İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitiren Muhammet Emin Ay, mezuniyette kendisine ideolojik önyargılardan ötürü konuşma yaptırılmadığını sosyal medyadan duyurdu.
İfade özgürlüğü açısından okul ve bölüm birincilerinin konuşma hakkının güvence altına alınması gerekiyor. Eğer dekanlık ideolojik nedenlerden ötürü bu konuşma metnini okutmadıysa bu ifade hürriyetinin ihlalidir, çünkü metinde herhangi bir şiddet çağrısında bulunmuyordu. 28 Şubat’ta başörtüsü yüzünden aynı üniversiteden atılmış annesine selamı ise çok hoştu ve talihin despotik yöneticilerle dalgasını geçtiği bir adalet anıydı. Zaten tepkiler üzerine İstanbul Üniversitesi rektörlüğü dekanlık hakkında soruşturma açtı, birinci olan öğrenci Rektör tarafından makamında ağırlandı.
Üniversiteler belli fikirleri özel olarak teşvik etmek, belli türden fikirleri ise caydırmak gibi bir misyona sahip değildir. Eğer mezuniyet törenlerinde geleneksel olarak öğrencilerin konuşma yapmasına izin veriliyorsa, o halde fikirlerin kamusal dolaşıma sokulma hakkına ket vurmamak gerekiyor. Bu açıdan İÜHF dekanlığının yaptığının kabul edilebilir bir yanı bulunmuyor.
Birinci olan öğrencinin sosyal medya paylaşımlarına bakılırsa ifade özgürlüğü konusunda çok da istekli olmadığı görülüyor. İmamoğlu’na konuşma yaptığı sırada Erzurum’da taşlı saldırı yapılırken saldırıyı Malcolm X’in olduğu iddia edilen, ki onun değil, bir söz üzerinden “Bir taş at, bir taş daha at” diye övdüğü görülüyor.
Ama mesele şahsi değil. Üniversiteyi birincilikle de olsa yeni bitirmiş bir gencin yanlış fikirleri de olabilir. İşin siyasi kısmını da bir kenera bırakalım. Ama ülkenin en iyi hukuk fakültelerinden birini birincilikle bitiren bir öğrencinin hukuk hakkında dört yılda geliştirdiği fikirleri üzerinde konuşmalıyız.
Evrensellik-Yerellik, Ortak İyi
Konuşma metninde açık bir biçimde evrensellik-yerellik arasında kurulan dikotomiyle, yerel bağlılıkların ve sadakatlerin evrensel adalet ilkeleri yerine ikame edilmesini savunuluyor.
Halbuki bir hukuk mezununun bilmesi gereken temel bilgi; evrensel hukuk ilkelerinin dünya üzerindeki bütün medeni hukuk sistemlerinin demokratik ve adil içeriğini kuran temel yapı taşlardı olduğudur.
Bu açıdan; yerel aidiyetleri, ulusal ve kültürel sadakat biçimlerini ve bireysel değerler sistemini aşan evrensel hukuk ilkeleri, bir ülkedeki kuralların ne ölçüde “hukuk” olarak nitelendirileceğini belirlediği gibi, aynı zamanda bir ülkede hukukun pratik alanda ne ölçüde var olup olmadığını da gözler önüne serer. Bu açıdan, metindeki çoğunlukçuluk ve “genel irade” olarak imlenen bir toplumsallık vurgusunun, demokratik bir sosyo-politik düzenin temel varsayımlarıyla açık bir çatışma içinde olduğu şüphe götürmez.
Dahası, evrenselci bir hukuk nosyonunu açıkça tahkir eden ve reddeden bu söylemler, Türkiye’de hukuk eğitiminin içeriğine ilişkin de çok şey anlatıyor. Türkiye’de hukuk fakültelerinin evrenselci bir hukuki perspektifi sunmaktan çok, Türkiye’nin pozitif hukukuna odaklanan bir perspektifi sunduğu saygın hukukçular tarafından yıllardır dile getiriliyor. Metindeki dil, bu hususu da gözler önüne sürmesi açısından önemli.
Yani Hukuk Fakülteleri öğrencilere kanunları öğretiyor ama kanunların ruhunu anlatamıyor.
Metinde “Batı’nın evrensel olarak dayattığı ilkelerin aslında evrensel olmadığı, hatta bunların bizim toplum yapımızla taban tabana zıt olduğu” iddia ediliyor.
Modern toplum, içerisinde barındırdığı çeşitlilikten ötürü çıkarları ve metnin tabiriyle “yapısı” bütüncül olan geniş bir kabile yahut aile olarak görülemeyecek türden karmaşık bir organizma. Yani, modern anlamıyla toplum, içerisinde farklı ahlaki standartları ve kültürel kodları barındırmasından ötürü bir tür komüniteryan ya da muhafazakar “ortak iyi” siyaseti ve anlayışı ile bağdaştırılamayacak kadar farklı.
