Ana SayfaANALİZLERHalil Berktay: “Asıl Celal Şengör’ün medyatik sansasyonalizmi aklı öldürüyor”

Halil Berktay: “Asıl Celal Şengör’ün medyatik sansasyonalizmi aklı öldürüyor”

Halil Berktay ile Güncellikten Tarihe, Tarihten Güncelliğe’nin yeni bölümünün konusu Celal Şengör’ün Fransız İhtilali açıklamaları: “Fransız Devrimi gibi bir olayı, onun aklı öldürüp öldürmediğini ya da insanlık için bir felaket oluşturup oluşturmadığını geniş bir tarihsel çerçeve içerisinde düşünmek lazım. (…) Doğrusunu isterseniz ben Celal Şengör’ün aklı öldürdüğü kanısındayım. Ama tek başına aklı öldürmüyor. Sosyal medyanın yarattığı özel ortam ve imkan verdiği düşünce ve üslup bozulmaları çerçevesinde bu aklı öldürme olayını gerçekleştiriyor.”

Programın tamamını Serbestiyet YouTube kanalında izlemek için:

  • Jeoloji profesörü Celal Şengör geçtiğimiz günlerde katıldığı bir programda “Fransız İhtilali insanlık için bir felaket olmuştur. Fransız İhtilali aklı öldürmüştür. Ayak takımına iktidarı verirsen işte bugünkü dünya olur” dedi. Siz, bir tarihçi olarak Şengör’ün bu tespitine katılıyor musunuz? Gerçekten de Fransız İhtilali aklı öldürdü mü?

Doğrusunu isterseniz ben Celal Şengör’ün aklı öldürdüğü kanısındayım. Ama tek başına aklı öldürmüyor. Sosyal medyanın yarattığı özel ortam ve imkan verdiği düşünce ve üslup bozulmaları çerçevesinde, bu aklı öldürme olayını gerçekleştiriyor.

Sosyal medya çok büyük bir problem. Türkiye’de, eğitimde test sistemi çok büyük bir felakettir. Çünkü kısa kısa, parça parça ezberlenebilen bir alışveriş yaratır. Sosyal medyada da instagram, twitter vs buna karşılık geliyor. Yani kısa kısa kestirip atmalar, laf çarpmalar, ‘oturtup’ yürüyüp gitmeler, aforizmacılık, sansayonalizm, keskin slogancılık… Tüm bunlar rasyonel tartışma yerine hırçın bir atışma ortamının zeminini oluşturuyor. En yüksek sesle kim bağırıyor, en keskin lafları, en çarpıcı ifadeleri kim kullanıyor; iş bir yerde buna gelip dayanıyor.  Sonuçta, Celal Şengör de bu zemin üzerinde yükselen bir medyatik değerimizi temsil ediyor.

Fransız Devrimi gibi bir olayı, onun aklı öldürüp öldürmediğini ya da insanlık için bir felaket oluşturup oluşturmadığını, geniş bir tarihsel çerçeve içerisinde düşünmek lazım…

Tarımın icadı günümüzden 12 ila 11,000 yıl önce. İlk devletli toplumlar günümüzden 5500 ila 5000 yıl önce, yani İsa’dan 3500, 3.000 yıl önce ortaya çıkmaya başlıyor ve birkaç bin yıl boyunca belirli bir toplum tipi oluşuyor. Tabanda köylüler, küçük üretim. Toplumun yüzde 90’ını; belki eski Mezopotamya, Mısır örneğinde yüzde 95’ini oluşturan bir köylü nüfus.

Bu küçük köylü birimleri, küçük küçük artı ürünler üretiyor; ama tabii, Halil İnalcık’ın çift-hane birimi dediği bu birimlerden yüz binlerce ve milyonlarca var. Dolayısıyla her birinin ürettiği küçük küçük artı ürünler, sonuç olarak konsantre edildiğinde, toplumun yüzde 1 – yüzde 2 kadarının olanca zenginliğinin temelini oluşturuyor.

Köylülerin tepesinde hanedan devletleri oturuyor. Krallar, soylular, sultanlar, padişahlar, beyler, emirler, hanlar, hakanlar, imparatorlar vesaire. Bir tarafta izbelerin, kulübelerin sefaleti var; diğer tarafta sarayların, şatoların ihtişamı var. Binlerce yıl boyunca bu böyle, kanıksanmış bir şekilde sürüyor. Hakim sınıf ideolojileri de bu muazzam eşitsizliği rasyonalize etmek, meşrulaştırmak sonucunu veriyor.

İstisnai olarak, eski çağların orasında burasında bazı küçük ve göreli demokrasi denemeleri ortaya çıkmışsa da, mutlaka, çok da fazla zaman geçmeden, karşılarına anti-demokrasi söylemleri ve denemeleri dikiliyor. Faraza İÖ 5. ve 4. yüzyılların Atina demokrasinin karşısına Plato dikiliyor ve yönetmek amacıyla özel olarak iyi eğitilmiş, ne demekse, özel bir kastın oligarşik yönetimini savunuyor, demokrasiye karşı.

