Hasan Ayer

Tek yumrukta kenetlenme

Bir bayrak üzerinden anayasal düzenin yıkılacağını düşünen histeri ve bu histeri’nin meşrulaştırdığı şiddet üzerine konuşmalıyız. Çünkü bu histeri, bir bayrak üzerinden aile kurumunun yıkılacağını ve “ifsad” olacağını düşündürten, zafer işareti ile terörizmi özdeşleştiren, Kürtçe şarkıların kamusal alanlarda söylenmesini terör propagandasına indirgeyen ve dizilerde işlenen temaların Türk örf ve adetlerini erozyona uğratacağını düşündürten histeri ile aynı.

İfade hürriyeti ihlal edilmiş genç bir hukukçu neden evrensel hukuku savunmalıdır?

İstanbul Hukuk birincisinin dekanlığın izin vermediği konuşmasındaki 28 Şubat’ta başörtüsü yüzünden aynı üniversiteden atılmış annesine selamı talihin despotik yöneticilerle dalgasını geçtiği bir adalet anıydı. Ama konuşma metninde evrensel hukukun üzerine konan kurgusal “toplumsal değerler”in üzerine konuşmalıyız. Mesela laiklik toplumsal/kamusal kültürde baskın olduğunda mütedeyyin bir hukukçunun birincilik konuşması evrensel ifade hürriyeti hakkına bakılmaksızın kısıtlanabilirdi ve bu meşru olurdu. Çoğunluk iradesine ve yerelciliğe dayalı bir hukuki tasavvur, eşitsizliklerle lime lime edilmiş bir topluma yol açacaktır. Öyle bir toplumda hukukçulara da pek ihtiyaç kalmaz.

Muhammed Elali yurtsever değil miydi?

Bursa İnegöl’den kurtarma çalışmalarına katılmak üzere Kahramanmaraş’a giden ve enkazdan 3 kişinin sağ olarak kurtarılmasına yardımcı olan 20 yaşındaki Suriyeli Muhammed Elali, dönüş yolunda geçirdiği kazada hayatını kaybetti. Gencecik bir göçmenin, bu ülkenin insanlarına yardım etmesi, yarasını sarması (hatta canını vermesi) yurtseverlik için yeterli değil mi? Liberal ve sol demokratlar Erdoğan idaresinin yarattığı popülist otoriterliği engellemeyi önemsese de, göçmenlere yönelik popülist şiddeti de dert etmeleri gerekiyor zira siyasal popülizmin bir ayağı göçmen karşıtı bir hatta tahkim ediliyor.

Demokrasi mücahidleri

Karamollaoğlu’nun muhafazakar seçmenle masa arasında bir köprü görevi gördüğü çeşitli mecralarda sık sık zikrediliyor lakin Karamollaoğlu, Türkiye’de İslami hareketlere karşı “alerjik” olan seküler kitleleri de tesiri altına almış gibi görünüyor. 2000’li yıllara kadar büyüklüğü anlaşılmamış kitlevi bir muhafazakar nüfusun varlığını inkar eden veya küçümseyen bir siyasi elitten tüm farklılıklarıyla aynı memleketin paydaşları olduğumuz bilincini aşılayan ve anayasal bir yurtseverliğe ilk adımları atmamıza vesile olan değişimin mimarlarından birinin Karamollaoğlu olduğunu söylemek mübalağa olmayacaktır.

Temel haklar olmadan seçim kazanılır mı?

En temel siyasi ve hukuki hakların içerisinde yer aldığı bir Eylem Planı’nı “makul” ve “gerçekçi” bulmayan bir liberal ve sosyalist anlatı, faydacı bir perspektiften hareketle ilkeleri geri plana atıyor. Seçim kazanmak dışında her eleştiriye ahlaki diyerek değersizleştirdiğini zanneden bu bakışın esas zaafı tam da odaklandıkları seçim kazanmada olabilir. Seçimin sonucunu belirleyecek Kürtler ve dindarlar için bu tarihi ve esas meseleleri dert etmeyen bir siyasal tercih neden cazip olsun ve onlarda muhalafete seçim kazandıracak motivasyon üretsin ki?

Çokkültürcülüğün zaferi

İngiltere’de ve Türkiye de dahil dünyanın birçok yerinde Sunak’ın bugün oturduğu Başbakanlık koltuğuna “heteroseksüel zengin bir erkek” olarak konduğunu dile getiren tezler dolaşımda. Halbuki çokkültürcülük zaferini tam da burada ilan ediyor: Dile getirilen tartışmalarda etnik vurgular ve milliyetçi sanrılar neredeyse hiç yok.

Hiçbir örtünün örtemediği geçmiş

Başörtüsü konusunun “bu mesele çözüme ulaştı” diyerek yeniden tartışılmasından rahatsız olan bazı sekülerler sorunun çözümünün bir parçası olmadılar, hatta yıllarca bu hak mücadelesinde karşı safı tuttular. Kitlelerin sanık sandalyesine oturtulduğu bir nedamet seansı talep ederek ve bir toplumsal grup olarak muhafazakâr kitlelere dair her meseleyi “siyasal İslam” diye tanımlayarak eşit yurttaşlığı ve aynı politik toplumu paylaşan yurttaşlar olarak ortaklıklarımızın vurgulandığı bir siyasal kültürü inşa edemeyiz. Böylesine bir inşa sürecinin yaratımı birbirimize zerre itibar etmeden, özellikle Türkiye’nin neredeyse yarısını oluşturan mütedeyyin kesimlere itibar etmeden nasıl gerçekleşecek?