Bu farklılıkları gerek siyasi gerek de hukuki sistem içerisinde göz ardı eden ve evrensellik karşısında homojen bir yerellik vurgusu yapan bir hukuki vizyon demokrasilerde meşruiyet krizlerine neden olacaktır.
Demokratik bir toplumda ortak iyi, hepsi eşit muameleye tabi tutulan (adalet ilkeleriyle tutarlı olmak kaydıyla) tercihlerin bir araya getirilmesi sürecinin sonucudur. Bütün tercihler ve hayatta neyin değerli olduğuna ilişkin yaklaşımlar, modern siyaset felsefecilerinden John Rawls’un da belirttiği üzere kamu bakış açısından azade bir biçimde değerlendirilmelidir. Aksi takdirde deneyimleyeceğimiz şey, çoğunluğun değerlerine yaslanan sabit kategoriler temelinde farklı ahlaki tercihleri ve hayat tarzlarını bir çeşit tasnife tabi tutmak suretiyle baskın kültürün dışında kalan kitleleri siyaset kurumundan, hukuktan ve toplumdan yabancılaştırmak olacaktır.
Tarafsız Muamele ve Ortak Amaçlar
Metinde dile getirilen kurgusal “toplum”, toplumun ‘yaşam biçimini’ tanımlayan iyiyi sabit bir kategori olarak tahayyül etmektedir. Böylesi bir anlayıştaki “ortak iyi”, bireylerin tercihleri doğrultusunda kendisini ayarlamak yerine, durağan bir şekilde kodlanmış ve herkesin takip etmesinin beklendiği bir ortak amaç haline gelmiştir.
Bireylerin iyi hayatın ne olduğuna ilişkin anlayışlarında özgür seçimler yapabilme kabiliyetlerini açıktan yahut örtük olarak reddedebilme potansiyelini barındıran böylesi bir anlayış neyin değerli ve iyi olduğuna ilişkin baskın kültürün referans seti üzerinden hukuki tarafsızlığı ilga edecektir.
Hukuk formasyonu alan ve hatta okulunu birincilikle bitirmiş olan genç bir hukukçunun, modern dönemin en büyük hukuk teorisyenlerinden biri olan Ronald Dworkin’in tarafsız muamele siyasetine ilişkin tezlerinden haberdar olduğunu ummak isterim. Ancak metinde modern hukukla ve siyasetle bağdaşmayan ve topluma atfedilen “ortak amaç” anlatısının tarafsız muamele gerekliliği ile sınırlandırılmadığı, hatta bunun reddini de içerdiği ortada.
Metinde dile getirilen “toplumsal değerler” vurgusu gerçekten de o değer setlerinin dışında kalan ve yaşayan hayat tarzlarını belli başlı sosyal, kültürel, siyasi ve hukuki kaynaklardan ve imkanlardan mahrum bırakmayı mı belirtiyor?
Örneğin, hegemonik bir laikliğin toplumsal/kamusal kültürde baskın olması, dindar-muhafazakar toplumsal kitlelerin evrensel adalet ölçütlerinden bağımsız bir muameleye tabi tutulmasını meşrulaştırır mı? Buradan başkaları da 28 Şubat’ta başörtülü öğrencilerin okuldan atılmasını kamusal kültüre atıfla meşrulaştırabilir.
Yine yerel kültür ve anlayışlardan hareketle mütedeyyin bir hukukçunun birincilik konuşması da kısıtlanabilir.
Eğer öyleyse, bunlar meşru mudur? Demokratik tarafsızlık siyaseti ve evrensel hukuk açısından elbette meşru değildir. Ancak metinde dile getirilen yaklaşımlar açısından meşrudur, meşru olmak zorundadır.
Böyle bir durumla karşılaştığında, umalım ki genç bir hukukçu, toplumsal kültüre yerleşik hegemonik bir laikliğin azınlıkta olan dini-muhafazakar kitleleri baskı altına almasını Garp dünyasından gelen evrensel insan hakları nosyonundan hareketle tenkid etsin. Tıpkı 28 Şubat günlerinde İslamcıların televizyonlarda sık sık yaptığı gibi.
Ama bunu yapması için de öncelikle metindeki tezlerinden vazgeçmesi şart. Aksi takdirde “toplumun genel yapısı” evrenselliğe galip çıkacak ve 28 Şubat sürecinde annesine yapılan türden zulümleri haklı çıkaracaktır.
Genç hukukçulardan ideolojik sadakatlerinden bağımsız olarak bunları dert etmeleri ve daha evrensel düşünmeleri beklenir. Aksi takdirde, çoğunluk iradesine ve yerelciliğe dayalı bir hukuki tasavvur, eşitsizliklerle lime lime edilmiş bir topluma yol açacaktır. Öyle bir toplumda hukukçulara da pek ihtiyaç kalmayacaktır.