Hidayet Ş. Tuksal’ın Adalet Zemini’nin sorularına verdiği cevaplar şöyle:
Hidayet Hanım, doktora tezinizden yola çıkarak hazırladığınız kitabınız ‘Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneğindeki İzdüşümleri’nin (2000), 20 yıldır İslamî alanda kadın hakları mücadelesi veren veya bu alanda çalışmalar yapan herkesin başvuru kaynağı olduğunu düşünüyoruz. Siz de bu kesimde kadın mücadelesinin öncülerinden birisiniz. Geldiğiniz aşamada İslamî feminizm kavramına yaklaşımınızı öğrenmek istiyoruz.Feminizmi oluşturan düşünceler ve hareketler çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Bu yelpaze içinde birbirini destekleyen, tamamlayan, geliştiren damarlar olduğu gibi, temelden farklı yaklaşımlara sahip olanlar da var. İslamî feminizm bu yelpazenin içinde bir damar, ama o da kendi içinde çeşitlikleri barındıran bir yelpaze konumunda. Ben bu yelpazenin içinde bir yerde duruyorum. Temel mücadelem; erkeğin asıl insan olarak kabul edildiği, kadının yardımcı figür olarak konumlandırıldığı ve kadınla erkek arasında kadınların bütün özgüllüğünü yok sayan bir tahakküm ilişkisinin sanki ‘Allah’ın emri’ymiş gibi kurulduğu geleneksel anlayışı eleştirerek, kadına “asıl insan” statüsünü iade etmeye çalışmaktır.
Söz konusu çalışmayı yapmanıza sebep olan koşullardan ve muhatap olduğunuz yaklaşımlardan bahsedebilir misiniz, ne gibi zorluklarla karşılaştınız? İlahiyat fakültelerinin günümüzdeki durumunu 20 yıl öncesiyle karşılaştırınca nasıl bir manzara ile karşı karşıyayız?Bu çalışmayı yapmama sebep olan koşullarla öğretmen olarak çalıştığım bir imam hatip okulunda karşılaştım; İlahiyatta öğrenciyken oradaki koşulları dert edecek bir bilince sahip değildim henüz. Çalıştığım okulda birkaç genç kadın öğretmen olarak sürekli mobbing’e maruz kaldık, çünkü bizi kız öğrencilerinin bir tık üstünde bir pozisyonda görüyorlardı ve hem onlara hem de bize karşı kaba bir tahakküm güdüsüyle hareket ediyorlardı. Kendi tavırlarını da daha çok hadis rivayetleriyle meşrulaştırmaya çalışıyorlardı. Bu yüzden kadınlarla ilgili hadis rivayetlerini çalışmak istedim doktora tezimde.
İlahiyat fakültelerinin 20 yıl önceki durumuyla bugün arasında, kız öğrencilerin artan yoğunluğu en önemli farklılık olarak görülebilir. Ancak cemaatler ilahiyatları kendi kaleleri haline getirmek istediği ve kendi fikriyatlarını baskıyla hâkim kılmaya çalıştıkları için, kadınların varlığının farkı ortaya çıkamıyor bir türlü. İlahiyat alanı kadınların müdahilliğiyle zenginleşip gelişebilecekken, bin senelik ezberlerin tekrar edildiği bir kısır döngüye mahkûm olmaktan kurtulamıyor maalesef.
Geleneğe yaslanarak bir kadın hakları mücadelesi örgütlenebileceğini düşünmüyorum.
Mevcut feminist siyasetin ötesinde, Müslümanlar, özgün medeniyetlerine ve geleneklerine yaslanarak bir kadın hakları mücadelesi örgütlemeli mi sizce? Örneğin, Feminizm yerine ‘Nisaizm’, ‘Nisaist Hareket’ gibi önerilen adlandırmalar var. Osmanlı kadın hareketi içinde de ‘Nisaiyyûn’ önermesi vardı. Bu tür özgün arayışlara nasıl bakıyorsunuz? Böyle bir mücadele nasıl örgütlenebilir?
