Hayat zor

 

‘Nevrozun bir hastalık olması gerekmez’, demişti Winnicott, ‘bazen sadece hayat zor demenin bir biçimidir.’ Hayat çok zor, kimileri için daha da zor. Tahammül edilemeyecek olana tahammül edebilme sanatı. Keder, endişe ve yas hemen üzerlerine bir psikiyatri yaftası yapıştırıp kaçamayacağımız insani durumlar. ‘İnsan üç beş damla kan ve bin endişe’ diyor Sadi.  Hayatı iyileştiremeyiz. Oraya gizlenmiş kırılganlık, bize bir şey öğretmek için orada. Dersimizi almaya, yaşadıklarımızı anlamaya ve o ruhsal acıdan büyüyerek çıkmaya çalışmalıyız. İçine doğduğumuz hayatı, ülkeyi, kültürü, aileyi biz seçmedik. Bizim başlatmadığımız bir kaderin dizginlerini ele almamız, onun duygusal sorumluluğunu üstlenmemiz isteniyor bizden. Bu bir paradoks, bir diğer paradoks da iyileştiricinin de iyileşmiş olmaması. Doktor da kaza oklarıyla yaralanmış. Hayatı tedavi edemeyiz, çünkü o aynı anda hem dehşetengiz güzel hem de berbattır, onda hem iyiliğin büyük ışımaları hem de kötülüğün insan yutan karanlığı bir aradadır. İnsan faniliğini, hayatın bir bitişi olduğu gerçeğini tedavi edemeyiz.

 

Yaşantı açıdan baktığımızda, terapi köre yol gösteren körlerin hikayesidir. Istırabı biz elem doktorları icat etmedik ve onun kökünü kurutabilecek olan da biz değiliz. Yaptığımız iş, en mütevazı ifadeyle, ıstırabı azaltmaktır. Senin ıstırabın benim ıstırabıma değdiğinde şifanın yolu açılır. Senin acını adeta emer, onu kendime taşır ve sindirmek için kendimde tutarım. Bu anlamıyla terapi, bir tür ruhsal ‘acı çıkarma seansı’ gibidir, onun taşıyamadığı acıyı bir süreliğine üstlenir, ona ortak olur, onun sindirilmesine yardım ederim.  Istırap bir köprü olur ve gözlerimize, ortak olarak neye sahip olduğumuzu gösterir. Yetersizliğimiz, temel zayıflığımız, güçsüzlüğümüz, ölümlülüğümüz ve bütün bunlarla yüzleşebilecek cesarete sahip olmayışımız… İşte bunlar yüzünden görülmeyi ve olduğumuz gibi kabullenilmeyi hak ediyoruz. Beni gör ey dünya, görünmez bir hayalet değilim ben, anlatabileceğim bir hikayem var!  Köre yol gösteren kör dediğimizde kaderimizin ortaklığına atıfta bulunuyoruz, tabiatımız birbirine bağımlı, her birimiz görülmek ve anlaşılmak arzusundayız. Varoluşsal kırılganlığımızın üstünü örtmek yerine onu sahiplenebiliriz. Karanlıktan kaçmak yerine ona tahammül edebilmek için birbirimize yardımcı olmaya çalışabiliriz. Belki böylece bir gün ışık yaralarımızdan sızar ve birbirine bağlı ve bağımlı ama sonlu varlıklar olduğumuzu hatırlarız.

 