Hemen ardından, gene Eski Yunan şehir devletlerinin bazı düşünürleri, güçlü yönetim adına, kuvvetli bir merkeziyet adına II. Philip’in Makedonya krallığının ve Büyük İskender’in imparatorluğunun savunucusu kesiliyor. Burada bir güç ve karizma hayranlığı söz konusu.

Zaman zaman köylü ayaklanmaları, özel bazı durumlarda köle isyanları patlak veriyor — ve daima kanla bastırılıyor. Asiler kılıçtan geçiriliyor, kuyulara atılıyor (Kuyucu Murat Paşa’yı hatırlayalım), kellelerinden kuleler yapılıyor.

Bir kere şunu düşünelim: Ayaktakımı. Bence bu alıntılarda kritik sözcük zaten “ayaktakımı” sözcüğü ve bütün çağrışımları ve ifade ettiği her şey. Kritik mesele, Fransız İhtilali’nin yorumlanmasından da çok bu “ayaktakımı” tabirinde düğümleniyor. Çok kibirli bir ifade. Kibirli bir zatın kullandığı kibirli bir ifade, bu “ayaktakımı” sözcüğü. Diyor ya, “ayaktakımına iktidarı verirsen böyle olur” diye. Demek ki birileri “vermiş” iktidarı ama, iktidarı ayaktakımına vermemek adına, bu kan ve zulüm reva görülüyor.

Şöyle de düşünebiliriz: İktidarın ayaktakımına geçmesi aklın ölümü anlamına geldiğine göre, demek ki iktidarı ayaktakımına vermemek adına yapılan her şey — tarihteki bütün zulüm, ezme, sömürü, sınıfsal eşitsizlik olayları, bunların hepsi akıl anlamına geliyor. Aklı bunlar temsil ediyor. Öyle ya, yani bunlara karşı ayaklanmak aklın ölümü sonucunu beraberinde getirdiğine göre, akıl bunlar mı oluyor diye bir sonuç ortaya çıkıyor.

Avrupa’da 17. ve 18. yüzyıllara geldiğimizde durum hâlâ kabataslak bu şekilde. Yani İÖ 3000 – İS 1700-1800; kabaca 4700 yıllık bir geçmiş, bu sınıfsal eşitsizlik sistemiyle, bu hanedan devletleriyle, bu kralların ve soyluların monarşik-aristokratik yönetimiyle dolu. Ve dediğim gibi 17. ve 18. yüzyıllarda da hâlâ öyle.

Devrim öncesi Fransa’sında ruhban sınıf, yani Kilise hiçbir şekilde vergi ödemiyor. İkinci sınıf olarak aristokrasi, yani soylular da hiçbir şekilde vergi ödemiyor. Kanun önünde eşitlik diye bir şey yok. Toplum, ayrıcalıklılarla ayrıcalıksızlar arasında ikiye ayrılıyor. Gerçi belirli bazı gelişmeler sonucu itirazlar başlamış durumda. Bu da kültürel birikim, okuryazarlık ve özellikle matbaa ve fikirlerin dolaşım hızının büyük ölçüde artmasıyla ilgili bir mesele. Artık gazeteler yayınlanıyor, dergiler yayınlanıyor, karikatürler yapılabiliyor.

Buna ilişkin çok güzel tarihsel incelemeler var. Meselâ Robert Darnton’un kitapları. Devrim öncesi Paris’inde ve diğer Fransa taşra şehirlerinde bazı şeyler tezgâhın üstünden satılıyor, bazı şeyler de tezgâh altından satılıyor. Yani kraliyet sansürü, Kilise vesaire; ne kadar yasak varsa veya bunlar ne kadar yasaklatırsa yasaklasın, yeni fikirlere büyük bir açlık söz konusu.

Dönemin gazetelerinde, dergilerinde yayınlanan karikatürlerde çok tipik anlatım şu; iki büklüm bir ihtiyar adam bastonuyla sürünerek yürüyor. Veya hattâ yere yatırılmış ve üzerine büyük bir taş konmuş. İhtiyar adamın, yani köylünün sırtında bir yüksek papaz ve bir yüksek soylu oturuyor ve belini kırıyorlar onun; ya da adamın yerde üzerine yatırılan taşın üstüne bir papaz ve gene bir aristokrat çıkmış ve büsbütün eziyorlar.

Dönemin düşünürleri akıl olarak bu eleştiriyi kabul ediyor. Aydınlanma Çağı’ndan bahsediyorum. 17 ve 18. yüzyıllarda değişim arayışlarının baş gösterdiği bir çağda, Akıl Çağı da diyoruz, bu tür eleştiriler, varolan düzene, varolan kurumlara karşı bu tür hücumlar, amansız eleştiriler, cesurca karşı çıkışlar sonuçta aklın ölümü değil, tam tersine aklın icabı olarak kabul ediliyor. Bütün Aydınlanma Çağı filozofları hepsi oklarını düzene yöneltiyor. Esas olarak da iki kuruma; monarşiye ve kiliseye yöneltiyor. Haksızlığın, adaletsizliğin, akılsızlığın ifadesi olarak.

