Ana SayfaHaberlerGündem2020 Baharı ve “Bal Ülkesi”

2020 Baharı ve “Bal Ülkesi”

 

Kendimi bildim bileli 1 Mart mühim bir tarihtir benim için çünkü baharın o gün başladığını düşünürüm.

 

Baharın aslında 1 Mart’ta başlamadığını, Mart’ın kazma kürek yaktırdığını, üstelik artık mevsimlerin ileriye doğru kaydığını, illâ baharın başlamasına sevineceksek 21 Mart’ın yani Nevruz’un daha doğru bir tarih olacağını biliyorum.

 

1 Mayıs, işçi ve emek bayramını da aynı zamanda bahar bayramı olarak kutlamak mümkün, ayrıca, bizim buralarda hıdırellez kutlanır, o da 5 Mayıs’ta.

 

O zaman nereden çıkıyor bu “1 Mart’ta bahar başlar” hikayesi?

 

Muhtemelen tamamen ilkokulla ilgili. Sadece “mevsimler ünitesi”nde öyle gördüğümüzden değil, aynı zamanda o yıllarda hemen her sınıfta olan, sınıfın bir duvarının biz çocukların göz hizasına denk gelen kısmını kaplayan mevsimler hakkındaki resimlerden kaynaklanıyor sanki.

 

Neydi? İlkbahar kısmında Mart, Nisan, Mayıs ayları resimleri. Gülen oynayan çocuklar, çocuklarla aynı boylarda kocaman açmış çiçekler, yüzlerine birer tebessüm yerleştirilmiş kuşlar… Yoğun bir hafiflik ve canlanma hissi.

 

Şimdi, 1 Mart’ın üzerinden tam bir hafta geçti. Hava bahara uyum sağladı büyük ölçüde ama henüz baharın her şeyi unutturan hafifliğinden eser yok. Üstelik, geçtiğimiz hafta, bizim aileye 20 yıl sonra yeniden bir bebek geldi. Yaşlanmak ne de güzel bir şeymiş, yeni kuşak bebekleri ne kadar özlemişiz! Bu bile baharın geldiği hissini yaratamıyor bende.

 

Çünkü, aynı geçtiğimiz hafta, neredeyse ailenin bu yeni muhteşem elemanını sevmenin, onun üzerine titremenin mutluluğundan utanacak durumdaydık. Onca bebek, onca çocuk ne halde? Onca gence ne olduğunu, bundan sonra neler olacağını bilmiyoruz. Onca aileye ne büyük acılar düştüğünü tahmin etmeye, onlarla empati kurmaya gücümüz yok. Bir de “bizden olmayanlar”ın durumu var ki, onlara üzülmeye bile hakkımız yok.

 

2020 çok kötü başladı. Herkesin dilinde bu var. Depremler, telaffuz etmemizin yasak olduğu ama sonunda teyit edilmiş “savaş”lar, corona virüsü, yeni peydalanan politik mağdurlar, eskilerin mağduriyetlerinin tam gaz sürmesi, haksızlıklar… Ve hep birlikte sanki bizimle ilgili değilmiş gibi izlemeye durduğumuz “kusursuz distopya” olarak Türkiye ve dünya.

 

“2018 ya da 2019 çok mu farklıydı?”diye soruyorum kendime. Geçmişi ne yapıp edip daha güzel hatırlama ya da geçmişte olan kötü şeyleri unutma eğilimimiz var, burası kesin. Her yeni yıla sanki bir önceki yıldan daha az felaketle karşılaşmamız gerekiyor gibi bir hisle başlıyoruz. Sonra, 2020 gibi çok kötücül bir hızla başlayan yıllarda, gündemle debelenmeye başlıyoruz. Olacak kötü şeyleri, apaçık felaketleri bekler hâlde buluyoruz kendimizi.

 

Bu kadar felaket içinde, görüşlerini okumak istediğimiz neredeyse bütün yazarlar, doğal olarak bu en önemli konuları yazıyorlar. Zaman zaman “öfke dili” yarışına giriyorlar. Hatta benim takip ettiğim sağlı sollu sitelerin önemli bir kısmında, en “esaslı” yazıları en öfkelilerin yazdığı var sayılıyor. “Safları sıklaştırmak”tan bahsediliyor mesela, mecazi olarak bile safları sıklaştırmanın kime ne fayda sağlayacağını bilmiyoruz. Kavga vurguları yapılıyor, sertlik istememek “naiflik”, şaşkınlık ve hatta şımarıklık gibi sunuluyor. “Kendin gibi mi sandın? Sertlik kanında var hayatın” diyorlar. Kimler mi? Tabii ki, sertliğin bedelini doğrudan ödeyenler değil, “kahramanlık şarkıları” kulağına uzaktan hoş gelenler!

 

Öfke duymanın çoğu zaman kaçınılmaz olduğunun farkındayım. Ama kullanılan “öfke dili”nin ve bu dildeki sürekli hizaya çekme tonunun insanları nasıl o aynı insan haline getirdiğini görünce, bunda bir hayır olmadığını da fark ediyorum. Bu kadar birbirine benzer insanın bu kadar atıp tutması da hiç hayra alamet değil tabii. Muhtemel çözüm yollarını aramanın yolu bu değil en azından. Sanki hınçlı ama çözüm hakkında hiçbir fikri olmayan ve bunu idrak edebilecek derecede sorumluluk sahibi olmayan çocuklardan oluşuyor siyaset alanı. Bu çocuklar, gelecekte artık bizimle olmayacakları günler hakkında bile korkusuzluk maskesinin arkasına gizledikleri sorumsuz kararları alıp yürüyüp gidiyorlar, kimse tutamıyor.