DEVA Partisi: İki yılda “Göç Politikaları”ndan, “Sığınmacı Sorunu”na

DEVA Partisi, 2020 yılında yayınladığı Göç Politikaları raporunda göçmenlerin “yetenek ve mesleki becerileri göz önünde bulundurularak ekonomik hayata sistematik olarak kazandırılması” gibi gerçekçi politikalar öne sürüyorken, geçen hafta yayınladığı Sığınmacı Sorunu raporunda geri dönüş politikalarından sınır dışı etme politikalarına kadar bir dizi pratiği savundu. 2019 yılında “Suriyeliler yük değildir” diyen Ali Babacan, raporu sunarken statüsü belirsiz bir duruma hapsedilen göçmenlere vatandaşlık verilmesine karşı çıktı.

“Dönüşen” milliyetçilik üzerine

Post-Kemalist paradigmanın fikir babası olan kamusal entelektüeller ve gazeteciler, ölümcül bir günahın yüküne mahkum edildi. Peki muhafazakarları ve Kürtleri eşit vatandaşlar olarak görmek gibi büyük bir suçun faili olan bu isimleri yargılama hakkını kendinde görenlerin, Türkiye için yeni vizyonları nedir? Liberallerin naiflikleriyle alay edenlere sormak gerekiyor; memleketin iplerini bırakacağınız milliyetçi çizgininin geçmişini incelediniz mi? Türkiye'ye yeni bir anayasa ve temiz bir sayfa açacağımız tarihin bu dönüm noktasında, o sayfayı milliyetçi hezeyanlara mı kurban edeceğiz? Milliyetçiliğin gerçekten “demokratik” bir temelde dönüştüğünü iddia etmek için henüz çok erken. Mlliyetçilik gerçekten demokratik olmak istiyorsa ulus-devleti daha ılımlı bir çokkültürlü devlete çevirmenin teorik ve pratik gerekçelendirmeleri ile meşgul olmalı.

Milliyetçi yeni-merkezin eleştirisi

Türkiye’de başta liberaller ve sol demokratlar olmak üzere farklı toplumsal kesimlere “kimlikçi” diyenler, modası çoktan geçmiş bir homojen kimliği “devleti kimliksizleştirmek” adı altında teklif edebiliyorlar? İçeriğini Atatürkçülüğün neo-Kemalist formunun teşkil ettiği tektipçi bir anlatıyı “demokratik restorasyon” ve “makul merkez” olarak adlandıranlar, asgari bir demokrasinin karşılayamayacağı türden dışlayıcı ve kendi içinde çelişkili bir hikayeyi bu topluma sunuyor. Bu anlatı rızaya dayalı bir sürecin değil, merkezi kapma çabasının bir tezahürü gibi gözüküyor.

Demokratik dönüşümün öznesi olarak muhafazakarlar

Erdoğan sonrası dönemin başat aktörü rolüne soyunan bazı gruplar ve kamusal aydınlar, konu muhafazakarlar olduğu zaman dışlayıcı bir retoriği dolaşıma sokma hususunda oldukça istekliler. Aktörlerin birbirlerine aynı göz hizasından baktığı bir çoğulcu zemin olmadan gerçekten de uzun vadeli bir demokratik restorasyon sürecine kapı aralayabilecek miyiz? Ahlaki bir üstencilikle muhafazakar kesimlerden her defasında günah çıkarmalarının beklendiği bir retoriği teşvik etmek, gerçekten de ortaklıklara dayalı bir kamusallığın inşası için samimi bir atmosfer yaratabilecek mi? Hiç sanmıyorum…

Liberal demokrasilerin “otoriterleşmesi” üzerine

Muarızlarınca sürekli olarak dillendirilen ve yer yer “illiberal” olarak değerlendirilebilecek “leviathanlaşma” pratiklerine rağmen liberal demokrasi, sanıyorum ki, hala savunulmaya değer. Aynı zamanda bütün kırılganlığına rağmen hala güçlü bir model olarak karşımızda duruyor; gücünü de kendi kendini dönüştürebilme ve düzeltebilme potansiyelinden alıyor.

“Makul merkez” kimin için makul?

Post-Erdoğan restorasyonun mevcut koalisyonun iki büyük aktörüyle gerçekleşebileceğini iddia eden bazı kamusal entelektüeller, devletin Weberyan tahayyülle salt tüzel-bürokratik bir zemine oturması ve kimliklere kör bir “makul merkez” kurulması gerektiğini savunuyorlar. (…) “Merkez” siyaset açısından özellikle muhafazakâr temsiliyet bağlamında DEVA ve Gelecek partilerinin rolünü gözardı eden; yurttaşlığın ve demokratik restorasyonun sınırlarını salt seküler sınırlar içerisinde tanımlayan bir yaklaşım Türkiye’nin mevcut gerçeklerine ters olduğu gibi kendi içinde demokratik açıdan da şaibelidir.