sınırlandırılması gibi bazı hususlar zikredilebilir. Bu konularda da altı muhalefet partisi görüş birliği içinde göründüğünden, bu değişikliklerin intikal sürecini fazla uzatması muhtemel değildir.
Bu anayasa ve kanun değişiklikleri ile demokratikleşme yolunda çok önemli bir mesafe alınmış olacaksa da, bütün tartışmalı konuların halledilmiş olmayacağı açıktır. Mesela vatandaşlık tanımı, anadilde eğitim, yerel yönetimlerin özerkliğinin derecesi, zorunlu din eğitimi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın statüsü gibi konularda ittifak partileri arasında görüş ayrılıklarının ortaya çıkması ihtimali daha fazladır. Bu ayrılıkların intikal sürecini tıkamasına veya geciktirmesine imkân verilmemelidir. Bu konularda ya uzlaşmacı, orta yolcu çözümler benimsenmeli, o da mümkün olmadığı takdirde sorunların çözümü geleceğe ve siyasal sürecin normal işleyişine ertelenmelidir.
Görülüyor ki intikal sürecinin, üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken bazı sorunları vardır. Bunlar üzerinde daha sonraki yazılarımda da durmak istiyorum.