Mevcut feminist siyasetin ötesinde, geleneğe yaslanarak bir kadın hakları mücadelesi örgütlenebileceğini düşünmüyorum. Çünkü geleneğin dayandığı fıkıh ekolleri kadınlara bugünkü şartlara göre daha ileri haklar sağlama imkânına sahip değil. Bu geleneğe saygı duyan kadın örgütleri var ve uzun yıllar hekimlik yapmış başkanı bir TV kanalına konuk olarak çağrıldığında, şoförle arabada yalnız bulunamayacağı için kendisi kadar takvalı olmadığını düşündüğü bir arkadaşını göndermişti programa. Bunu o ikinci hanımdan dinlemiştim. Bunun gibi pek çok ayrıntı yüzünden, geleneğin erkek egemenliği altında oluştuğu gerçeğini hiç dikkate almadan bu fıkha teslim olmuş hanımların etkili bir kadın hareketi oluşturabileceğini sanmıyorum.
Kadınları güçlendirme faaliyetleri yapsalar da aile içindeki hiyerarşiyi ve güç ilişkilerini hiç sorunsallaştırmamaları, alternatif yorumlara hiç itibar etmemeleri ve bunu da orijinal İslam’a sadık kalmak olarak nitelendirmeleri sebebiyle bu kadınlardan sadra şifa olabilecek bir şey çıkmıyor.
Feminist mücadele tarihine bakarsak, Batılı kadınlar da önce kendi geleneklerini ele alıp, analizler ve eleştirilerle ‘kadın hakları’ fikriyatını geliştirdiler. Orta çağ metinlerine baktığınızda, kadınlarla ilgili bir metnin hangi dini geleneğe ait olduğunu kolay kolay anlamayabilirsiniz çünkü o kadar benzer bir içeriğe sahipler ki… O yüzden Batılı kadınlar da, Osmanlı dönemindeki ilk kadın hakları savunucuları da, dini reddetmeden, hatta dinden destek alarak bu hak anlayışını formüle etmeye çalıştılar. Hıristiyan kültürde ‘ruh eşitliği’ fikrine dayanarak, Osmanlı kadınları ‘adalet ve zulüm’ söylemleri üzerinden bir dil ve söylem ürettiler. Ancak daha sonraki sekülerleşme süreçleri sonucunda, bir grup feminist hariç genelde din dışı bir yerden bu haklar savunulmaya başlandı ve hakların çerçevesi de epey genişletildi. Bu genişletilmiş haklar için dinlerden cevaz alma imkânları da zayıflamış oldu.
2021Akademik çevrelerde yer alan bazı Müslüman kadınlar İslam’da kadın meselesine Kur’an metni üzerinden bakarak, feminizme atıfta bulunmadan eşitlik fikirleri geliştirdiler. Kadın hakları konusuna Kur’an’ı destek alarak yaklaştılar. Amine Wedud’un doktora tezi de böyle bir arayışın ürünü mesela. Musawah çevresinde örgütlenen ve pek çok farklı ülkede yaşayan kadınlar bu çalışmalara devam ediyorlar. Başka çalışmalar da var. Belki bu çalışmaların birikmesi sonucunda daha fazla İslamî referanslı fikriyat ortaya çıkabilir ama bu fikriyat gene de feminist fikriyatla bir müzakere ve alışveriş içinde gelişiyor. Bunu görmezden gelemeyiz.
Adlandırmalar ise başlı başına bir tartışma konusu ancak günümüzde nisaiyyûn gibi bir terim üzerinde ısrar eden kimseyi görmedim.
Kitabınızdan yola çıkarak soracak olursak, Kur’an’da geçen kadının yaratılışı ve konumu ile ilgili âyetlerde geleneğin ve kültürün varlığı ne derece etkili olmuştur? Rivayetlerle geleneğe sızan kadın karşıtlığını ayıklamanın yöntemi üzerine neler söyleyebilirsiniz?Kur’an’da aslında kadının yaratılışı üzerine Tevrat’taki gibi net bir bilgi yok. Adem’in yaratılışı merkezdedir ve Adem’in eşi birdenbire denenme sahnesinde ortaya çıkar. Ancak ilgili âyetlerde yanılmadan kadın eş sorumlu tutulmaz. Gelenek, hem kadının yaratılışını hem de yanılma sahnelerini Tevrat bilgileriyle tamamlar; onları hadis rivayeti olarak önümüze getirir ve âlimlerimiz bunu kadının defolu yaratılışına, erkekten eksik, zayıf ama fettan oluşuna temel olarak kullanır. Bu anlayış Kur’an’ın bizzat kendi iç örgüsü ile çelişse de âlimler kadını mahkûm etmek adına bunu görmezden gelirler.