Değişim arayışları var. Fakat orada şöyle bir sorun var, değişim nasıl olacak? Bu noktada, daha önce sözünü ettiğim bazı Platonik fikirler geri geliyor. Aydınlanma Çağı’nın filozoflarının zihinsel ufkunda, kavramları arasında devrim veya ihtilâl kavramı yok. Bir şekilde reform kavramı var. Reformu da dönemin muktedirlerinden bekliyorlar. Bazıları için, Voltaire gibi, şöyle bir proje söz konusu: Biz gideriz hükümdarlara, Rusya Çariçesine veya Avusturya İmparatoru’na; varolan düzenin neden yanlış olduğunu, nasıl daha iyi bir düzen kurabileceklerini anlatırız. Aydınlatırız, aydınlatmaya çalışırız. Aydınlanırlarsa kendi ülkelerinde, toplumlarında reformlar gerçekleştirirler ve bir aydınlanma hükümdarı olurlar. Bunun kavramı da türüyor o dönemde: Aydınlanmış bir despot olurlar. Bir Aydınlanma Despotizmi kurulur. Burada despotizm sözcüğü tek başına kötü bir anlamda kullanılmıyor. Hükümdarın, muktedirin toplumu yukarıdan aşağı aklın yolunu dinleyerek, aklın yolunu bularak reformlarla iyileştirme kapasitesi, mutasavver bir kapasite — bunun için kullanılıyor.

Ama olmuyor. Sonuç olarak Avrupa hükümdarları, kralları, imparatorları, çar veya cariçeleri imtiyazlarından ve iktidarlarından hiçbir şekilde vazgeçemiyorlar. Vazgeçmeyi akıllarına, hafsalalarına sığdıramıyorlar. Fransız Devrimi’nin patlak verdiği 1789 yılı öncesindeki yarım yüzyıllık dönem, Fransa’nın giderek ekonomik iflâsa sürüklenişinin ve buna bir türlü reformcu bir çare bulunamayışının öyküsü. Maliye bakanları geliyor, gidiyor. Devlet bütçesini dengelemeye çalışıyorlar ama bunun bir koşulu var: Soylu, sınıfın ve ruhban sınıfının küçük de olsa oradan buradan vergilendirilmeye razı olması lâzım. Kesinlikle bloke ediyorlar. Yani toplumun batacağı, batabileceği çok aşikar olduğu halde, kendi dar çıkarlarından en ufak bir taviz vermeye yanaşmıyorlar ve bu yüzden devrime giden yolu âdetâ kendi elleriyle hazırlıyorlar.

Sonunda devrim patlak verdiğinde 1789’da, başta öyle olmasa da giderek şiddetlenen, giderek kanlanan bir şekilde patlak veriyor ama şunu görmek lazım: Düzenin, soyluların, kilisenin, monarşinin, kralın katılığı, esneklik yoksunluğu, taviz veremeyişi, her türlü reform girişimini bloke etmeleri yüzünden patlak veriyor.

Şöyle soralım: Öyle mi kalsaydı? Celal Şengör’ün deyimiyle ayaktakımı, her şeyi kabullenmeli miydi?

Fransız Devrimi bir bakıma insanlık tarihindeki son plansız devrim. Yani devrim öncesinde ortada herhangi bir ihtilâlci parti, herhangi bir ihtilâl programı olmaksızın, kitlelerin (orta sınıf dahil) birikmiş öfkesi temelinde, spontane bir şekilde patlak veriyor. Ortada Bolşevik Partisi veya buna benzer herhangi bir şey yok. Gizli bir İttihat ve Terakki Partisi yok yeraltında. Tamamen spontane bir öfke sonucu patlak veriyor ve dolayısıyla şu soruyu gündeme getiriyor: Katlanmalı mıydılar? Ve beraberinde şu soru da sükun ediyor tabii: O tarihsel âna, o momente kadar asıl aptal kimdi, kimlerdi? Asıl aklı yok edenler kimler oldu?

Fransız Devrimi’nin patlak vermesine monarşinin, kilisenin, soylu sınıfının büyük aptallığı, aklı yok etmeleri, aklı öldürmeleri dışında bir cevap vermek mümkün değil.

Acaba şöyle bir durum mu var? Bu cümleleri sarf eden insan acaba kendini nostaljik, anakronistik, geri dönüşçü, zamanını şaşırmış bir şekilde, ersatz, yani yapay, ikinci elden bir Aydınlanma Despotu gibi mi tasavvur ediyor? Yani “Ah bana verselerdi o zaman o şansı, neler yapardım” gibi mi düşünüyor? Böyle bir nostaljik iktidar, bir aydınlanma despotizmi özlemi içinde mi? Doğrusu bu soruyu sormadan edemiyorum.

2. Bölüm: “‘Ayaktakımı’ söylemi, patriçi faşizmi kokuyor” yarın Serbestiyet’te…

- Advertisment -