 

Türkiye’de, diyelim ki, son 10 yıldır, olan biteni hakkıyla takip etmek, tam günlük, dolu dolu bir mesai demek. Hatta, bir ucundan kaptırırsanız, tam günlük mesai yetmez, günün diğer ucunu görememe ihtimali de var. Bir yandan da, meşrebinize göre sürekli aynı şeyleri okuma ihtimali. Artık yürek soğutma işlevini bile yerine getiremeyen aynı “akıllı” yazılar, beyhude okumalar, göz atmalar…

 

Bütün bunların arasında, nasıl olduysa debelenmeyi bir kenara bırakıp, 2019 yapımı belgesel film “Bal Ülkesi”ni (Honeyland’i) izlemeye sinemaya gittim.

 

Kuzey Makedonya’da, modernitenin henüz uğramamış olduğu, tek haneli bir köydeyiz. Köyün diğer sakinleri, belli ki, uzunca bir süre önce köyü terk etmişler.

 

O tek hanede, 50’li yaşlarının ortalarındaki Hatice Muratova ile 85’in üzerindeki yarı yatalak, yarı kör annesi Nazife yaşıyorlar. İsimlerinden de tahmin edilebileceği gibi Türk kökenliler ve Türkçe konuşuyorlar aralarında. Biraz kırık, yüzlerine, yaşadıkları eve çok yakışan bir Türkçe…

 

Hatice hayatını yabani arıcılık yaparak kazanıyor. Kalan zamanının önemli bir kısmını ise annesine bakarak geçiriyor. Uyduğunda, hayatın tadını belki hepimizden çok çıkarabilecek kadar da yaşama sevinci dolu. Yani, hayat, orada, o anda, tüm zorluklarıyla birlikte, olabildiğince güzel görünüyor, hem uzaktan bize, hem de onun gözünden baktığımızda Hatice’ye.

 

Hatice arada bir, bir patikadan tepeye tırmanıyor. Arıların kayaların arasındaki kovanlarına gidiyor, yaptıkları balın bir kısmını alırken onlarla konuşuyor:

 

“Hem size, hem bize.

Yarı sana yarı bana.”

 

Filmin önemli rollerinden birini oynayan binlerce arı ile Hatice gayet iyi geçiniyorlar. Zaten, arılarla haşır neşir olduğu sahnelerin bir çoğunda Hatice kendini koruma gereği duymuyor, o kadar arının arasında, üstelik yaptıkları balın “makûl” bir kısmını alırken, çıplak elleriyle yapıyor işlerini, yüzüne de maske bile takmıyor.

 

Sonra köye bir anne, bir baba ve yedi çocuktan oluşan büyük bir göçmen aile gelip, Hatice’nin evinin hemen yanına yerleşiyor.

 

Başlangıç, Hatice için de büyük bir şenlik. Çocuklar bağırış çağırış dolaşıyor ortalıkta, Hatice onlarla olmayı, dahası onlarla “çocuk olmayı” seviyor. Ama ailenin babası, bu arıcılık işinde iyi para olduğunu fark edince, Hatice’nin uyarılarına rağmen, arılarla yapılan gizli anlaşmayı bozuyor.

 

Artık, daha fazla bal, daha fazla para… “Bu çocuklara para lazım…”

 

Sonucu tahmin edersiniz. Ama ben en azından şunu söyleyeyim: Hatice de, arılar da bu yeni anlaşmadan hiç hoşlanmıyorlar. Tüm bunlar Kuzey Makedonya’da bir köyde geçince, tabiatın kurallarına uyanlar, en kızgın oldukları durumlarda bile “işin oluru”nu arayanlar, yani Hatice ve arılar kazanıyor.

 

“Bal Ülkesi”, dünya prömiyerinin de yapıldığı Sundance Festivali’nden üç önemli ödül almış. Ayrıca En İyi Uluslararası Film ve En İyi Belgesel dallarında Oscar’a aday gösterilmiş.

 

Filmin iki yönetmeni var: Tamara Kotevska ve Ljubomir Stefanov. İlk uzun metrajlı filmleriymiş. Bu bilgi bana çok şaşırtıcı geldi çünkü çok sağlam ve olağanüstü ince bir film yapmışlar. Kameranın çektiklerini değil de, çok geniş bir açıdan uzağı gösteren bir dürbünle o hayatları ve o doğayı izliyormuşuz izlenimi vermeyi başarmışlar. Arada sanki yönetmen, kameramanlar, teknik ekip vs hiç yok.

 

“Bal Ülkesi” gösterişten uzak hayatları, yakından baktığı tabiata benzeyen, sapsade minimal bir sinema dili ile anlatıyor. Üstelik, oralarda ölümden başka her şeyin çaresi var.

 

Buralarda ise, 2020 yılının Mart ayının ilk haftasının sonu itibarıyla baharın henüz gelmediği kesin. Ne zaman geleceği, hatta gelip gelmeyeceği de belli değil.

 

Eminim ki, “Bal Ülkesi”ne tam 1 Mart’ta bahar gelmiştir. Ne film bizi yanıltmış olabilir, ne de ilkokul bilgilerimiz.

- Advertisment -