Furor sanandi diyordu Freud, iyileştirme öfkesine. Bir an önce iyileştirmek, bir kurtarıcı rolüne soyunarak ruhun derin yaralarından kişiyi azat etmek telaşı. Terapistin nevrozu. Çok derinlerimize işlemiş acıyı, bir nakil işlemiyle, radikal bir ruh ameliyatıyla yerinden kopartamayız. Ruhun derin yaraları yerinde durmakla bize yol ve yön gösterir, yaşanmışlığın izlerini ve acının belleğini oluşturur. Bizi kötürüm bırakan hikayeler her zaman tam manasıyla arıtılamaz, yerinden edilip onların yerine  her zaman keyif ve sevgi yerleştirilemez. Hiç o kadar kolay değil. Bazen çocukça sorulara muhatap olurum. ‘Belleğimi tamamen silecek bir yöntem yok mu doktor?’ O filmlerde oluyor, burada gerçek hayatta hiçbir şey o kadar basit değil. Yine de çokları, tek seansta bütün acıları çözecek şarlatanları yeğler. Gerçek hayatta acı tümden buharlaşmaz. Ruha kök salmış bir yara, varlığını hatırlatan bir iz bırakmadan geçip gitmez. Yine de büsbütün bağlı değil elimiz. Acının esaretinden kurtulmak, daha mütevazı bir hedef olarak belirlenebilir. İnsanın kedere daha iyi tahammül edebilmesi de ulaşılabilir bir hedeftir. İnsanlar bazen depresyondadır çünkü onları depresyona sokacak şeyler başlarına gelir. İnsan ıstırabına korkuyla yaklaştığımız her seferinde onun bize öğreteceklerinden mahrum kalıyoruz. Istırap duyulmak, işitilmek, anlaşılmak istiyor. Tuhaf olan şu ki, Batılı endüstri kültürü ideolojisi bize şöyle fısıldıyor: Yeterince gayret gösterirsen kendi kaderinin efendisi olabilirsin. Zayıflık ve ıstırap bu kültürde tiksinç bulunuyor. Yenilgiden korkuyor ve yenilme ihtimalinden kaçıyoruz. Böylece hayattan kaçıyor, uyuşturucularla kendimizi felç ederek yaşayan ölülere dönüşüyoruz. Kendimizi hayata açmak, onun her türlü bağışlarına kendimizi maruz bırakabilmekle mümkün: Sevinç kadar kedere, mutluluk kadar mutsuzluğa. ‘Yenilgi yenilgi büyüyen zafer’i içimizde taşımayı öğrenmeliyiz. Yenilmeyen, hayattan öğrenmez. Yenilmek istemeyen savaşmaz.  Viktor Frankl’ın ifadeleriyle, ‘Yazgı değişmez; değişseydi yazgı olmazdı. Bununla beraber insan kendisini değiştirebilir, değiştiremeseydi insan olmazdı. Kendini şekillendirebilme ve yeniden şekillendirebilme yeteneği insan olmanın, insani varoluşun bir öğesi olmanın ayrıcalığıdır.’ Seçmediğimiz bir hayatın içine fırlatıldık, ancak kadere verdiğimiz duygusal tepkilerimizden başkası değil biz mesulüz.

 

Kazanç elde etmekten çok, kayıptan kaçınmayı yeğliyoruz. İki güdü içinde  olumsuz olan daha baskın çıkıyor. Yenilgiden kaçınmak ve bir hedefe ulaşamama korkusu, kazanma arzusundan daha zorlayıcı. Aman elimdekini kaybetmeyeyim diye insanlığımızı anlattığımızda, bir şeyleri toptan kaybetmiş oluyoruz aslında. Ayaklarımızın altındaki zemin kayıyor.  Kaybetme korkusu yüzünden statükodan taviz vermiyor ve böylece olduğumuz yerde kalabiliyoruz.  İçsel hayatımızı bir arada tutan ve belirli bir atıf noktasına yakın duran bir kuvvet. Bizi azar azar öldüren, hayatımızı adeta donduran, felç eden bir yeknesaklık. Gemilerimiz limanda çürüyecek ama emniyette olacaklar. Hayır, onları fırtınalara boranlara bırakamayız değil mi? Ödediğimiz bedel; yeni denizler, yeni adalar, yeni insanlar olmuyor mu bu durumda? Yeni fikirler, yeni heyecanlar.  Hayata kendimizi açmalıyız. Istıraba hazır olmak, hayata açılmaktır. Istırabı yalnızca olumsuz anlamda ele almak,  onun üretken olabilecek, bize bir şey öğretecek doğasından mahrum kalmamız demektir.  Bu da insanı üretken olmayan bir ıstırabın sularına sürükler ve daha fazla uyuşturucu stratejiye yöneltir bizi. Anestetik (hız, haz, ‘kafa yapıcı’ maddeler, marka tutkunluğu, elektronik köleliği vb.) tüketiminden, uyuşturucu ideolojilere dek. Istıraba karşı çıkmanın bedelini giderek edilgen hale gelmekle öderiz. ‘Pozitif düşün!’ komutu bugünlerde medya marifetiyle yaygınlaştırılsa da insan sadece niyet ederek pozitif düşünemez. Olumsuz düşünce daima ağır basar. Yapabileceğimiz, ruhu canlı tutmaya çalışmak olmalı. Kendimizi hayatın çağıltısına, cıvıltısına, canlılığına bitiştirerek ıstırabımızı üretken kılmak.  ‘Yapabileceğim hiçbir şey yok’ demek yerine düştüğümüz yerden daha bilgece doğrulmaya gayret etmek. ‘Kimin aldatmacası daha tehlikeli?’ diye sorar Kierkegaard, ‘uyuyanı uyandırmak mı daha zor, yoksa uyanık olduğu halde uyanıklık düşü göreni mi ?’’ O halde acıya hemen kaçınılması, korkulması ya da uyuşturulması gereken bir yaşantı olarak değil, doğru anlaşılıp yönetildiğinde, önemli bir dönüşüme kaynaklık edebilecek bir tecrübe olarak bakabilmeliyiz. ‘Ruhum benden ne istiyor?’ sorusunu yolların tıkandığı her yer ve zamanda sormalıyız. Bir amaç, bir anlam doğrultusunda ruhsal enerjimizi seferber edebiliriz. Kalbimize bir kader oku gömülü olabilir, onu çıkardığımızda belki öleceğiz. O ok orada dururken hayata tutunmak. Bazen büyük muharebelerden, ağır yaşam olaylarından sağ kalmış insanlarla konuşuyorum. Sözlerine duruşlarına bir bilgeliğin kendiliğinden gelip yerleştiği insanlar. Şikâyet etmezler. Hatta ironik bir biçimde, hayatı sarakaya alırlar. Her şeyin ufak bir dokunuşla bozulabileceği veya imar olabileceğinin bilgisiyle, akışa teslim olmuşlardır. Her şikâyetin kökeninde bir şeylerin olması gerektiği gibi olmadığı duygusu vardır. Şikâyet kendi derdimize karşı ses yükseltmektir. Kimi insanlar şikâyet etme fırsatını ele geçirdiklerinde en mutlusudurlar. Ama insan ıstırabı onun dile dökülüş biçiminden hiç bağımsız değil, ıstırabı nasıl ifade ettiğimiz ıstırabın kendisi kadar yaralayıcı olabilir. Dünyanın ve insanın temelde kötü olduğuna ve biz ne yaparsak yapalım bir şeylerin değişmeyeceğine duyduğumuz ‘batıl inanç’, bizi çabasız ve mücadelesiz bir hayatın en iyisi olduğuna ikna eder. Hatta terapi odası bile bu maksatla kullanılabilir: Başkalarını suçlayarak rahatlama talebi. Değişmeye ve değiştirmeye talip olmayan bir sızlanma, sorumluluktan kaçmaya yeltenenlerin işi. Elini taşın altına koy. Unutma, ‘zalimin elindeki en büyük silah mazlumun zihniyetidir’.   