Bunları ayıklayabilmek için, öncelikle bütün dinlerde benzer müdahalelerin olduğunu görmek, sonra da dile, kültüre ve zihinlere işlemiş olan ataerkilliğin, cinsiyetçiliğin farkına varmak, bunlar üzerine çalışmak gerekiyor. Kur’an’ı da kendimizi farklı insani pozisyonlara koyarak okumayı denememiz gerekiyor. Yoksul bir insan olarak, bir köle ya da cariye olarak, bir kadın olarak, bir engelli olarak okuduğunuzda Kur’an’da ne görüyorsunuz?
Kur’an insanlar arasındaki çok çeşitli farkların, avantaj ve dezavantajların farkındalığını yansıtan bir mesajdır ve çoğunlukla toplumun güçlülerine yani sağlıklı, varlıklı, savaşçı erkeklerine seslenir. Onlardan avantajlarını övünmek ve kibirlenmek için değil, dezavantajlı olanları korumak, gözetmek ve onlara haklarını teslim etmek için kullanmalarını ister. Böyle yapmayanları zalimlikle, azgınlıkla, haddi aşmakla suçlar. Kur’an’ın bu perspektifini merkeze aldığınızda, kadın karşıtlığının da bu suçlar kapsamına girdiğini anlarsınız zaten. Ama parçacı bir yaklaşımla baktığınızda pek çok müfessirin de yaptığı gibi kendinizi erkek olmaya aşırı anlamlar yüklerken bulabilirsiniz. Bu yüzden salim bir kalple ve bütüncül olarak Kur’an’a yaklaşmanın önemli bir adım olduğunu düşünüyorum.
“Kadınla erkeği birbirleri ve toplumla ilişkileri bağlamında ele alan Kur’an pasajlarında ise, toplumun ataerkil yapılanmasından kaynaklanan örf ve teamüllerin baskın karakteri son derece belirgin durumdadır. Bu baskın karaktere rağmen Kur’an’ın tavrı sürekli bir iyileşme ve gelişme sürecine doğru bazı adımların atılması şeklinde tezahür etmektedir” diyorsunuz kitabınızın sonuç kısmında. Kur’an’ın bu tedrici iyileşme yaklaşımını açabilir misiniz? Mevcut durumumuz göz önünde bulundurulursa söz konusu sürekli iyileşme ve gelişme yaklaşımının akamete uğradığını düşünüyor musunuz?
Kur’an’ın indiği dönemde toplumda söz sahibi olan kişiler erkeklerdi. Kız çocukları doğduğu zaman, savaşamayacakları ve süs içinde yetişecekleri için mutsuz oluyorlardı, bir kısmı onları diri diri toprağa gömüp öldürüyordu. Kur’an müşriklerin bu anlayışını ifşa ederek ayıplamış, o kızların hesabının sorulacağını hatırlatmış ve “çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin, sizin de onların da rızkını veren biziz!” demiştir. Sadece bu bile anlayan için bir devrimdir. Allah kız çocuklarına, kadın cinsiyetiyle yarattığı kullarına sahip çıkmış, onların hayat hakkını ve cinsiyetini dokunulmaz kılmıştır.
Kadınların Havle gibi, mücadeleyi sürdürmekten başka çareleri yok maalesef!
Pek çok âyetle, cinsiyeti verme işini Allah’a ait bir belirleme alanı olarak ilan etmiş ve böylece kız çocuğu olarak dünyaya gelme ve kadın olmaya yüklenen kötü anlamları bertaraf etmeye çalışmıştır. Kadınların evlilik ilişkisindeki konumlarını rahmet, meveddet (sevgi, muhabbet), örtü, huzur bulunan yer olarak tanımlamıştır. Çok eşli bir sistemde, malına tamah edilerek nikâhlanmak istenen yetim kızlara sahip çıkılmış, bu tür evliliklerle sömürülmelerinin önüne geçmeye çalışılmıştır. Eşlere adil muamele edilmesi buyurulmuş, ne kadar isterlerse istesinler bunu yapamayacakları için erkeklere bir kadınla evlenmeleri tavsiye edilmiştir. Geçinemedikleri kadınlarla ilişkilerinde şiddet uygulamak yerine, onlarla güzellikle konuşmak, mesafeli durmak ve olmazsa boşamak gibi yollar önerilmiştir. Boşamada da o günlerde yaygın olan eziyetler, kadın aleyhine davranışlardan uzak durulması, ya güzellikle beraber olunması ya da güzellikle ayrılınması tavsiye edilmiştir. Boşadıkları eşlerin mehirlerine konabilmek için türlü dolaplar çeviren erkekler sert bir dille uyarılmıştır.
