Bir önceki yazımda muhalefet cephesi önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimlerini kazandığı ve TBMM’de 3/5 çoğunluğu elde ettiği takdirde, demokratik parlamenter hukuk devletine geçiş sürecine ilişkin bazı sorunları ele almıştım. Bugün de bu süreçte Cumhurbaşkanının rolüne ilişkin değişik görüşleri incelemek istiyorum.
Yürürlükteki Anayasaya göre, Cumhurbaşkanının bir siyasi partinin üyesi, hatta lideri olmasına engel yoktur. Ancak altı muhalefet partisinin hepsi, taraflı ve partili Cumhurbaşkanı modelini şiddetle eleştirdiklerine göre, gösterecekleri ortak adayın, seçildiği takdirde, partisinden derhal istifa etmesi gerekeceği açıktır. Hatta benim de katıldığım bir görüşe göre muhalefet adayı (veya adayları) seçildikleri anda değil, adaylıkları kesinleştiği anda partilerinden istifa etmelidir. Çünkü seçim kampanyasının partili sıfatı ile sürdürülmesi, bütün muhalefet partilerinin savunduğu, tüm toplum kesimlerini kucaklayacak tarafsız Cumhurbaşkanı imajı ile bağdaşmayacaktır. Buna karşılık, muhalefetin Cumhurbaşkanı adayının, hiçbir siyasi parti üyeliği olmayan, tamamen siyaset-dışı bir kişi olması gerektiği görüşü isabetli görülmemektedir. Özellikle (aday olduğu takdirde) Sayın Erdoğan’a karşı yarışacak bir kişinin, yeterli siyasi tecrübe ve siyasi tanınırlık sahibi olmasında büyük yarar vardır.
İkinci bir soru, Cumhurbaşkanı seçilen muhalefet adayının, geçiş süreci boyunca yetkilerini ne ölçüde aktif şekilde kullanacağıdır. Yürürlükteki Anayasanın Cumhurbaşkanına neredeyse sınırsız yetkiler verdiğinde kuşku yoktur. Bir görüşe göre, yeni seçilecek Cumhurbaşkanı, geçiş sürecini mümkün olduğunca kısaltmak amacıyla, bu yetkileri aktif bir biçimde kullanmalıdır. Benim de katıldığım ikinci görüş ise bunu sakıncalı bulmaktadır. Altı muhalefet partisi, yıllardır yürürlükteki sistemin Cumhurbaşkanına sınırsız yetkiler verdiğini, bir tek-adam rejimi yarattığını haklı olarak savunmuşlardır. Şimdi kendi seçtikleri Cumhurbaşkanının bu yetkileri sınırsız biçimde kullanması, birçok çevrede “Ali gitti, Veli geldi; değişen ne oldu?” duygusunu yaratacaktır. Yürürlükteki kurallara göre sadece Cumhurbaşkanının yapabileceği birtakım işlemlerin yapılması elbette gerekli, hatta zorunludur. Bunların başında Cumhurbaşkanlığına bağlı birçok kurulun lağvı ve Sarayı dolduran danışmanlar ordusu mensuplarının görevlerine son verilmesi gelmektedir. Bunun dışında Cumhurbaşkanı, elbette yürürlükteki Anayasanın kendisine tanıdığı geniş Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarma yetkisini çok acil ve zorunlu durumlar dışında kullanmamalı, gerekli düzenlemeleri kanun alanına bırakmalıdır.
Anayasa değişikliği gerçekleşene kadar Cumhurbaşkanı, elbette yürürlükteki kurallar çerçevesinde hareket edecektir; bunları yok sayma lüksü yoktur. Ancak bu geniş yetkileri ne şekilde kullanacağı, büyük ölçüde kendi kişisel takdirine bağlıdır. TBMM eski başkanlarından ve halen Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi Sayın Cemil Çiçek, bu durumu şu sözleriyle ifade etmiştir: “Bugün karşılaştığımız problemler sistemden mi kaynaklanıyor … yoksa … yönetenlerin iş tutuş tarzından mı? … Ben bazı hususların sistem değiştirilmeden de iş tutuş tarzımızla ilgili olarak pekala yerine getirilebileceği kanaatindeyim.” (Sözcü, 14 Kasım 2021). Mesela Anayasa değişikliği gerçekleşene kadar Bakanlar Kurulunun 2017 öncesi statüsüne ve yetkilerine kavuşması elbette hukuken mümkün değildir; ama Cumhurbaşkanının, fiiliyatta bu kurulu gerçek bir istişare ve karar organı olarak telâkki etmesine hiçbir engel yoktur. Aynı şekilde, bakanlar basit birer sekreter olarak değil, kendi görev alanlarında gerçek birer karar verici olarak görülebilirler. Dolayısıyla geçiş sürecinde pek çok şey, Cumhurbaşkanının tutum ve davranışlarına bağlıdır.
Son günlerde siyasetçileri ve medyayı epeyce meşgul eden bir konu da 50+1 tartışmasıdır. Kanımca bu tartışma tamamen gereksizdir. Çünkü bazılarının zannı hilâfına 2017 Anayasa değişikliklerinde değil, 2007 Anayasa değişikliğinde kabul edilmiş olan bu hüküm, ancak bir anayasa değişikliğiyle değiştirilebilir. Oysa Cumhur İttifakının anayasayı değiştirecek 3/5 çoğunluğu yoktur. Kaldı ki MHP de böyle bir değişikliğe karşı olduğunu açıkça ifade etmiştir. Sayın Bahçeli, 50+1 kuralının, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin demokratik meşruiyet temeli olduğunu haklı olarak açıklamıştır. Gerçekten, neredeyse sınırsız yetkilere sahip bir Cumhurbaşkanının, % 30 – 35 gibi düşük bir oy oranı ile seçilmesi, akla ve mantığa aykırıdır.
Son olarak, yapılacak yeni Anayasada Cumhurbaşkanının statüsünün ve yetkilerinin ne olacağı sorusu karşımıza çıkmaktadır. Altı muhalefet partisi, Cumhurbaşkanının tarafsız, partisiz, ancak sembolik yetkilere sahip olması, sadece bir dönem görev yapması, ilk seçilecek Cumhurbaşkanının, görev süresinin bitimine kadar bu makamda kalması hususlarında ittifak halinde görünmektedirler. Buna karşılık, kendisinin parlamento tarafından mı, halk tarafından mı seçileceği hususunda kesinleşmiş bir karar görünmemekte, bazı parti sözcüleri her ikisinin de düşünülebileceğini ifade etmektedirler. Kanımca Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, onun sembolik yetkilere sahip tarafsız bir kişi olmasıyla bağdaşmaz. Çünkü halk tarafından seçilme, o kişiye güçlü bir demokratik meşruiyet sağlar; o takdirde kendisine niçin ancak sembolik yetkiler verildiği tartışılabilir. Keza halk tarafından seçilmek, zahmetli ve pahalı bir seçim kampanyasını, o da en az bir siyasi partinin örgütlü desteğini gerektirir ki, bu da onun tarafsızlık ve partisizlik imajına halel getirebilir. Bazı siyasi parti sözcülerinin dile getirdikleri, Cumhurbaşkanının görev süresi bittikten sonra hiçbir siyasi partiye girememesi şartı ise, mantık dışıdır. Parti üyeliği, her vatandaşın doğal anayasal hakları arasındadır. Cumhurbaşkanlığı görevini onurla ve başarıyla ifa etmiş bir kişinin, bu doğal haktan yoksun bırakılması kabul edilemez.
https://www.perspektif.online/gecis-surecinde-cumhurbaskaninin-rolu/