 

Üretken ıstırap, bizde sağlıklı bir değişim başlatan aktif bir haldir. Acı çekmenin, eğer sizi iyiye doğru geliştiriyorsa bir anlamı olabilir. ‘Gül ya da öl’ kültürü insanları ruhsal ıstıraplarından kaçırarak bir tür kolektif aptallığa yol açıyor. Şen kahkahalar, bütün dişleri gösteren instagram pozları. Herkes ağız dolusu gülmek zorunda değil. Karanlığın kalbine yürüyeceğimiz zamanlar var, orada ‘gece kendi gözlerini tanır’. Arızalı ruhlarımızla, loş ışıkta kısmi bir görüş yeteneğiyle, belirsizlikle yaşamayı öğreneceğimiz, kapkara bir camın ardından görmeyi yeniden talim edeceğimiz zamanlar. Esrara, sırlı olana, kendini hemen ele vermeyene hamle edeceğimiz zamanlar. Aşina olmayanda aşina olanı seçip fark edebildiğimiz zamanlar.  İnsan ancak ihmal ve ihtimalleri yoklamakla üretken bir biçimde yaşar. ‘Umutsuzluğun eşiğinde atılan çığlık, 'bana ihtimal getirin' der. İhtimal beni kurtarabilecek tek şeydir. Bir ihtimal doğdu mu, umutsuz kişi yeniden nefes almaya, yeniden yaşamaya başlar. Çünkü, ihtimal olmadan, insan adeta nefes alamaz. der Sören Kierkegaard ve ekler: ’İnançlı kişinin umutsuzluğa karşı ebediyen güvenilir bir pan zehiri vardır: İhtimal. Çünkü Tanrı için her an her şey mümkündür. İmanın, bütün çelişkilerin çözüldüğü hakikati budur.’ Totaliter rejimler veya geç kapitalizm gibi yekpare kültürler, insanın elinden seçenekleri, tahayyül etme kudretini alıyor. Sonuç: insanın kendi benliğini keşfedememesi. İçe giden yolların tıkanması.  Hayatla hep saklambaç oynayamayız. Gizli saklı hayatımızın bir kısmını dile getirmeye çalıştığımızda, gerçekten kim olduğumuzu görebiliriz. Kendimizi anlattığımız, anlatabildiğimiz hikayelerle tanırız. Dile gelmemiş olan dile gelebildiğinde tanırız. ‘Suyun üzerinde mi yürüyorsun? Bir kamış bunun daha iyisini yapar. Havada mı uçuyorsun? Bir sinek bunu daha iyi yapar. İyisi mi sen kalbini fethet; o zaman belki biri olursun’ demiş Abdullah El-Ensari.

