[12 Mart 2020] Bugün, 12 Mart 1971 muhtırasının 49. yıldönümü. Aklım gerilere, 23 yaşımdaki halime gidiyor. Evet, bir zulüm rejimiydi. Ama bizim devrimcilik fanatizmimiz, ayaklanmacılığımız (insurrectionism), kızıllık yarışlarımız, “silâhlı mücadelenin doğrusu nasıl olur” modelciliğimiz de az çanak tutmadı doğrusu.
Köprülerin altından ne sular aktı, şu yarım yüzyılda! Vietnam Savaşının 1964-69 arasındaki kritik aşamasında ABD’de öğrenciydim. Gittiğimde 1964 Sonbaharıydı. Kendimi Lyndon Johnson ile Barry Goldwater arasındaki başkanlık yarışının ortasında buldum. Arizona Senatörü Goldwater, Cumhuriyetçi Parti’nin kaba ve ilkel sağcılığını temsil ediyordu. “Hanoi’yi bombalayıp taş devrine döndürelim” gibi lâflar ediyordu. Bu manyağa karşı, herkes Demokratların adayı Johnson etrafında kilitlendi tabii. Güya ölçünün ve aklı selimin temsilcisiydi. Yale’de bütün profesörlerim kocaman LBJ butonlarıyla dolaşmaktaydı. Kazandı sonuçta. Hem de (43’e 27) 16 milyon farkla kazandı. Yüzde 61 küsura yüzde 38 küsur. Kazandı ve sonra Goldwater’ın yapacağım dediği herşeyi yapmaya girişti. Savaşı hızla tırmandırdı. Tonkin Körfezi provokasyonunu icat etti. Kuzey Vietnam’ı bombalamaya başladı.
Elli beş yıl sonra bugün, liberallerin yaşadığı hayal kırıklığı ve ihanete uğramışlık duygusunu kolay kolay anlatamam. The New York Review’da harikulâde bir karikatürcü vardı, David Levine diye (1926-2009). Öfkesini sanatıyla zaptedip büsbütün etkili kılmasını bildi. Sadece iki eseri, katettiği yolu yansıtmaya yeter. Bilinen bir lâf vardır, “timsah gözyaşları dökmek” diye. Sahte üzüntü gösterileri için kullanılır. 1965’te Levine, önce Johnson’ı Vietnam’ı ezer ve timsah gözyaşları dökerken çizdi (bkz yukarıda solda). İyiydi ama klasikti, âşikârlık sınırları içindeydi. Bir yıl sonra tersine çeviriverdi espriyi. Bu sefer bir timsahı LBJ gözyaşları dökerken gösterdi (1966; yukarıda sağda). İşte bu çok sarsıcıydı. Sen daha canavarsın; timsahlar senin yanında munis ve müşfik kalır demeye getiriyordu.
Oluyor, toplumların tarihinde böyle kırılmalar. İnsan kendini çok yetersiz hissediyor. David Levine’a öykünüyor. Sahip olmadığı bir sanat ve hiciv yeteneğinin hasretini çekmeye başlıyor.
Osman Kavala’nın beraat ve tahliye edilmesinin hemen ardından, Gezi’den vazgeçilip 15 Temmuz 2016 darbe girişimindeki parmağı gerekçe gösterilerek tekrar içeri alınması üzerine, “Suç aranıyor”u yazmıştım 21 Şubat’ta. Artık suçun suçlusu değil, suçlunun suçu bulunacak. “Bu da yetmez tabii. Daha üçüncü ve dördüncü savunma hatları gerekli. Ne gam. Şimdi iki üç yıl daha yatırabilmek için nice suçlar arıyoruz” cümleleriyle son buluyordu.
Nasıl bilmişim ama! Osman bu sefer de “askerî ve siyasal casusluk”tan tutuklanmış. Nedeni, Henry Barkey ile defalarca görüşmüş; ayrıca her ikisinin PKK ile “irtibatlı” kişilerle defalarca görüşmüş olması. Türkiye’ye serbestçe girip çıkan, hakkında hiçbir yakalama kararı olmayan Barkey’in, casus olduğu sabit besbelli. Somut bir casusluk fiili işlediği değil, bizatihi casus olduğu. Özsel bir nitelik, anlaşılan. Gene de Henry Barkey için bu, suç teşkil etmiyor gibi. Kalıbımı basarım ki şimdi de gelir gider istese. Ama Osman Kavala, sırf Barkey ile görüştüğü için (ki görüşüp görüşmediği de ayrı mesele) casuslukla suçlanabiliyor.
Sizce hangisi hissiyatınızı daha iyi ifade eder?
(1) Sakın anneme reklamcı olduğumu söylemeyin. O beni adalet bakanı sanıyor.
(2) Sakın anneme adalet bakanı olduğumu söylemeyin. O beni reklamcı sanıyor.