Kadınların geçindirilme işi erkeklerin sorumluluğuna verilmiştir. Ayrıca kadınlara eşinden, ana babasından ve çocuklarından miras alma hakkı tanınmıştır. Kadınların şahitliğine değer verilmiş, buna hiç alışık olmayan bir toplumda kadınların şahit gösterilmesi bir seçenek olarak tavsiye edilmiştir. Kadınların cihada katılamamaktan doğan üzüntüleri, onların evde yaptıkları işler değerli kabul edilerek teselli edilmiştir.
Kadınlar dini ve siyasi özneler olarak kabul edilmiş, onlardan da kendi adlarına, kendilerini temsilen beyat alınmış, dini bakımdan tam bir mükellef kabul edilmişlerdir. Meryem (a.s), dinin yalnızca erkeklere has bir ayrıcalık olduğu bir ortamda mabette yetiştirilen ve omuzlarına Hz. İsa’yı babasız olarak dünyaya getirmek gibi son derece zorlu bir misyonun yüklendiği bir kadın olarak, diğer peygamberler gibi kendi adıyla anılarak, güçlü bir kadın figürü olarak örnek gösterilmiştir. Havle’nin yaşadığı sıkıntıya Hz. Peygamber çare bulamayınca “Allah kocası hakkında seninle tartışan kadının sözünü işitti” nidasıyla başlayan Mücadele Sûresi indirilerek, o ve onun gibi kadınların sorunu çözüme kavuşturulmuştur. Hz. Ayşe’nin başına gelen iftira hadisesi çok önemli bir olay olarak kabul edilmiş, hakkında bu iftiraya katılan bütün sahabenin kınandığı, azarlandığı ve uyarıldığı âyetler indirilmiştir. Suçlu olduklarında kadınlara torpil yapılmamış, peygamber eşi bile olsalar suçları ilan edilmiş, azarlanmışlardır.
Bütün bunlar, aslında bir ahlakı, bir adalet ve dayanışma ahlakını, bireye saygıyı esas alan, güçsüzlerin desteklenerek güçlü hâle gelmesini, diğerleriyle denk hâle gelmesini hedefleyen bir temel anlayışın tezahürleridir. Katı ataerkil bir ortamda 7. yüzyıl gibi erken bir dönemde bunları hedefleyen bir vizyonun 21. yüzyıla taşınamaması, Kur’an’ın değil, onu keyiflerine göre anlamak isteyen Müslümanların suçudur. Kur’an’ın “kadınları şahit gösterin” dediği Bakara Sûresi 282. âyetinin tefsirinde Elmalılı Hamdi gibi bir müfessirin, kadınların asla ve kata şahit gösterilmemesi için bir sürü sebep sıraladığı cüretkâr bir anlayış, kadınların önünde duvar gibi durmaktadır hâlâ. Bu yüzden kadınların Havle gibi, mücadeleyi sürdürmekten başka çareleri yok maalesef!
Diyanet’te kurum içi eğitim yoluyla, kadına karşı şiddet meselesinde, özellikle müftü ve imamların bilinçlendirilmesi konusunda çalışmalar yapılıyor mu? Böyle bir eğitimin yöntemi ve olası etkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Diyanette bu çalışmalar Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu desteğiyle beş yıl kadar sürdürüldü ve epeyce bir din görevlisine şiddet konusunda farkındalık kazandırıldı ve şiddeti engelleme konusunda neler yapabilecekleri konusunda bilgilendirildi. Ancak yönetim değişikliği sonucunda bu çalışma akamete uğradığı için etkilerini ölçmek pek mümkün olamadı. Ama toplumumuzda şiddet konusu hâlâ can yakmaya ve can almaya devam ettiği için böyle bir çalışmanın aralıksız sürdürülmesine ve sonuçlarının/etkilerinin gözlenmesine olan ihtiyaç devam ediyor.