 

Varlığımız an be an çevremizle ilişki halinde inşa edilir. İç bahçemizin bakıma ihtiyacı var ancak bunu yalnız yapamayız; başka insanlar, sanat, güzellik, maneviyat ve tabiatla etkileşime girerek orada gül eker, gül biçeriz. İçeride yetiştirmemiz gereken bir gül var ancak bu da dünyayla nasıl halleştiğimizle şekilleniyor. İnsanın sol beyni görmek istediğini görür, sağ beyin yeniliğe açıktır. Hayret, haşyet ve büyüleniş, kalbin takallübü oradan neşet eder. Aynı yolu yürür ama bir şeyi ilk defa bu kez, bir şairin gözüyle görürüz. Sağ beyin bize bunu sunar. Onca zaman kör kaldığımız bir şey şimdi bize güzelliğini açmış, keşfedilmeyi beklemektedir. Senin içindeki canlılığı açığa çıkarmayan her şey, senin için çok küçüktür. Heyecan ve canlılık hissediyorsak doğru yoldayız. Ne ki seni büyülüyor, ne ki doğrudan ruhuna sesleniyor, o senin tahayyülünü besler. Bu dünyada yabancı gezginler değiliz, onunla konuşan, onun tarafından ağırlanan, onunla hemhal olan varlıklarız. Ruhuna nüfuz ettiğimiz her şey, cömertçe kendini bize açar.  Yaşantıya ve  dile dökmeye çalıştığımız her seferinde, güzellik bize en derin biçimiyle açılır, serilir önümüze. Dünyayı nesnel bir biçimde idrak etmiyoruz, o bizim inceleme nesnemiz değil.  Ona hem veriyor hem de ondan alıyoruz. Her varlık kendi içinde konuşuyor. Ağaç insanla, ağaç ağaçla, ağaç ormanla konuşuyor.  Zihinlerimiz imgeleri, sesleri hem içine alıp tutuyor hem de onları yeniden şekillendiriyor. Açıklık ve mevcudiyet. Oradayım ve dünyanın içime girmesine, bana nüfuz etmesine açığım. Hayata, hayatın bütün canlılığına açığım. Ben ve dünya arasındaki sınırlar eriyor ve bir oluyoruz. Bunun için dikkat lazım, zira dikkatim benimdir. Her şey verilmiştir ve benim değildir ama dikkatim bana aittir. Hayatlarımızın anlamına ve varlığın gelişimine giden yol, dikkatimizin niteliğiyle belirlenir. Dikkatimizi nereye, nereden ve ne zaman veriyoruz?  Mesele budur. Dikkatimizi ona vermek, muhatabımıza ‘sen işitilmeye ve anlaşılmaya layıksın’ demektir.

 

İnsan hayatının anlam ve değerine ilişkin soruların biçimi dinî ancak dinin cevapları gözden düşmüş durumda. Bu da modern varlığımıza trajik bir nitelik kazandırıyor. Bize cevap sunmak konusunda donanımı olmayan yerlerden bir cevap bekliyoruz. Hayat zor. Ama zorluğu nispetinde güzel. Sarp yokuşları tırmanmak zahmetli ama tepelerden yamaçları seyretmek çok güzel. Bir asır önce, Cesur Yeni Dünya adlı eserinde Aldous Huxley’in ermişçesine bir bilgelikle yazdığı gibi, mutsuzluğa da hakkımız var. Mutsuzluğun olmadığı bir dünyada, mutluluğun da değeri yoktur.

 

“Ben keyif aramıyorum. Tanrı’yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum, iyilik istiyorum. Günah istiyorum.”

“Aslında,” dedi Mustafa Mond, “siz mutsuz olma hakkı istiyorsunuz.”

“Öyle olsun,” dedi Vahşi meydan okurcasına, “mutsuz olma hakkını istiyorum.”

“Eklemek gerekirse, ihtiyarlama, çirkinleşme ve iktidarsız kalma hakkını da istiyorsunuz; frengi ve kansere yakalanma haklarını, açlıktan nefesi kokma hakkını, sefil olma hakkını, sürekli yarın ne olacak korkusu içinde yaşama hakkını, tifoya yakalanma hakkını ve her türden ağza alınmaz acıyla işkence çekerek yaşama hakkını da istiyorsunuz.”

Uzun bir sessizlik oldu.

Sonunda Vahşi, “Hepsini istiyorum,” dedi.

Mustafa Mond omuzlarını silkti. “Hepsi sizin olsun,” dedi.

- Advertisment -