Ortadoğu ve dünya genelindeki Müslüman feminist hareketler hakkında neler düşünüyorsunuz? En son İran’da bir kadın cumhurbaşkanı adayı için yürütülen tartışmalar gündeme gelmişti. Sudan’daki ayaklanmada da kadınlar ön plandaydı. Yükselen bir ivme var gibi! Ne dersiniz?
Baskıcı tüm rejimlerde kadınlar daha çok baskılanıyor, daha çok zarar görüyorlar, bu yüzden de direnmek ve karşı çıkmak için daha güçlü motivasyonları oluyor. Ayrıca iletişim olanakları arttığı ve kadınlar arasında pek çok dayanışma ağı kurulduğu için, kadınlar birbirlerinin deneyimlerinden öğreniyorlar, başka kadınların desteklerinden de güç alıyorlar. Bu yüzden evet, işaret ettiğiniz gibi yükselen bir ivme var.
Müslümanlar, öncelikle güven iklimini inşa etmek zorundalar. Ellerinden, dillerinden ve bellerinden hiçbir canlının zarar görmeyeceğine dair bir güven iklimini… Bunun için iktidar olmaya, zengin olmaya, güçlü olmaya gerek yok.
Yakınlarda yayımlanan ‘İyiliği Düşünmek’ başlıklı derleme bir kitaptaki makalenizden yola çıkarak soralım: Toplumu iyileştirme ve bir iyilik düzeni inşa etme konusunda Müslümanlar neler yapabilir, neler yapmalıdır?
Müslümanlar öncelikle “bir iyilik düzeni inşa etmek” konusundaki sorumluluklarını hatırlamakla işe başlamalılar. Müslümanlar, bir sınanma yeri olan bu dünyada, öncelikle güven iklimini inşa etmek zorundalar. Ellerinden, dillerinden ve bellerinden hiçbir canlının zarar görmeyeceğine dair bir güven iklimini… Bunun için iktidar olmaya, zengin olmaya, güçlü olmaya gerek yok. Her birimiz en önemsiz saydığımız gündelik hayatımızda bunu inşa etmeliyiz öncelikle. Eşimizle, dostumuzla, komşumuzla, arkadaşlarımızla, çocuklarımızla ilişkilerimizde dürüst, samimi, ihlaslı, hakkaniyetli, sevgi ve saygıyı gözeten, adil ve güven esaslı bir ilişkiyi kurmalı ve yaşatmalıyız. Kendimiz, yakınlarımız, sevdiklerimiz aleyhine bile olsa adaleti ayakta tutmalıyız. Bütün düzenimizi ‘iyilik ehli’ olmak üzerine kurmalıyız ki, kötülüğe ve zulme fırsat kalmasın hayatlarımızda. Kendimizden, yakın çevremizden başlayarak bütün dünyaya yayılan, bütün yaratılmışları içine alan bir iyilik düzeni kurmalıyız.
Öyle ki, Müslüman denildiğinde insanların akıllarına gelen sadece iyilik, dürüstlük, sevgi ve adalet olmalı. Buna inanmalı ve kendimizden başlamalıyız yeni bir hayatın inşasına. Allah iyilikleri bereketlendirir, bir başlarsak mutlaka arkası gelir. Allah’tan gelip gene ona döneceğimiz şu kısa ömürde güzel bir macera yaşamak istiyorsak, dürüstlük ve iyilik hayat tarzımız, dürüstler ve iyiler yoldaşımız olmalı. Bu macerada ilmik ilmik çok şeyler yapılacaktır zaten. Ama öncelikle, acilen, hiç vakit kaybetmeden Bismillah deyip, yeni bir solukla yola çıkmamız lâzım. Yoksa dışarıdan gelip birilerinin bir şey yapmasına gerek kalmadan dinimizi kaybedeceğiz. Gençlerimize sevdiremediğimiz, aktaramadığımız, benimsetemediğimiz bir dinin hayatta kalmasına imkân yok diye düşünüyorum. İş bu kadar ciddi bence…